Makaleler

Published on Kasım 7th, 2024

0

Çin hala kızıl mı? | Ümit Bayrak


Çin Halk Cumhuriyetinin Xi Cinping liderliğinde sürdürdüğü gelişme ve  Marksizm Leninizm’in  olan bağlılığına ve yol göstericiliğine  yaptığı güçlü vurgu, uluslararası sosyalist hareket içinde önemli bir kafa karışıklığına yol açmış durumda.

Çin de 1978 yılında Deng Xiaoping önderliğinde başlayan reformlar ve sonrasında bu doğrultuda izlenen politikalar sonucu ulaşılan yapı birçok kişi için sosyalizmin reddi yada tanınmaz hale getirilmesi olarak görülüyor.

Çin halkının emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı sürdürdüğü uzun ve kanlı mücadelede  nice bedeller ödeyerek kendini halkın gerçek temsilcisi haline getirmiş ÇKP ise yaşadığı bazı tartışmalara karşın bu süreci Çin’e özgü sosyalizm ve sosyalizm ile piyasa ekonomisi olarak tanımlıyor.

Peki, sosyalizm bir ülkeye özgü olabilir mi, piyasa ekonomisi sosyalizm ile ne ölçüde bağdaşır.

Bu soruları ve Çin’e bugün yöneltilen eleştiri ve suçlamaları, ayrıca  tek ülkede sosyalizm olur mu, emperyalist sistemle bir arada yaşanabilir mi,  diğer halklarla nasıl bir ilişki içinde olunmalı gibi diğer soruları, Çin’in bugünkü durumunu anlamak ve tanımlamak için  – elbette ki  sosyalizmin ne olup olmadığına ilişkin tartışmalarla birlikte – tarihsel bağlam içinde, ilkesel olarak ele almak gerekir.

Sosyalizmin dünya tarihi üzerinde yaklaşık iki yüzyıllık bir süre içerisinde Marksizm ve Leninizm önderliğinde  geliştirdiği mücadele özü itibari ile bu soruların cevaplarının aranması ve hayata geçirilmesinin de tarihidir.

Bir geçiş dönemi olarak sosyalizm

Karl Marks, “Gotha Programının Eleştirisi” adlı eserinde sosyalizmi komünizme geçiş aşaması olarak tanımlar. Bu metinde, kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde sosyalizmin ara bir evre olacağını vurgular. Marks’a göre, sosyalizm aşamasında üretim araçları özel mülkiyetten toplumsal mülkiyete geçer, ancak toplumsal eşitsizlikler tamamen ortadan kalkmaz. “Herkese emeğine göre” ilkesine göre dağıtım yapılır; bu, emeğin karşılığına göre paylaşımı ifade eder.

Komünizm aşamasında ise toplum, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesiyle işleyen, sınıfsız ve devletsiz bir düzen olarak tarif edilir. Yani Marks, sosyalizmi nihai hedef olan komünizme ulaşmak için zorunlu bir geçiş süreci olarak görür.

Marks’ in burada toplumsal eşitsizlikler ve çelişkilerin  varlığına ilişkin vurgusu önemlidir.

Bu geçiş döneminde sınıf mücadelesinin süreceğinin ve bu mücadelenin seyrine bağlı olarak, dolambaçlı bir yol izlenebileceğinin, zikzaklar ve geri dönüşler yaşanabileceğinin de öngörüsüdür.

Esas olarak gelişmiş kapitalist ülkelerin ekonomik ve siyasi yapılarının analizi üzerinden biçimlenen Marksist düşünce, farklı özgünlükleri de göz ardı etmeksizin incelemiş ve buna uygun olarak sistemsel çerçevesini genişletmiştir.

Marks sağlığında Polonya, Rusya, Hindistan gibi bir çok ülkenin durumuna ilişkin araştırmalar yapmış ve bazı  özgün sonuçlara ulaşmıştır. Asya tipi üretim tarzı bu kavramlardan biridir.

Sosyalizmin evrensel niteliğine vurgu onun farklı dönem ve bölgelerde özgün niteliklerle yeniden üretilmesine engel teşkil etmemektedir.

Somut şartların somut tahlili budur.

Ekim devrimi ve sonrasında kurulan sosyalist iktidar modeli  bu nedenle Gramschi tarafından “Kapitale karşı devrim”  olarak tanımlanmıştır.

Marks, Engels ve dönemdaşlarının beklediği şekilde gelişmiş bir kapitalist ülkede değil de zayıf halka olan Rusya gibi geri kalmış bir köylü ülkesinde gerçekleşmesi  uluslararası sosyalist harekette bir çok tartışmaya ve kalıcı ayrılıklara yol açmıştır.

Bernstein ve sonrasında Kautsky ile Lenin, Rosa ve arkadaşlarının ayrılığıdır bu. Yani sosyal demokrasi ile komünizmin.

Temel tartışma Marksizm’in mekanik bir yorumu sonucu üretici güçlerin gelişkinlik seviyesinin bu ülkelerde sosyalist bir iktidarın oluşumuna nesnel olarak izin vermediği idi. Bu görüşün 2.aşamada dikkate alınması gereken yönler taşıdığı aşikârdır. Ancak özgürlük ve eşitlik ideali milyonların iradesi olmuştur bir kere. 

Edilgenliği ve kaderi kabullenmeyen bir iradenin dışavurumudur bu.

Sosyalistler nesnel şartları temel bir veri olarak kabul etmekle birlikte kendi örgütlenmiş iradelerine de bu şartlar kadar önem atfetmişlerdir.

Lenin 1920 yılında, emperyalizm tahlilinin bir sonucu olarak, Marks’ in “Bütün ülkelerinin isçileri birleşiniz”  şeklindeki güçlü sloganına ezilen halklar ibaresini eklemiş, “Bütün dünya isçileri ve ezilen halklar birleşiniz” demiştir. Bundan sonra bütün bir 20. yüzyıl emperyalizme karşı, sosyalist eğilimlerinde önderlik ettiği, ulusal kurtuluş savaşlarına sahne olmuştur. Bu savaşlar aynı zamanda sınıf mücadelesinin o ülkelerde aldığı biçimdirler.

Her birisi ekonomik gelişkinlik seviyesinin altinda kalmış bu ülkelerde sosyalizm tanımının tek bir karşılığı vardır. Mao’nun deyimi ile sosyalist bilinç.

Bu bilinç üretim araçlarının mülkiyetin değişimini sömürgeci, emperyalist ve işbirlikçilerini  kovarak gerçekleştirmiştir.

Sosyalistler iktidarda ise ortaya koydukları bu irade, o dönem için  bu ülkelerin sosyalist kampta değerlendirilmesinde tek kıstas olmuştur.  

( Bunun belki tek istisnası  olarak Sili gibi secimle iktidara gelinen ülkelerin olduğu öne sürülebilir. Ancak bugün Venezüella gibi örnekler mülkiyetin toplumsallaşması arayışının bu şekilde de Var olabileceğini göstermektedir.)

Bizce de, bugünümüze de yön vermesi gereken temel ilke,  halkların iradesine ve mücadelelerinin farklılık ve özgünlüklerine  göstermemiz gereken saygıdır.

Enternasyonalizm budur. Akıl hocalığı yapmak değil.

Lenin, biz sosyalizmin ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz, ama ona giden yönü tanıyoruz. Tam olarak ne olduğu ve nasıl gerçekleşeceğini milyonlarca emekçinin deneyimi ortaya koyacaktır demiştir.

Bizler de bugün yaşanan bunca deneyimin bize öğrettiklerini geleceğe taşımak zorundayız.

Sosyalistler iktidara geldikleri her yerde kendilerini, emperyalist savaşlar, işgaller, iç savaşlar ve kuşatmalar altinda harap olmuş zaten geri düzeyde olan ülkelerinin gelişmesine ve daha açık bir deyişle  hayatta kalmalarına adadılar. Bunun için mevcut sosyalizm deneyimleri, siyasal olarak daha demokratik ve ekonomik olarak eşit ve adil bölüşümün öne çıktığı pratikler yerine daha otokratik ve üretim güçlerini gelişmesini önceleyen bir görüntü içinde oldular.

Bu kolayına yargılanacak bir tutum degildir. Dünya devriminin gerçekleşmemesinin vebali sadece bu ülkelerin sırtına yüklenmemelidir.

Ancak sosyalizmin de bu olmadığını, olamadığını  yaşanan deneyler göstermiştir.  Sosyalizm yokluğun eşit olarak bölüşüldüğü bir düzen degildir. Sosyalist bir refah toplumu ve gerçek bir sosyalist demokrasi bizi sınıfsız toplum idealimize taşıyacaktır.

SSCB deneyimi

Köklü bir devrimci mücadele geçmişine sahip Rusya da komünistler, Lenin’ in önderliğinde isçi sınıfının iktidarını, iradelerini ortaya koyarak gerçekleştirmişlerdir.

Tarihin bir dönüm noktası olarak  gerçekleştirilen Ekim devrimi, ayni zamanda  burjuva demokratik devrimin  tamamlayamadığı bir çok zorlu  görevi komünistlerin önüne koydu.

Lenin’in ifadesi ile büyük bir köylü  denizinde damlaydı komünistler. Büyük şehirler olan Petrograd ve Moskova harici sanayi gelişmemişti. Yıllardır sürdürülen savaşlar ülkenin kaynaklarını tüketmişti. Kıtlıklar ve iç savaş tehlikesi kapıdaydı.

Ancak tüm bunlar komünistlerin iradesine ipotek koyamamış ve onları çıktıkları yoldan geri döndürememiştir.

Bir Dünya devrimi beklentisi içinde olan Kadrolar, Alman devrimin yenilgisi sonrası bir zorunluluk olarak tek ülkede sosyalizm düşüncesi etrafında birleşmiş ve sosyalizmi korumaya ve geliştirmeye girişmişlerdir.

( Burada  konu bugüne taşınırken dikkat edilmesi gereken husus, bu ve diğer söz konusu zorunlulukların, politik atmosferde erdem olarak ortaya konulmamasıdır.)

Bu şartlarda yapılması gereken en önemli iş sanayileşme ve gelişkin kapitalist ülkelerin seviyesine çıkmak idi.  

Lenin bu dönemde sosyalizmi, Sovyetler + Elektrifikasyon olarak tanımlıyordu.

Savaş komünizmi bu nedenle uygulandı. Bu ekonomi ve yönetim politikasının temel amacı, Kızıl Ordu’nun ve devrimin hayatta kalması için hızlıca kaynak sağlamak ve ekonomik denetimi tamamen devralmaktı.

Bu politikanın sonucu olarak devlet, ekonominin neredeyse tamamını kontrol eder hale geldi. Ancak savaş komünizmi politikaları, köylülerin ve işçilerin direnişine neden oldu, çünkü zorlayıcı yöntemler yaşam standartlarını düşürmüştü.

Bu donemde Lenin, Rusya’nın doğrudan sosyalizme geçişe hazır olmadığını gördü ve bazı kapitalist uygulamaların sosyalist bir devletin kontrolünde yapılmasının faydalı olabileceğini düşündü. Bu düşüncelerini “Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı” adlı eserinde ve çeşitli konuşmalarında dile getirdi.

Bu bağlamda geliştirdiği devlet kapitalizmi tanımı, sosyalizme geçişin bir aşaması olarak devletin kontrolünde bazı kapitalist uygulamaların devam etmesi anlamına geliyordu.

Bu yaklaşımı, özellikle NEP (Yeni Ekonomi Politikası) döneminde uygulanmaya başladı.

Yeni Ekonomik politika özünde tarıma yönelik bir piyasa düzenlemesi idi. Özel teşebbüse, küçük çaplı ticarete, ve pazara belirli ölçüde izin veriyordu. Sürekliliği ve uygulamaları tartışma konusu oldu. Yeni gelişen Nepman’ lar tehlike olarak görüldü. Emperyalist kuşatma ve yaklaşan savaş tehlikesi hızlı kolektifleştirmeler ile birlikte planlı ekonomiyi ve sanayileşmeyi  öne çıkardı.

Sonuçta sanayileşme ve ülke kalkınması proletarya eliyle gerçekleştirildi. Ancak bu süreçte proletaryanın kararlara fiili katlımı, denetim yetkisi, ülke ekonomisinden aldığı pay vb. Bir çok konuda eksiklikler oluştu. Giderek otoriterleşen siyasi yapı bu durumu daha kalici hale getirdi. Ve ekonomide elbette  esas olarak emperyalist kuşatma ve engellemelerin sonucu  aksaklıklar ve gerilemeler yaşandı.

Ekonomiye yönelik Bir çok reform arayışı sonraki süreçlerde devam etti. Bu reformların ana ekseni planlı ekonominin yeterince gerçekleştiremediği, inovatif teknolojik gelişmelerin üretim sürecine eklemlenmesi ve daha çok tüketim mallarının çeşitliğinin sağlanması üzerine idi.

Nihayetinde pazarın kayıt dışı bir 2. ekonomi olarak kendini var ettiği sistem eksiklerini tamamlamak yerine planlı ekonomiyi ortadan kaldırdı. Kooperatif örgütlenmeleri şeklinde yeniden tesis edilen özel girişim hızla palazlandı.  Sürece yön veren parti iradesi ve kotalarla sağlanan işçi denetimi,  Seçimleri düzenleyen yasa değişikleri ile etkisiz kılındı.  

Yine de karşı devrim sessiz sedasız gerçekleşmedi. Darbeler, parlamento binası baskınları yaşandı.

Çin’de Mao dönemi

Çin  komünistleri iktidarı aldıkları zaman Çin yarı sömürge yarı feodal bir ülkeydi. Onlarda SSCB ile ayni görevlerle karşı karşıya kaldılar. Uzun süren emperyalist işgaller ve sonrasında yaşanan iç savaşın yaralarının sarılması.

Tek avantajları yıllardır sürdürdükleri iç savaşta ülkenin bir çok yerinde hakimiyet kurmuş oldukları Sovyet yönetimleri ve bu yönetimlere bağlı  olarak süren ekonomik faaliyet tecrübeleri idi.

O donemde Mao “ Elli yada altmış yıl içinde Amerika Birleşik Devletlerini kesinlikle yakalayıp geçmeliyiz. Bu bir zorunluluktur. Böylesine büyük bir nüfusun, böylesine geniş toprakların ve böylesine zengin kaynakların var ve dahası, daha üstün olduğu varsayılan sosyalizmi inşa etmekte olduğun söyleniyor. Eğer elli yada altmış yıl bunun için çalıştıktan sonra hala Amerika Birleşik Devletlerini yakalayıp geçemiyorsan ne kadar da acınası bir görüntü verirsin “¹ diyordu.

Benzer saptamayı Stalin kendi ülkesi için 1929 yılında  10 yıllık  bir süre öngörerek yapmıştı.

Sanayileşme  ve kalkınma hamlesi ise tarımda oluşacak  fazlanın aktarılması ile mümkündü. Ancak bu fazla yaratılamıyordu. Özellikle SSCB ile yaşanılan anlaşmazlıklar sonucu yardımların kesilmesi Çin komünistlerini arayışlara itti. Büyük ileri atılım döneminde  20 milyona yakın kişinin hayatını kaybettiği büyük kıtlıklar yasandı.  Mao Zedong  Devlet Başkanlığı görevinden çekildi.

Aslında Mao da bir çıkış yolu arayışı içinde idi.  İleride kültür  devrimini yaratacak ölçüde taban inisiyatifine dayalı ultra sol önermeleri kadar ülke burjuvazisinin Japonya’ya karşı savaşta yer alan kesimlerine yönelik partiye katilin çağrısını yaptığı dönemler de oldu.  ( Yüz çiçek açsın dönemi ) O da gerçekleştirdiği devrimin büyük ölçüde  demokratik devrim karakterini taşıdığını biliyordu.

“ Sömürge ve yarı sömürge bir ülkede bu türden bir devrim, ilk aşamada toplumsal karakteri bakımından hala temelde burjuva- demokratik olsa  ve nesnel gorevi kapitalizmin yolunu  açmaksa da, artık kapitalist bir toplum ve burjuva diktatörlüğü altinda bir devlet kurmak amacıyla burjuvazinin önderlik ettiği eski tip bir devrim degildir. Bu ilk aşamada, demokratik bir toplum ve tüm devrimci sınıfların ortak diktatörlüğü altında bir devlet kurmak amacıyla proletaryanın önderlik ettiği yeni bir devrim tarzıdır. Dolayısıyla bu devrim aslında sosyalizmin gelişimi için daha geniş bir yolu açma amacına hizmet etmektedir.” ²

Bu, ekonomik düzeyde, farklı mülkiyet biçimlerinin bir arada bulunmasıyla; siyasi düzeyde, devrimci sınıfların diktatörlüğü ve Çin Komünist Partisinin liderliğinde nitelenen bir modeldi.

Mao nasıl ki Şangay katliamının ardından kırlardan şehirleri kuşatan bir devrim planını ülke gerçekliği olarak görmüşse, her donem  nesnel şartları bilen ama iradeyi başa koyan bir yol izledi.

Ancak bu iradecilik eğilimi, Kültür devrimi gibi aşırılıklara yol açtı. Dünya ölçeğinde SSCB’ nin enternasyonalist faaliyetlerde gösterdiği sakınımlığı, Çin’ i dünyanın kırları olarak nitelediği 3. dünya ülkelerinin liderliğini yapma isteğine yöneltti. O şartlarda dahi bir çok 3. dünya ülkesinin yardımına koştu. Kore ve Vietnam’ da işgale karşı halkların yanındaydı. Cezayir kurtuluş savaşının önde gelen destekçilerinden oldu. Güney Afrika’ nin beyaz azınlık yönetimine karşı mücadelesinin erken destekçilerinden biriydi. 1860 km’lik Tanzanya – Zambiya demiryolu bu donemde inşa edildi.

Üç dünya teorisi olarak formüle ettiği görüşleri devrimci bir ruh taşımakla birlikte özellikle SSCB’ ye yönelik değerlendirmesi fiiliyatta karşı devrimci bir rol oynadı. Dünya sosyalist hareketini ikiye böldü ve güçten düşürdü.  Bu teori 1. dünya olarak ABD ve Sovyet sosyal emperyalizmini görüyor ancak ABD emperyalizmin gerilediğini  söylüyor ve Sovyet sosyal emperyalizmini  baş düşman olarak değerlendiriyordu.

Bu teoriye benzer bicimde Çin Halk Cumhuriyetinin, bugün  bazı kesimlerce sosyal emperyalist olarak görülmesi tarihin bir ironisi olsa gerek.

Bu yaklaşım sonuçta Çin’i ABD ile olan ilişkilerini sıkılaştırmaya yöneltti. Kissinger ve Nikson ziyaretleri gerçekleşti. Çin uluslararası planda resmen tanınmaya başlandı.

Deng Xiaoping reformlarının zemini bu şekilde oluştu.

Mao dönemi ölümünden sonra yerine önerdiği Hua guofeng  ile bir süre devam etti. Ancak eşinin de aralarında bulunduğu “ Dörtlü çete” olarak nitelenen sol kanat tasfiye edildi. Daha sonra önce Huo Kuafeng özeleştiri vermeye zorlanarak ve sonrasında ise Huo Yaobang, Deng Xiaoping tarafından iktidardan uzaklaştırıldı.

Mao esas olarak merkezi planlamaya dayalı bir ekonomi modeli benimsemişti. Ancak bu sistem düzgün işlemedi. Hedeflerin gerçekleşmesine yönelik verilen bilgilerde aksamalar yaşandı.  

Mao dönemi genel olarak ekonomik açıdan başarısız olan, eksi büyümenin de söz konusu olduğu ve yoksulluğun yok edilemediği bir dönemdi. Büyük siyasi prestijine karşın bu nedenlerle parti içinde eleştirilir duruma geldi.

Siyasi olarak ‘Kişi kültü” ne karşı durdu. Bu nedenle Lin Piao  ile ters düştü. Taban inisiyatifine önem verdi. Bürokratikleşmeye ve seçkinciliğe karşı savaştı.

Bugün ülkesinde  hakkettiği saygıyı görüyor. Deng Xiaoping’in onunla ilgili şu sözleri anlamlıdır. “Başkan Mao’ nun Tiananmen Kapısı’ ndaki  portresini, ülkemizin sembolü olarak sonsuza dek koruyacak ve onu her zaman Partimizin ve devletimizin kurucusu olarak hatırlayacağız. .. Kruşcev’in Stalin’ e yaptığını biz Başkan Mao’ya yapmacagiz.”³

Halk komünleri

Halk Komünleri, Mao  döneminde sosyalist toplum inşasının en önemli projelerinden biri idi. 1950’lerin sonlarından itibaren kırsal alanlarda uygulanmaya başlanan toplumsal ve ekonomik bir örgütlenme modeliydi. Bu sistem, Çin’in kırsal bölgelerinde kolektif tarımı yaygınlaştırmak ve sosyalist üretimi geliştirmek amacıyla oluşturulmuştu.  Halk komünlerinde, toprak ve üretim araçları kolektif mülkiyet altında toplanmıştı. Çiftçiler, kendi tarlalarını işlemek yerine komünlerin yönettiği büyük tarım alanlarında ortaklaşa çalışıyordu. Üretim araçları, traktörler ve makineler gibi araçlar da komünlerin ortak mülkiyetindeydi. İşçilerin ve çiftçilerin komün bünyesinde belirli işlere yönlendirildiği bir çalışma sistemi vardı.

Komünlerde çalışanlar, üretim ve tarım işlerinin yanı sıra köprü yapımı, sulama projeleri, yolların inşası gibi büyük kamu projelerinde de görev alıyordu. Komünler, sadece üretimle ilgili değil, günlük yaşamın birçok alanını kolektifleştirme amacını güdüyordu. Yemekler büyük ortak mutfaklarda yeniyor, çocuk bakımı, eğitim ve sağlık hizmetleri komünler tarafından sağlanıyordu. Bu, bireylerin daha fazla iş gücüne katılımını sağlama amacı taşıyordu. Ancak, çok büyük hedefler ve yetersiz planlama, ciddi sonuçlara yol açtı. Yerel düzeyde aşırı üretim hedefleri konulurken, birçok yerde üretim verimsiz oldu.

1960’ların başında Çin, tarımsal üretimi artırmak için daha pragmatik bir yaklaşım benimsedi ve bireysel çiftçilik kısmen geri getirildi.

Kültür Devrimi sırasında, Mao’nun ideolojik çizgisi tekrar güç kazandı ve halk komünleri, devrimin sosyalist inşa sürecinin temel unsurlarından biri olarak desteklendi. Ancak komünlerin işleyişi bu dönemde daha çok ideolojik bir araç olarak kullanıldı ve ekonomik olarak verimli olmadıkları ortaya çıktı.

Kültür Devrimi’nin sona ermesinden sonra, özellikle 1978’de Deng Xiaoping tarafından başlatılan ekonomik reformlarla, komün sistemi tamamen terk edilerek “Hane Halkı Sorumluluk Sistemi” uygulamaya konuldu. Bu yeni sistemde, toprak çiftçilere kiralanıyor ve üretim sonuçlarına göre çiftçiler kendi gelirlerini artırabiliyordu.

Marksist açıdan bakıldığında, halk komünleri, sosyalist bir toplum inşasında üretim araçlarının kolektifleştirilmesi ve sınıfsız bir toplum yaratma hedefi açısından önemli bir deneyim olarak görülebilir. Ortak mülkiyet, dayanışma ve birlikte üretim idealleri Marksist ilkelere uygundur. Ancak, bu komünlerin uygulamada başarısız olması, kolektif mülkiyetin ve üretim sistemlerinin doğru planlanmadığı takdirde nasıl felaketlere yol açabileceğini göstermiştir. Aşırı merkeziyetçilik, bürokratik hatalar ve halkın yerel ihtiyaçlarının göz ardı edilmesi, komünlerin verimsizliğine ve başarısızlığına neden oldu.

Sonuç olarak, Çin’deki halk komünleri, Mao dönemi boyunca sosyalist kolektifleşme deneyimi olarak büyük bir rol oynadı. Ancak bu deneyim, ekonomik olarak sürdürülebilir olmadığını gösterdi ve 1980’lerde Çin’in ekonomik reformlarıyla tamamen terk edildi. Komünlerin başarısızlığı, kolektif tarımın ve merkezi planlamanın etkin bir şekilde yönetilmesi gerektiğini ortaya koyan tarihi bir ders olarak kaldı.

Deng donemi

Deng Xiaoping parti içinden “Uzun yürüyüş” e katılmış  isimlerdendi.  “Kültür Devrimi” sırasında  görevlerinden el çektirilmiş ve bir Traktör fabrikasında çalışmaya gönderilmişti. Daha sonra tekrar geri çağrılmış ve görevlerine dönmüştür.

Onun hatırda kalan; “Kedinin rengi önemli degildir. Önemli olan fareyi yakalamasıdır” seklindeki sözü pragmatist yanının ne kadar güçlü olduğunun ifadesidir.

Deng Xiaoping, Mao’nun ideolojik çizgisinden farklı olarak, sosyalizmin ekonomik kalkınma ile uyumlu olabileceğini savundu. Sosyalizmin “mutlak bir model” olmadığını, aksine halka refah sağladığı sürece sosyalist olarak nitelendirilebileceğini ileri sürdü.

Bu dönemde üretici güçlerin geliştirilmesi hedefi başa koyularak  tarım, sanayi, ulusal savunma ve bilim-teknoloji alanlarında kalkınma teşvik edildi.

Tarımda Halk komünleri dağıtıldı ve tarımda kolektif sistemden “Hane Halkı Sorumluluk Sistemi” ne geçildi. Bu sistemde, çiftçilere belirli miktarda üretim yapma zorunluluğu getirildi ancak artan üretim fazlası üzerinde çiftçiler serbestçe tasarruf edebiliyordu. Bu, tarımda verimliliği artırdı ve çiftçilerin gelirlerini yükseltti.

Komünlerin dağıtılması ve bu yeni sistem büyük ölçüde halkın isteği ve iradesi ile şekillendi.

Justin Yifu Lin bu sitemle ilgili olarak  “ Herhangi bir lider tarafından tasarlanmış degildir. Xiaogang köyündeki köylülerin bir buluşudur. 1978 senesindeki kötü hava şartları ve düşük üretimin verdiği itkiyle, köylüler kendi kazanç ve kayıpları konusunda sorumluluğu ellerine almışlar ve bu illegal sisteme gizlice giriştikleri için de, eğer içlerinden biri hapse düşecek olursa diğerlerinin onun çocuklarına bakacağı yönünde bir anlaşma yaptılar’ ⁴ demektedir.

Daha sonra 1979 yılında yapılan “Merkezi Kırsal Çalışma Konferansı” burada elde edilen sonuçları görünce, kırsal bölgelerde ki en yoksul kesimlerin bu sisteme geçişine izin verilmesini kararlaştırmıştır.

Deng döneminde özel sektörün gelişimine ve küçük işletmelerin kurulmasına izin verildi. Deng bunu sosyalist devletin ekonomik güçlenmesini sağlamak için gerekli bir adım olarak savundu.

Guangdong ve Fujian gibi bölgelerde yabancı yatırımı teşvik etmek amacıyla serbest ekonomik bölgeler kuruldu. Bu bölgeler, yabancı sermaye, teknoloji ve yönetim yöntemlerinin Çin’e girmesi açısından önemliydi. Bu, Çin’in kapitalist ekonomilere uyum sağlama çabasının bir parçası olarak değerlendirildi.

Deng, merkezi planlamayı tamamen terk etmeden karma bir ekonomik model geliştirdi. Bu modelde devlet planlaması ile piyasa unsurları bir arada çalıştı. karma ekonomik model, verimliliği artırma ve yeniliği teşvik amaçlı ortaya konuldu.

Bu çerçevede, devlet mülkiyetindeki büyük işletmeler korundu ancak küçük ve orta ölçekli işletmelerde özel girişime daha fazla izin verildi.

Bu politikaların uygulanması sonucu eşitsizlikler gözle görülür bicimde artmıştı. Ancak Deng, “bazılarının önce zenginleşmesine” izin vererek bu bireylerin daha sonra toplumun genel refahına katkı sağlayacağını öne sürdü.

Sosyalizmin temel değerleri ve ulaşmak istediği yöne tamamen ters olan bu yaklaşım ekonomik gelişimi hızlandırmış olmakla birlikte pek çok kişi için Çin’in kapitalizme geçtiğinin göstergesi olarak yorumlandı.

Bu kişilerin haksız olduğunu bugünde söyleyemeyiz. Çünkü ortaya konulan yaklaşım NEP döneminden farklı olarak geniş ve süresi belirsiz bir nitelik taşıyor ve sistemin palyatif bir unsuru olarak değil kalıcı bir özelliği seklinde sunuluyordu. Yine de burada üretici güçlerin sosyalizme geçişe hazır olmadığını ve bu sebeple öncelikle bunun sağlanması ve refahın artırılması amaçlı olan bu yaklaşımların bir tezattan ziyade kat edilmesi gereken dolambaçlı bir yolun yüründüğüne dair görüşe de önem vermeliyiz.

Çünkü bu dönemde öncelikle köy ve kasabalarda işletmelerin üretim hacmi genişlemiş,  800 milyon  çiftçi, milli gelir içindeki payını kat be kat artırmıştır.

Fakat daha sonra ise üretkenliğin artmasına bağlı oluşan işgücü fazlalığı kentlere kaydırılması sonucu – ki  ‘göçmen işçiler’ olarak adlandırılan bu kitlenin sayisinin 270 milyon olduğu ifade edilmektedir. – yoğun bir emek sömürüsü yaşanmıştır.

Bu dönemde devletin sahibi olduğu ve kolektif mülkiyetteki işletmelerin çoğu  özelleştirilmiştir.

Bu gelişmelerin sonucu ise çok yüksek bir büyüme hızı ve yatırımların milli gelir içindeki payının yarıya yaklaşması oldu.

İleride tartışacağımız üzere  tüm bu sürece ilişkin en kritik husus  devletin ekonomi üzerindeki temel hakimiyetini ve kontrolünü koruyup koruyamadığı   olgusudur.

Deng döneminde bu merkezi hakimiyet de isin doğasına uygun olarak gevşetilmiştir. Yerelleşmeye önem verilmiş ve yerel yönetimlere ekonomik kararlar alma yetkisi tanınmıştır. Bu durum ekonomik kalkınmayı hızlandıran ve yerel düzeyde daha fazla inisiyatif alınmasını sağlayan bir etki yarattı.

Yerelleşme, merkeziyetçiliği zayıflatsa da, sosyalist devlete esneklik kazandırdı ve yerel ekonomik kalkınmanın önünü açtı. Deng, bu reformun sosyalist devleti güçlendireceğine inanıyordu.

Buna karşın, ÇKP’ nin siyasi rolü ve öncülüğü bu dönemde korundu. Hatta geliştirildi.

Deng Xiaoping, ekonomik liberalleşmeye ve serbest piyasa unsurlarına karşın sosyalist ilkeleri korumak için ÇKP’nin siyasi otoritesini korumasının gerekli olduğunu savundu.

Bu yaklaşım 1989 yılında Tiananmen olayları sırasında da sürdürüldü. Meydan’da toplanan on binlerce insanın taleplerine kulak tıkandı. siyasi reform ve daha fazla özgürlük taleplerini haklı bulan ve protestocular ile görüşen parti yöneticileri tasfiye edildi. Ve olaylar, güç kullanılarak sert bir şekilde bastırıldı. Her ne kadar öne sürülen talepler tümüyle demokratik bir ihtiva taşısa ve direniş dünya ilerici kamu oyunda sempati ile karşılanmış olsada aynı dönemde SSCB’ nin içinde bulunduğu tehlikeli durum göz önüne alınarak partinin ve ordunun hakimiyetini gösteren bu tavrın daha vahim sonuçlara engel olduğu da ileri sürülebilir.

 Yine de kendi halkına ateş açan bir ordu tasavvurunun sosyalizmin temsil ettiği değerlerle ne ölçüde bağdaştığını hepimiz kendimize sormalıyız.

Deng’in ekonomik reformları, sosyalist devletin ekonomik olarak güçlenmesi ve halka daha fazla refah sunulması açısından savunulabilir.  “Geri kalmış sosyalizm” sorununu çözme yolunda sosyalist devleti güçlendirmeyi hedeflemiş olduğu ileri sürülebilir. Ama ayni zamanda bu reformların fiilen sınıfsız toplum ve kolektif mülkiyet ilkelerinden uzaklaşılması demek olduğunu kabul etmek gerekir.

Deng sonrasi donemde, ÇKP  önderliğince sosyalist umdelerin retorik düzeyinde olduğu varsayılsa dahi yeniden öne çıkarılması, bu çelişkili durumun aşılması yönünde güçlü bir iradenin varlığının ve ideolojik mücadelenin sürdüğünün göstergesi olarak yorumlanmalıdır.

Çin’ in bugünü

Çin Halk Cumhuriyeti devrim sonrası yoksul bir ülkeyken bugün itibari ile dünyanın en gelişmiş ekonomilerinden biri olmuştur.

Bu ekonomik gelişim halkın refahına yansımış ve yüz milyonlarca insanın içinde bulunduğu mutlak yoksulluk tarihe karışmış, Xi Jinping’ in ifadesi ile  orta düzeyde müreffeh bir toplum inşası gerçekleştirilmiştir.  ( Bkz Ek 1 )

Bu durumun halkın çıkarını önceleyen gerçek anlamda halkçı bir iktidarın varlığı ile sağlanabileceği açıktır.  

Dünyayı kasıp kavuran ve kaynağı Çin’e mal edilen Korana virüsünün yol açtığı salgına karşı gösterilen mücadele de  bu durum kendini göstermiş ve Çin halkının kayıpları emperyalist bati ile karşılaştırılmayacak ölçüde az olmuştur.

Çin bu yönüyle sosyalizmin basarisini temsil etmektedir. Sosyalizme yönelik kapitalist dünyanın geliştirdiği sürdürebilir olmayan, basarisiz, ütopik ve geçersiz bir sistem olduğu propagandalarını da kırmıştır.

Bu doğrultuda kapitalizmin kimi yapısal ögelerini kullanmış olması nedeni ile bir sentez yada karma bir model olarak algınabilmesine rağmen esasında bir geçiş toplumu olan sosyalizmin özgün bir yorumu olarak kendini ortaya koymuştur.

Sosyalist devrimin bir dünya ölçeğinde değil de nispeten geri  ülkelerde ve tekil olarak gerçekleşmesi emperyalist kapitalist kamp ile birlikte  yaşamaları sonucunu doğurmuştur. Ayni zamanda bir kuşatma olan bu birlikte yaşama süreci sosyalist ülkeleri rekabete ama bununla birlikte etkileşime ve ilişkiye mecbur bırakmıştır.

Dünyamızın bugün ulaştığı teknolojik gelişkinlik seviyesi kapitalizmin başarısından çok  İnsanlığın yarattığı bir değerdir. Ve bu teknolojiye ulaşım bütün ülke halkları için haktır. Bu teknoloji transferlerinin geçekleşmesi, sosyalist ülkelerle kapitalist ülkelerin bir ticari ilişki içinde olmaları kaçınılmazdır. Dünyadaki bütün sosyalist ülkeler ihtiyaç duydukları alanlarda bu ilişkileri gerçekleştirmişlerdir.

Bu yönüyle bugün büyük bir sermaye ihracatçısı olan Çin ayni zamanda ve daha yüksek oranda  sermaye ithalatçısı durumundadır. Bir çok emperyalist kapitalist ülkenin Çin’de yatırımları vardır. Çin bu yatırımlar için kamu ortaklığını şart koşarak süreci kontrol altinda tutmaya çalışmaktadır.

Tüm bu süreç zarfında Çin  zamanında SSCB’nin ortaya attığı “Barış içinde bir arada olma” ilkesine sahip çıkmakta ve  uygulamaktadır.

Sayısız kışkırtmalara karşın ülkesini ve dünyayı ateşe atacak savaş ve çatışmalara neden olacak tutumlardan kaçınmıştır.

Çin  BRICS’ in kuruluşuna önderlik ederek  gelişmekte olan ülkelerin  ABD ve Batı karşısında dünya ölçeğinde ekonomik ve siyasi birliğini sağlamaya çalışmaktadır.

Ekonomik yapı

Çin’de esas olarak merkezi planlamaya dayalı hiyerarşik bir ekonomi yönetim sistemi vardır.

Devlet konseyi ve her eyalette bulunan “Devlet Varlıklarını Değerlendirme Komisyonu”  bu hiyerarşinin üst basamağında yer almaktadır.

Çok sayıda kamu sanayi şirketi  bankacılık, enerji, uzay araştırmaları, güvenlik gibi stratejik alanlarda faaliyet göstermektedir.

Bu durum anayasal güvence altına alınmıştır.

 “Ekonominin devlet sektörü, yani sosyalist ekonominin tüm halkın mülkiyetindeki sektörü, ekonominin öncü gücü olacaktır. Devlet, ekonominin devlet sektörünün sağlamlaştırılmasını ve gelişmesini sağlayacaktır”⁵

Bununla birlikte özel sektörün   Ekonomi içinde ki payı  yüksek düzeydedir. Yaklaşık % 50 civarındadır ve çok yaygın bir çeşitlilik göstermektedir.

Son yıllarda eğitim ve sağlık gibi temel kamu hizmetlerinde özel sektör oranı yükselmektedir.

Kentlerde ki halkın % 80’ i özel sektörde çalışmaktadır.

Özel sektör de de kamu ortaklıkları vardır. İşletmelerin yönetiminde ve kararlarında parti komiteleri denetim sağlamaktadır.

Sendikalar bu ortamda isçilerinin haklarını korumak için işlev görmektedirler.  Grev hakki vardır ve kullanılmaktadır.

Çin’de işçi ücretleri gelişmiş sanayi ülkelerine göre oldukça düşüktür. Ancak genel olarak bir artış eğilimi göstermektedir ve geçmişle kıyaslanmayacak düzeyde iyileşmiştir.

Çin’de sosyal güvenlik  ve emeklilik sistemi de gelişme göstererek nüfusun onenli bir kismini kapsar hale gelmiştir. Çin’de halen yürütülen plan ilerleyen yıllarda kapsanan nüfusun yüzde 100 ’e çıkmasını öngörüyor.

Çin’ de tarımın ekonomi içindeki payı, hayvancılık, balıkçılık, ormancılık dahil olmak üzere yüzde 14 civarındadır. Tarım çalışanı sayısı ise nüfusun yaklaşık yüzde 25’ i dir.

Tarımda mevcut sisteme ilave olarak uzmanlaşmış kolektif çiftliklere geçiş teşvik edilmektedir. 

Gelir dağılımı konusunda kır aleyhine olmak üzere kent ve kır emekçileri arasında ciddi bir fark bulunmaktadır.

Bunu dikkate alan ÇKP yönetimi Söz konusu eşitsizliği düzeltmek amacıyla kararlar almıştır.

Son yıllarda, kırsal alanlarda yaşam koşullarını iyileştirmeye yönelik büyük yatırımlar gerçekleştirildi. Altyapı projeleri, sosyal refah programları ve kırsal alanlara yönelik ekonomik kalkınma politikaları ile yoksulluk oranını düşürülmeye çalışılıyor. Yine de bugünkü rakamlar bu alanda kat edilmesi gereken daha çok yol olduğunu gösteriyor.

Çin’de  başta toprak olmak üzere özel mülkiyete ilişkin anayasal düzeyde sınırlamalar getirilmiştir.   “Şehirlerdeki araziler devletin mülkiyetindedir… Kırsal ve banliyö bölgelerdeki araziler, kanunun öngördüğü şekilde devlete ait olanlar dışında kolektiflerin mülkiyetindedir; Özel kullanıma ayrılan konut alanları, ekili araziler ve yamaçlar da kolektiflerin mülkiyetindedir.” ⁶

Çin anayasası “ Sosyalist kamu mülkiyeti kutsaldır ve dokunulmazdır. ”Demektedir.

Buna rağmen izlenen piyasa ekonomisinin bir sonucu olarak Çin bugün dünyada en çok dolar milyarderi olan ülkedir. ÇKP  yönetimi bu kesimi girişimci olarak adlandırmakta ve üretici güçlerin geliştirilmesi konusunda faydalı görmektedir.  

Bu siyasal olarak kolay izah edilebilir bir durum degildir.

Bu Nepman’larla nasıl basa çıkılacağı belirsizdir. Son zamanlarda Uzerlerinde ki denetim artmış olmakla birlikte  Ortak refah politikasına karşı seslerini yükseltebilmektedirler.

Bu noktada Çin’in bugün artık sahip olduğu gelişkinlik düzeyinin, üretici güçlerin gelişimini hedefleyen politikalarının daha adil bölüşümü hedefleyen politikalarla desteklenmesi gerektiğini tekrarlamakta yarar var. 

ÇKP yönetimi bu gerçeğin farkında olarak “Ortak Refah” politikasını başlatmıştır.

Çin’in  2021 yılında başlattığı “Ortak Refah” politikası, ülkede ekonomik eşitsizlikleri azaltmak ve herkes için daha dengeli bir ekonomik gelişim sağlamayı  amaçlıyor.

Çin, uzun yıllar ucuz iş gücüne dayalı seri üretimle dünyada “dünyanın fabrikası” olarak tanınsa da, Son yıllarda yüksek teknolojiye dayalı bir üretim yapısına geçmiş durumda.

Yapay zeka, 5G, robotik, biyoteknoloji, yenilenebilir enerji, yarı iletkenler gibi ileri teknoloji alanlarına büyük yatırımlar gerçekleştiriliyor.

Ülke genelinde bilimsel araştırma enstitüleri ve teknoloji geliştirme konusuna daha fazla önem veriliyor.

Çin bu süreci “Nitelikli Üretim Atılımı” olarak tanımlıyor.

Bu politika ülkenin ekonomik yapısını daha yüksek katma değerli ve teknoloji odaklı bir üretim modeliyle güçlendirmeyi stratejik olarak hedefliyor.

Bu durum, Çin’in yenilikçi teknolojilerde bağımsızlık kazanmasına ve yerli inovasyon sistemini geliştirmesine  de katkı sağlıyor.

Siyasal sistem ve secimler

Çin’de dört siyasal sistem tarif edilmektedir. Bu sistemler birbiri ile kademelenmeli ve paralel nitelik gösterebilmektedir.

Birinci sistem  Sovyetler olarak görebileceğimiz Kongre’lerdir. İkinci sistem danışma işlevli olarak tanımlayabileceğimiz Müzakereci Demokrasi Sistemidir. Üçüncüsü Ulusal Azınlıklar Özerk Bölge Sistemidir. Dördüncü Sistem, Doğrudan Demokrasi Sistemidir.

Kongre’ler 5 kademeden oluşmaktadır. En üstte üç bin kişilik Ulusal  Halk Kongre’si yer almaktadır.  Yasama organı olan bu kongre 35 kişilik Hükûmeti belirlemektedir. Daha sonra sırasıyla Eyaletler, İl ve İlce Kongre’leri ile Belde Kongre’leri gelmektedir.

Bunlardan 4. ve 5. Kademelerde tek dereceli olarak adlandırabileceğimiz doğrudan seçim sistemi vardır. Diğer kademeler de alttaki kademelerce çoklu adaylıklar içinden seçimler gerçekleştirilmektedir. 

Bu seçimlerde sadece asker ve polisler için kota uygulaması yapılmaktadır. Kongreler daimi komiteler oluşturmakta ve yılda bir kez toplanmaktadırlar. Daimi  komitelerin başkanlığı parti üyelerince yapılmaktadır.

İkinci sistemde Politik Danışma konferansı meclisi yer almaktadır. Birleşik Cephe Meclisi olarak da adlandırılmaktadır. Bu mecliste üçte bir oranında Komünist parti, üçte bir oranında diğer partiler ve kalan üçte bir oranında toplumsal şahsiyetler yer almaktadır.

Üçüncü sistem Tibet, Şincan Uygur ve İç Moğolistan gibi farklı etnik bölgelerin yönetim sistemidir. Yunan Eyaleti gibi bazı eyaletlerde bu sisteme dahildir.

Doğrudan demokrasi Sistemi’nde  Işyeri temsilcilikleri, Mahalle- Semt Komiteleri, Köy Konseyleri bulunmaktadır.  İşyeri temsilciliği    Sosyalizmin ayırıcı umdelerinden işçi denetimi kavramının tabandaki uygulamasıdır.

Tüm bu sistemler gereği Çin bugün dünyanın en çok seçim yapılan ülkelerindendir ancak bu seçimler Çin Komünist Partisi’nin sıkı denetimi ve yönlendirmesi altinda gerçekleşmektedir.

Çin de bugün farklı alanlarda faaliyet gösteren ama sosyalist sisteme ve ÇKP önderliğine bağlılığı şart koşulan sekiz ayrı parti vardır.

Çin Komünist Partisi bütün sisteme olan hakimiyetine karşın bir parti devlet örgütlenmesi olarak görülemez. Yasama organı olan Ulusal Halk Kongresi’nden işlevleri ve yetki alanları itibarıyla farklıdır.

Çin Komünist Partisi kongresi 5 yılda bir gerçekleşir. Bu kongrelerde parti liderlerinin görev süreleri yenilenir ve Merkez Komite üyeleri seçilir.

Çin Komünist partisinin yönetimi  Merkez komite, Daimi Komite         ( Politbüro ) Genel Sekreterlik, Merkezi Askeri Komisyon ( Çin Halk Ordusu direk partiye bağlıdır.) ve Merkezi Disiplin ve Denetleme Kurulu’ndan oluşur.

Bu organlara kişiler çoklu adaylık içeren seçimlerle değil atama olarak niteleyebileceğimiz üst düzey parti üyelerinin oylarıyla seçilirler.

Çin’in bu ölçüde merkezi bir devlet modeli, kendi tarihi kültürü ile uyum içinde olabilir ama devletin kendi kendine sönümlenmesini öngören bir siyasal  düşünce için  bu durum tartışmalı bir konudur. Her ne kadar sosyalizmin bir geçiş dönemi olduğunu ve bu dönemde hem alt yapı yani maddi üretim tarzı, hemde üst yapı yani yönetim  şeklinin kapitalizm ve sınıflı toplum modelleri ile paralellikler ve benzeşimler taşıyacağını ön kabul olarak benimsesek dahi bu süreçteki uygulamaların gelişim  yönü ve süresi gibi hususlarındaki belirsizlikler bizi  daha çok demokrasi bağlamındaki eleştirileri dikkate almaya yöneltmektedir.

Devletin sönümlenmesi, nasıl ve hangi şartlarda gerçekleşecektir. Partinin öncü niteliği ne süreyle devam edecektir. Bu durumun sürekliliği yeni bir yöneten yönetilen ilişkisini kurumsal hale getirmeyecek midir. Bu sorular ÇKP dahil hepimizin zihninde tartışılmalıdır.  

Ekolojik Yaklaşım

Çin hızla sanayileşmesi ve ekonomik büyümesi, hava kirliliği, su kalitesinin düşmesi, biyolojik çeşitliliğin azalması gibi ekolojik sorunlara yol açmıştır. Ancak, bu sorunların farkına varan Çin son yıllarda çevresel sürdürülebilirliğe daha fazla öncelik vermeye başlamıştır.

Çölleşmeye karşı Taklamakan  ve Gobi çöllerinde sürdürdüğü yeşillendirme projeleri ilgi çekicidir.

Özellikle hava kirliliğini azaltmak için kömürden yenilenebilir enerjiye geçiş politikalarını ve karbon salınımını azaltmaya yönelik adımları içeren çevre koruma yasaları yürürlüğe konulmuştur.

Çin, karbon nötr olma hedefini 2060 yılı olarak belirlemiştir ve bu hedef doğrultusunda  yenilenebilir enerji kaynakları olarak tarif edilen güneş ve rüzgar enerjisinde ciddi ilerlemeler kaydetmiştir.

Çin’in yenilenebilir enerjiye sürekli yatırımı maliyetlerde küresel bir düşüş yarattı ve  dünyanın büyük bir bölümünde  güneş ve rüzgâr enerjisi, fosil yakıtlarla giderek daha rekabetçi hale geldi.  

Bugün dünya üzerinde yenilenebilir enerji üretim ve kullanımında Çin 1. sıradadır.

Çin bu alanda başta Afrika ülkeleri olmak üzere gelişmekte olan ülkelerle işbirliği içinde ciddi yatırımlar gerçekleştirmektedir.

İngiliz aktivist Carlos Martinez tüm bu gelişmeleri “elbette siyasi ve ekonomik öncelliklerin sermayenin sürekli genişleme dürtüsü tarafından değil, halkın ihtiyaç ve özlemleri tarafından belirlenecek şekilde yapılanan Çin’in sosyalist sisteminin bir yansımasıdır” diye yorumlamaktadır.

Bugün Çin’in nadir metallerin elde edilmesi için yaptığı madencilik faaliyetleri ve  yatırımları ise eleştirilmektedir.  Bu eleştirilerin gerçekten karşılığının olup olmadığını, söylendiği gibi Çin’in bir doğa kırımı mı gerçekleştirdiğini yada bu söylemlerin  Çin’e yönelik olarak sürdürülen ticari savaşın ideolojik cephesinin bir ürünü mü olduğunu ekoloji hareketleri cevaplayacaklardır düşüncesindeyiz.

Kalkınma ekolojik açıdan yaklaşıldığında bir çelişki olarak görülebilir. Bu bağlamda  azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler çeşitli engellemelere uğramaktadırlar. Oysaki Tüm tarihsel Co2 emisyonlarının yarısından 23 gelismis ülkenin sorumlu olduğu ifade edilmektedir.  Örneğin Amerika Birleşik Devletleri küresel nüfusun yalnızca yüzde 4’ünü temsil etmesine rağmen  emisyon hacminin yaklaşık yüzde 25’ inin kaynağı konumundadır.

Diğer ülkeler ile ilişkiler

Çin dış dünya ile kurduğu ilişkilerde iç işlerine karışmama,  çatışmasızlık, eşitlik ve karşılıklı yarar ilkelerini sıkı sıkıya  korumaya çalışıyor.

Başta aynı sisteme sahip olduğu komşu ülkeler Vietnam, Laos, Kuzey Kore ile Küba olmak üzere tüm gelişmekte olan ülkeler ile karşılıklı işbirliğine dayalı iyi ilişkiler geliştiriyor.

Bu ülkelerin gelişimini destekleyici mahiyette, temel olarak enerji ve ulaşım alanlarına yönelik alt yapı yatırım projelerini hayata geçiriyor. Bunları düşük faizli krediler ve hibeler aracılığı ile destekliyor.

Çin’in  yaptığı yardımlar ise genelde sağlık, tarım, eğitim ve acil insani yardım alanlarında gerçekleşiyor. Örneğin 2014 yılında yaşanan Ebola virüsü ve son Korana salgınında Çin, birçok ülkeye ücretsiz tıbbi malzeme ve aşı sağladı.

Çin’in bu alanlardaki yatırımları elbette  kendi ülkesinin menfaatlerini de içeriyor.  Siyasi ağırlığını artırıyor ve söz konusu ülkelerin doğal kaynaklarına erişimini sağlıyor. Özellikle petrol, bakır, demir ve kobalt gibi stratejik kaynaklara yatırım yaparak Çin enerji güvenliğini sağlıyor. Bu yatırımlar, gelişmekte olan ülkelerin ekonomik kalkınmasını desteklese de eleştirilerle de karşılaşıyor.

Bu eleştiriler içerisinde  Çin’in Afrika ülkelerini borç tuzağına dönüştürdüğü iddiası da var. Oysa ki  Afrika’nın Çin’e olan borcu toplam borcunun yaklaşık yüzde 2’ sini oluşturuyor.

Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olan  Çin elbette tüm dünya ile de ticaret yapıyor. Ancak başta yüksek teknoloji alanında olmak üzere bir çok kısıtlamaya ve ambargoya da karşı mücadele etmek zorunda kalıyor.

Çin bu engelleri aşmak için çatışmasızlık temelli ve belki uzlaşmacılık hatta teslimiyetçilik yada işbirlikçilik olarak nitelendirilebilecek çeşitli yöntemler deniyor. Bunların arasında maalesef diyet ödemek de var. Son yıllarda ciddi oranda azaltılmasına karsın Çin hala ABD Merkez bankası tahvillerinin en büyük alıcısı durumunda. Çin  döviz rezervlerinin büyük bölümünü ABD varlıklarına yatırarak bu ülkenin cari açığının finansmanında önemli bir rol oynuyor. “Çin halkından ‘esirgenen’ bu kaynak, ABD devletinin emperyalist yayılmacılığının ve Amerikalıların aşırı – israfçı tüketimin sürdürülmesi sağlamıştır.” ⁸

Bu noktada Çin’i eleştirmekle birlikte anlamaya çalışmanın da  gerekliliği vardır.

Lenin’in  kendi ülkesinde sosyalizmin iktidarını korumaya çalışırken sarf ettiği su sözler önemlidir.

“ Dünyada yalnız değiliz. Kapitalist devletler sistemi içinde yaşıyoruz. Bir yanda sömürge ülkeler var, ancak bize yardım edemiyorlar. Diğer tarafta kapitalist ülkeler var fakat onlarda bizim düşmanımız. Sonuç belirli bir dengedir, zayıf olduğu gerçektir. Bununla birlikte, gerçeği kabul etmeliyiz. Eğer varlığımızı sürdürmek istiyorsak buna gözlerimizi kapamamalıyız. Ya burjuvazinin tamamına karşı acil bir zafer kazanırız yada haracımızı öderiz. Devlet kapitalizmi sisteminde imtiyazların kapitalizme haraç ödemek anlamına geldiğini itiraf ediyor ve gerçeği saklamıyoruz.”⁹

Çin’e özgü sosyalizm.

ÇKP  liderliği uyguladıkları sistemin Çin’e özgü olduğunu belirtiyor ancak bunun farklı bir sosyalizm türü olmadığının altını çiziyor.

“Çin özelliklerine sahip sosyalizm, başka bir ‘izm’ değil, sosyalizmdir. Çin sosyalizminin insanların yaşamlarını ne ölçüde iyileştirdiği, tarihsel olarak emsalsizdir. Kapitalizmde bu başarılamazdı.”¹⁰

Bu iddiayı saygıyla karşılamak gerekir çünkü sosyalizm sadece SSCB başta olmak üzere bugüne kadarki sosyalist ülkelerin anlayış ve uygulamalarından ibaret bir şey degildir. Bunlar önemli tarihsel deneyimlerdir ancak hiçbiri mutlak degildir. Eğer öyle olsalardı bu rejimlerin yıkılması, sosyalist düşüncenin, insanlığın geleceğine yön vermesi fikrinin, büyük ölçüde ortadan kalkması  anlamına gelirdi.

Aslında Marksist düşünce, bu perspektifle, bugüne özgü bir deyişle interaktiftir. Yani insanlığın eylemlilikleri ile genişleyen, yeniden üretilen ama bir yönüyle geçmişini de içinde barındıran katkıya açık bir düşünsel sistem.

Bu yönüyle Çin deneyimi Çin halkı bu iddiasını sürdürdüğü sürece sosyalist kültür için muazzam bir hazinedir.

Ancak bu deneyim üzerine tartışmaların olması da doğaldır.

Çin deneyimi önceki deneyimlerden ne ölçüde farklılaşmaktadır ve bu farklılıklar özsel bir nitelik taşımakta mıdır.

Siyasal yönü itibari ile aslında önceki deneyimlerden çok farklılık göstermemektedir. İşçi sınıfının ve Çin halkının önderliği iddiasında bir komünist parti ve onun merkezi yönü ağırlıklı yönetimi.

Bu konuda özellikle liberal çevrelerden gelen demokrasi yokluğu, insan hakları vb. eleştiriler tarihseldir.

( Ulusal azınlıklara baskı iddialarını ise bu yazının kapsam ve içeriği nedeniyle değerlendirme dışı tutuyoruz. )

Bu eleştirileri dikkate almak ve kendini bu alanlarda geliştirmek tüm sosyalist deneyimlerin önemli bir sorumluluğudur. Bu sorunlar sosyalizmin teorisini de kapsayacak şekilde kavramsal düzeyde tartışılmalıdır. Ancak bunu söylemek hiç tartışılmadığı anlamına gelmez. Tarihin önümüze çıkardığı dönemeçlerde  tartışmalar yasanmış ve bu süreçlerde  yer alan komünistlerin aldıkları tutumlar ile önemli mesafeler kat edilmiştir. Bu tutum ve yönelimleri sahiplenmek de  tutarlılık bağlamında sorumluluğumuzdur.

Sosyalizm, İşçi sınıfının burjuvazinin iktidarını yıkarak iktidara gelmesi ve üretim araçlarının mülkiyetini toplumsallaştırılmasıdır.  

Bu edimin gerçekleşmesinin bir süreklilik göstermesi gerektiği açıktır. Bu süreç ustalarımız tarafından “proletarya diktatörlüğü” olarak adlandırılmıştır.  Bu çok uygun bir tanımlamadır, çünkü bütün devletler gibi işçi sınıfı devleti de kendi sınıfının iktidarının gerçekleşmesini, diğer sınıfları baskılayarak sağlayabilir.

( Buradaki özgünlük işçi sınıfının yönetiminin sınıfsız bir toplumun yaratılmasının on evresi olduğudur.)

Öncü parti kavramı da işçi sınıfının kapitalizme karşı sürdürdüğü mücadelede edindiği kendiliğinden bilinci, onun iktidarı hedefleyecek  yeni bir toplumsal düzeni oluşturacak siyasal bilince çıkartılmasının örgütlenmesidir. Bu bilincin öncü unsurlar eli ile  sınıfın bütününe yayılmasının sağlanmasının ifadesidir. Bizim öğretimizde parti bu nedenle sınıfın ideolojik temsilcisidir.

( Bu alanda yaşanan kimi deformasyonların, bürokratiklesme vb. Yöneten – yönetilen ilişkisini yeniden üreten  eğilimlerin yok edilmesi sınıf mücadelesinin sürekliliğinin gereğidir.)

Bu yönüyle metodolojik anlamda diğer sosyalist ülkelerden ayrı  bir tutum içinde degildir.

ÇKP’nin ne ölçüde bunu hayata geçirdiği ise tartışmalıdır. Bu diğer sosyalist iktidarların Kp’leri  içinde böyledir.

Ebetteki diyalektik bir kavrayış içinde her şeyin mükemmel olması mümkün degildir. ÇKP önderliği kendi içinde yolsuzluğa bulaşmış olanlara karşı tavizsiz bir mücadele sürdürmektedir.

 “..Düşünülebilecek bütün iyi toplumsal özellikler sıralanarak sosyalizm tanımı yapılamaz. Bir zamanlar moda olan “nasıl bir sosyalizm istiyoruz?” sorusu yanlıştır. İstemekle olsaydı, kimse en iyisinden azını istemezdi. Doğru soru: güçlü bir kapitalizmle birlikte yaşayabilmek için sosyalizm hangi özelliklere sahip olmalıdır?”¹¹

ÇKP ile ilgili olarak komünist olmadığını iddia edenler bu durumda, söylemin eylemden yani biçimin özden tümüyle ayrışabileceğini de söylemiş oluyorlar. Bu mümkün müdür. Sürdürülebilir bir durum mudur.

Bu iddialar 100 milyon üyesi olan ÇKP’ yi ve Çin işçi sınıfının eylemliliğini ve bilincini hükümsüz saymaktadır. Oysa insan eylemliğinden bağımsız bir sosyalizm düşüncesi yoktur.

Metin Kayaoğlu’nun ifadesi ile      “Partinin komünistliğinin kanıtı bizatihi kendisidir.”¹²

Söz konusu görüş ve iddialara kaynaklık eden, asıl olarak Çin’in uyguladığı ekonomik modeldir.

Bu sistemi kapitalist hatta emperyalist olarak niteleyenler doğal olarak üst yapının da buna göre şekillendiğini ileri sürüyorlar.

Bunun sosyalist iradeciliği  ikincilleştiren mekanik bir  anlayış ve yorum olduğunu düşünmekle birlikte bu örnekte durumun bu şekilde olmadığının da açık olduğunu sanıyoruz. Çünkü değişim esas olarak üst yapıdan başlamış ve belirlenmiştir.

“ Burada savunulan Çin’de nesnel koşullar içinde sosyalizm hedefi doğrultusunda mücadele yürüten ve ideolojik ve politik mücadelenin mantığına göre organize olmuş bir üst yapının olduğu tezidir.”¹³

Alt ve üst yapıların birbiri ile ilişkisi ile ilgili bu tartışmayı nihayetlendirmeden önce Çin’in alt yapısında  yani üretim ilişkilerinde kendine yer bulan Pazar ekonomisine değinmekte yarar var.

Sosyalizm ve Pazar ekonomisi

Çin’in ekonomik yönelimi ÇKP önderliğinin ifade ettiği şekliyle piyasa ile sosyalizm modelidir.

Bu kimi kapitalist uygulamaların sosyalizmin içinde, belirli bir denetim altinda varlığını sürdürmesidir.

ÇKP önderliği bu politikayı Çin’de üretici güçlerin yeterince gelişmemiş olduğuna ve ülkenin sanayileşmesinin ve gelişmesinin hayati olduğuna dayandırıyor.

Deng Xiaoping  1979 yılında şöyle demiştir. “ Devrimimizin amacı üretici güçleri özgürleştirmek ve geliştirmektir. Üretici güçleri geliştirmediğimiz, ülkemizi müreffeh ve güçlü kılmadığımız ve insanların yaşam standartlarını iyileştirmediğimiz sürece devrimimiz bos laftır.”¹⁴

Ve daha sonrasında 1985 yılında Sosyalizm ile Pazar ekonomisi arasında esaslı bir çelişki yoktur adlı makalesinde “ Sosyalist sistemi sürdürmek istiyorsak, üretici güçleri geliştirmek bizim için hayatidir. Son tahlilde, sosyalizmin üstünlüğü üretici güçlerin büyük gelişimi ile gösterilmelidir.”¹⁵Demektedir.

Bu yönelimin Marksist literatür kapsamında görülebileceğini, Lenin’in başlattığı tartışmanın bir devamı, yani bir yönüyle insan iradesinin tarihin yasalarına yön vermesinin farklı bir örneği olarak değerlendirilebileceğini düşünüyoruz.

Koşullara teslim olan değil ama koşulları dikkate alan bir eğilimin sonucu olduğuna inanıyoruz.

Marks’ın ifade ettiği sekliyle “İnsanlar kendi tarihlerini yaparlar ama bunu canlarının istediği gibi yapmazlar; bunu kendi seçtikleri koşullar altında değil, zaten var olan, geçmişten verili ve aktarılmış koşullar altında yaparlar.”¹⁶

Çin’in önceliği, adil bölüşümden  de önce sanayileşmenin ve gelişmenin koşullarının oluşturulması amaçlı birikimin sağlanması modelinin yaratılması idi.

Bu Lenin içinde böyle olmuştu.

 “Bizim için belirleyici olan adil bir bölüşüm değil, amaca ulaşma mülahazasıdır.”¹⁷

“Çoğu kez halkın zararına da gerçekleşse … Bunu yapmalıyız, çünkü biz, ağır sanayiyi kurmadan, onu restore etmeden, sanayiyi hiç inşa edemeyeceğimizi ve bağımsız bir ülke olarak sanayi olmadan tümüyle yıkılacağımızı biliyoruz.”¹⁸

Bu sözler her ne kadar konjoktürel bir bağlamda söylenmiş de olsa Lenin açıkça  gelişmemiş ülkeler için kapitalist ekonominin  sosyalist model içinde var olabileceğini düşünüyordu.

Mayıs 1921’ de “ … sosyalizmin gelişimini kolaylaştırmak için özel kapitalizmden ( ve daha cok devlet kapitalizminden ) yararlanılabileceği kaçınılmaz bir sonuçtur.”¹⁹ Demektedir.

1921 haziranında ise “ Proleter devlet tarafından kontrol edilen ve yönetilen kapitalizmin – yani bu anlamda ‘devlet’ kapitalizminin – gelişimi, son derece geri ve yikilmis bir küçük köylü ülkesinde yararlı ve zorunludur.”²⁰diye yazmakta ve.     “ tabi belirli bir ölçüde” diye eklemektedir.

Bu belirli ölçü eklemesi tayin edici nitelik midir.  

NEP için köklü bir itiraz söz konusu edilmez hatta sosyalizme içkin kabul edilirken, bu olgunun Çin örneğinde aforoz edilmesinin sebebi gerçekten ölçünün kaçmış olması mıdır. Ölçü kriterleri, nicelikle, miktar ve süre ile mi ilgilidir.

Bu noktada Çin’e yönelik eleştirilerin, farklı model ve uygulamaların da nitelik ve akıbetlerinin de göz önüne alınarak yapılması gerektiğine inanıyoruz. Çünkü işimiz sadece ütopyalar üretmek değil, içinde yasadığımız dünyayı değiştirmektir.

 Üretim -Planlama ve Piyasa

Sosyalist ekonominin nasıl bir çerçeveye oturacağı ve ilkeleri ustalar tarafından çok sınırlı ölçüde ve daha çok siyasal yönü ağırlıklı olarak tarif edilmiştir.

Emekçi iktidarı ve bilinçli bir organizasyonun sorunları çözeceği düşünülmüştür.  

Ve esas olarak kapitalist üretim modellerinden ayrıştırılmamıştır.

Lenin Taylorizm’in üretim verimliliği açısından örnek alınabileceğini söylüyordu.

Herkesin ihtiyacına göre ilkesine uygun bir toplumsal refah yaratılana dek yani komünizmin alt aşaması olan sosyalizmde kapitalizmin para, meta ( ürün değil ) dolaşımı vb. Uygulamaların ve buna uygun bankacılık, kredi vb. sistemlerin varlığını devam ettireceği  varsayılmıştır.

Sosyalizmin ayirdedici yönünün  üretim araçlarının mülkiyeti konusu olduğu ve bunun işçi devleti egemenliği ile çözüleceği düşünülmüştür.

Oysa ekonomi yönetimi çok kapsamlı bir organizasyondur. Milyonlarca ürün ayni anda bir faktör olarak rol oynamaktadırlar.

SSCB’ de uygulanan planlı ekonomi çok büyük bir başarı yakalamış olmakla birlikte bu durumun özellikle sanayileşme ve büyük çaplı yatırımların gerçekleştirilmesi aşamasında ve sosyalizmin kurulusunda sürdürülen güçlü motivasyon ile sağlandığını dikkate almak gerekir.

Özellikle bu motivasyonun sürdürülebilirliği görelidir.

 Sonrasında ki dönemlerde ölümcül tabir edilecek ölçüde bir durgunlaga evrildigi savlanmaktadır.

Bu büyük başarının etkisi sonucu  sosyalist ekonomi modeli genel olarak planlama faktörü dahilinde var sayılmıştır.

Oysa  Mao daha o yıllarda               “ Sovyet iktisadinin eleştirisi” kitabında  hafif sanayi ve tarımın ihmal edildiğini ve Sovyet ekonomisin tek ayak üzerinde yürüdüğünü ifade ediyordu.

Piyasa ekonomisi ise arızi bir faktör olarak görülmüş, Hatta kapitalizm ile eş tutulmuştur.

Mevcut deneyimlerin ışığında piyasalar tüketicinin, yani insanın devreye girdiği, onun zevk, istek ve ihtiyaçlarının doğrudan gözlemlenebildiği, bu yönüyle de sosyalizmin insanı özneleştiren halkçı boyutunun da gerçekleştirilebileceği bir alan olarak da değerlendirilebileceği  fikrindeyiz. Aynı şekilde üretici de bu sistem  dahilinde  yaratıcılığını ve fark oluşturma becerisini – ki bu gelişim için önemli bir motivasyon kaynağıdır.- ortaya koyabilecektir.  Pazar – ayni zamanda kışkırtılmıslıkların önleneceği  varsayılarak – arz talep dengesinin de gerçek anlamda ölçülebileceği alandır.

Buna karşın bu sistemin doğasında barındırdığı bireycilik, çıkarcılık vb. özellikler toplum nezdinde sürdürülen ideolojik mücadele  ile bertaraf edilmelidir.  Aslında  Toplum yararına üretim faaliyeti de insanın doğasında var olan bir durumdur. Bilinçle geliştirilebilir. Yaygınlaşabilir. Dayanışma ve yardımlaşma  duygusu  insani yüceleştirir. Kar güdüsü  gibi bu süreci farklı yönlere çekecek motivasyonlarda idari önlemlerle kontrol altinda tutulabilir.

( Tartıştığımız konuya ilişkin olarak Sinan Dervişoğlu’nun “ Yarının sosyalizminde ekonomi – plan- piyasa ‐ işçi denetimi” adlı  ufuk açıcı çalışmasında, ‘Tupolev’ örneği verilerek, “Deng Xiaoping’ in sanayi ve tarımda münferit girişimcilere fırsat tanıyan piyasa reformları ile bu dev gibi ülkedeki tüm Tupolev’ lerin önü açıldı.” denilmekte ve Çinin sanayinin ve teknolojinin bütün alanlarında ABD’yi dahi geride bırakarak akıl almaz bir büyümeyi ve atılımı hayata geçirdiği anlatılmaktadır.)

Peki Çin’de uygulanan piyasa ekonomisi ile oluşan burjuva sınıfı bu şekilde kontrol edilebilir mi ? ÇKP son zamanlarda bunları partiye katarak ıslah etmeye ! çalışmaktadır. Her birinden bir Engels yaratılır mı bilmiyoruz. J

Planlama ise  elbette vazgeçilmezdir. Bunun ölçeğinin ne olacağının ise uygulamalara bağlı olması gerekir. Bir denetim sisteminin yön vericiliği ile başarısız kararlarda ısrar yöntemi terkedilmedir. Yani planlama da olabildiğince esnek olunmalıdır. Ve olabildiğince, katılımcı ve aynı ölçüde şeffaf, denetime ve hesap verilebilirliğe açık olunmalıdır. Hiyerarşik yapının  bu özelliklerin önüne geçmesine izin verilmemelidir.

Sosyalizm tanımının üretim araçlarının toplumsallaştırılmasından başka belirgin bir özelliği toplum yararına üretimdir. Bu noktada toplumun kendi yararını en iyi kendisinin gözetebileceği de bir ön koşul olarak kabul edilmedir.

Sosyalizm insanın kendini  her alanda gerçekleştirebilmesinin  zeminidir. Michael Lebowitz’ e göre, gerçek sosyalizm, insanın ihtiyaçlarına ve potansiyeline odaklanan bir sistem olmalı, yalnızca ekonomik eşitliği değil, bireylerin kendilerini ifade edebileceği ve geliştirebileceği bir toplumu da hedeflemelidir.

Ekonomik faaliyet bu anlamda önemli rol oynar.

Çin kapitalist mi ?

Peki Çin’de açıkça  var olan kapitalist uygulamalar ülkeyi kapitalist olarak tanımlamamızı getirir mi. Burada holistik bir felsefe ile hareket etmekte fayda var. Aksi takdirde irade ve iradeciliği dışlayan mekanik bir determinizmin esiri oluruz.  Tarih göstermiştir ki bu mekanik determinist bakış açısı fiiliyatta sadece eylemsizlik ve sağcılık üretmiştir.

Sistem bir bütün olarak ele alındığında kamu sektörünün ağırlığı ve CKP’ nin sıkı yönetimi, bize bunun aksi bir durumunun söz konusu olduğunu göstermektedir.

Kamu sektörünün varlığının Türkiye’nin yakın geçmişi örneklendirilerek bir kanıt olamayacağı ileri sürülebilir. Doğrudur. O sebeple ÇKP’ nin sıkı  yönetiminden aynı cümlede bahsettik. Önemli olan iktidarı kimlerin elinde tuttuğudur.

( Bu arada Türkiye örneği bütünüyle temelsiz degildir. Çünkü Sovyet desteği ile kurulan Cumhuriyet büyük ölçüde şartların sonucu olarak  kısmi ölçekte sosyalizan bir karakter taşımıştır. Tansu Çiller’in 1990’ lu yıllarda, sarf ettiği son komünist devleti yıktık sözü hafızalarımızdadır. Sadece Türkiye değil sonrasında Mısır, Sudan ,Suriye, Yemen vb. ülkeler içinde ayni durum söz konusu olmuştur.  Bu ülkeler o zaman SSCB tarafından özgün bir tanımla kapitalist olmayan yoldan gelişmekte olan ülkeler olarak tanımlanıyorlardı.)

İktidarda olanların niteliği konusunu daha önce tartışmıştık.  Bütün söylemlerin bir aldatmaca olabileceği ve yöneticilerin sadece kendi çıkarlarını düşündükleri bir senaryoyu ise gerçeğe uygun bulmuyoruz.

Marksist düşünce sistematiği içerisinde ‘Bonapartizm’ olarak tanımlaman iktidar elitinin, temsil ettiği sınıflara karşı olan bağımsızlığı, süreklilik arz eden bir durum degildir.

İşçi sınıfı iktidarın karşılığı, işçi sınıfının devletidir. Toplumsallaşma bu devlet yönetiminde gerçekleştirilir.  

Tekrar Altyapı – Üstyapı bağlamına dönecek olursak;  

Jülide Yazıcı’nın sözleriyle,  “Buraya kadar savunduğumuz üzere, Çin’in alt yapısının analizi bize onun kapitalist yada sosyalist olduğu yönünde net bir yargı sağlamamaktadır. Bu aşamada, bu yargının olanağının üst yapının analizinde aranması gerektiğini savunacağız.”²¹

Bugün Çin’e bu eleştirileri getirenlerin, yani kapitalist olduğunu iddia edenlerin sadece alt yapıya ilişkin verilerle hareket ettiklerini söyleyebiliriz. Onlar için ÇKP’nin ve Çin halkının iradesinin bir önemi yoktur, tamamıyla ekonomik durumla belirlenirler. Oysa bu iddia sahiplerinin bir kısmı SSCB’nin yıkılış sürecini tümüyle üst yapısal nedenlere bağlamakta, sosyalizm insana yenildi diyebilmektedirler.

SSCB deneyini irdelerken yaşanan karşı devrim sürecinin ne kadar çetrefilli olduğundan bahsetmiştik. Çin’de böyle bir sosyalizmden kapitalizme nöbet değişimi öngörüsü Hem 1921’ den 1978’ e kadar uzanan şanlı mücadele geçmişini hemde 78 süreci ve sonrasında gösterilen çabaları hiçe saymaktadır. Çin halkı, bu baylar tarafından, batının yerleştirdiği bakış açısı ile  sadece Afyon’a  esir olmuş bir halk olarak kabul edilmiş olsa  gerek ki bu süreci öylesine izlemişlerdir.  

( Zannetmeyiz ki bu durumun tek istisnası  olan Tiananmen protestocularını ise kendi kendileri ile çelişkiye düşerek  kapitalizme geçişe karşı bir muhalefet odağı olarak nitelendirsinler.)

Bu tartışmanın bir yanlış anlaşılmaya yol açmaması için  Çin’in kapitalizme  geri dönüş yolunun tamamen kapalı olduğunu düşündüğümüzün varsayılmamasını belirtmek istiyoruz. Elbetteki sınıf mücadelesi, sosyalizm tarihi boyunca yenilgileri ve geri dönüş tehlikesini içerebilir. Ama bu bütün sosyalist geçiş toplumları için böyledir.

Bu sebeple Stalin’in 1936’ da sosyalizmin iç çelişkilerinin sona erdiği ilanını ve Kruscev’in 1965 de açıkladığı  “Tüm Halkın devleti” olduk, saptamalarının erken, ihtiyatsız ve temelsiz  olduğunu, sadece içe dönük ihtiyaçlar çerçevesinde ortaya koyulduğunu düşünüyoruz.

Çin’in  bugünkü durumu için, ÇKP  tarafından açıklanan sosyalizme geçiş aşamasındayız, Gerçek anlamda sosyalizme geçiş için  onlarca kuşak gerekecektir, tarzındaki açıklamaları ise haddinden fazla ihtiyatlı olarak yorumluyor ve bugünkü durumun süreklileşmesi ve statükonun   korunması için zemin teşkil edebileceği endişesini taşıyoruz.

Burada Korkut Boratav hocamızın konuya ilişkin değerlendirmelerini aktaralım.

“Toplumsal sistem ( formasyon) sorunu, iktidar ve üst yapı ilişkileri dışlanarak belirlenemez. Cin’de iktidar ÇKP’ dedir. Çeşitli mücadele, saldırı ve sızmalara rağmen kapitalizmin, Çin toplumunda iktidara el koyduğu soylenemez.”²²

Çin Emperyalist mi ?

Çin’in Emperyalist bir ülke olduğu, hegomonik yayılmacılık gösterdiği  tezi oldukça tartışmalıdır.

Çin’i kapitalist üretim tarzının hakim olduğu bir ülke olarak, sahip olduğu gelişkinlik seviyesi itibari ile doğrudan emperyalist olarak nitelemek içi bos bir ezberdir.

Emperyalizmin bu çağda nasıl tezahür ettiğini kavramak için eşitsiz ve bileşik gelişme yasasını kavramak gerekir.

Emperyalizm aşamasında  bir dünya sistemi çerçevesinde ülkelerin tekil olarak kendi iç dinamikleri ile evrilmelerine bütünüyle izin verilmez.

Bununla birlikte bu dünya pazarına bağlı olarak az gelismis yada gelişmekte olan bir çok ülke   doğal olarak kendi ekonomilerini büyütmekte ve paylarını arttırmaktadırlar. Hatta kismi sermaye ihracatı gerçekleştirmektedirler.

“21. yüzyılda sermaye ihracı hem teknik hem teknolojik olarak kolaylaşmıştır. Emperyalizmin uluslararası neo-liberal taarruzu sermayenin dolaşımının önündeki ulusal engelleri zaman içinde ciddi biçimde azaltmıştır. Bu koşullar altında sermaye ihracı bir avuç emperyalist güce özgü bir olgu olmaktan çıkmış ve genelleşmiştir.”²³

Ancak  bu durumda “ Bu ülkelerden bazılarının’ alt- emperyalist’ yada ‘küçük emperyalist güçler’ haline geldiği ya da bu ülkelerle ‘zayıf’ emperyalist  ülkeler arasında artık yapısal bir farklılık kalmadığı yolundaki hipotezlere itibar edilmez”²⁴

Bu gün Çin bu dünya sistemi içerisinde en çok baskılanan ülkelerden biridir.

Çin bu nedenle ABD ile olan ticaret hacmini küçültmeye çalışmakta ve az gelişmiş ülkelerle işbirliğini arttırma yoluna gitmektedir.

Çin in emperyalist olduğu iddiasını tekrarlayanlar bunun maddi temelini de ortaya koymak zorundadırlar.

Emperyalizm bilindiği gibi sanayi sermayesi ile finans sermayesinin birleşmesiyle,  tekelci aşamada yoğun sermaye ihracı ile gerçekleşir.

Öncelikle Çin’de bu tarz bir tekelci kapitalizm yoktur. Finans sermayesi çok büyük oranda kamusaldır.

İkinci olarak Çin bir sermaye ihracatçısı olmaktan çok meta ihracatçısı konumdadır.

“Çin’in doğrudan sermaye ihracının yüzde 40’ı madenler, petrol ve enerji sektörlerinde yoğunlaşırken sadece yüzde 4’ü imalat sanayi alanındadır. Çin dünyanın en büyük hammadde ve enerji müşterilerinden biridir ve bu talep Çin sınırları içinde ihracata yönelik üretimden yani meta ihracı saikinden doğmaktadır.”²⁵

Aynı şekilde Çin’in  sermaye ithalatçısı  bir konumda  olduğu da değerlendirilmelidir.

Çin’in özellikle Afrika da gerçekleştirdiği yatırımlar da büyük ölçüde batının yönlendirdiği dezenformasyon ile emperyalizmin göstergesi olarak sunulmaktadır.

Çin’in Afrika ile kurduğu ilişkiler tarihseldir ve bize göre anti emperyalist nitelik taşır. Bu alanda bati kapitalizminin  geriletilmesi dünya halkları açısından bir kazanımdır.

( Güney Afrika Cumhuriyetinin BRICS tercihi tesadüf degildir.) 

Çin’in başta Afrika olmak üzere yaptığı yatırımlar büyük ölçüde altyapıya yöneliktir.

( “Çin’in dünya çapında liman ve terminal satın alarak yaptığı sermaye ihracı, deniz aşırı ucuz emek arayışı içinde olan emperyalist finans-kapitalin davranışından farklıdır. Limanlar, sermayenin yurtdışında ucuz emek sömürüsü ile elde ettiği aşırı kârları anavatana taşımanın değil Çin’in kendi ülkesinde ve Çinli ucuz emek kullanarak ürettiği ürünleri dünyaya satışının birer aracıdır. Dünyanın bir numaralı ihracatçısı olan Çin, bu özelliğinin bir uzantısı olarak dünya çapında limanlara yatırım yapmaktadır. Diğer yandan 15 ülkede 29 limana ve 13 ülkede 47 terminale sahip olan Çin’in ticari devlet tekelleri, Danimarkalı Maersk (41 ülke, 76 liman), İsviçreli Mediterannean Shipping Co. (22 ülke, 35 terminal) ve Dubai menşeli DP World (40 ülkede 77 liman) şirketleriyle hâlâ aynı seviyede ya da bunlarin gerisindedir.” ) ²⁶

Samir Amin’ e göre “Çin hegomonik olmayan, bir diğer tür küreselleşme örüntüsü için uğraş vermektedir.” ²⁷

Çok önemli bir husus olarak, Çin bu yatırımları bir egemenlik tesisi haline getirmemektedir. İşgaller, darbeler, sabotajlar, cinayetler  gerçekleştirmemektedir.

Savaşlar ve işgaller Emperyalizmin egemenliğin sağlanması amacıyla – ideolojik ve ekonomik hegemonya ile birlikte – kullandığı araçlardır.  Emperyalizmin bu kanlı sicili hepimizin malumudur.  Bu nedenle dünya üzerinde kendilerinin ve işbirlikçilerinin yüzlerce askeri üssü vardır.

Çin’in de askeri üsler kurduğu Emperyalizmin kendi pozisyonunu güçlendirmek için uydurduğu yalanlardır. Çin’in tek askeri üssü Cibuti’de deniz korsanlarına karşı kurulmuştur.

Emperyalizm SSCB ile yürüttüğü soğuk savaş argümanlarını bugün Çin’e yöneltilmektedir.

Söylenmesi gereken bir başka husus da göç konusudur.

 “Emperyalizmin özellikleri arasında, bir de, emperyalist ülkelerden dışarı yapılan göçlerde bir azalma, buna karşılık ücretlerin düşük olduğu, daha geri ülkelerden buralara akan işçi göçünde artma görülmesi gerçeğini anımsatmalıyız.”²⁸

Levent Dölek’ in anlatımı ile;

 “Çin ucuz emeği sınır dışında aramaya yönelmedikçe, sermayenin içeri, nüfusun dışarı göç ettiği bir ülke olarak kaldıkça emperyalizm ligine yükselmesi olanaksızdır.”

Dünyanın hiçbir yerinde Amerikan, Alman, Danimarkalı, Hollandalı, Kanadalı, İngiliz, Fransız göçmen işçiler diye bir olgu yoksa bunun sebebi bu ülkelerin emperyalist güçler olmasıdır.”²⁹

Çin’in emperyalist bir ülke olduğu savlarına karşı yazının bütünündeki yaklaşıma göre daha keskin bir tutum aldığımız doğrudur.

Çünkü dünyamızda halen yaşananlar ve kapımızdaki savaş tehlikeleri dünyamızı bir felakete doğru sürüklemektedir. Ve bunun sorumlusu emperyalist  güçlerdir. Gözümüzle gördüğümüz, her gün  iliğimizde, kemiğimiz de hissettiğimiz bu gerçeği yok saymak büyük bir aymazlıktır.

Sosyalistler bu gerçeği herhangi bir ölçüde perdeleyecek bir yaklaşımın icinde olamazlar.

Bizim tavrımız ‘yesinler birbirlerini’ olamaz.

Elbetteki emperyalistler arasındaki savaşta saf tutmayız ama egemenlerin daha da güçlenmesine yol açacak savaşları teşhir eder ve karşı dururuz.

Marks ve Engels bu nedenle Kirim savaşında Osmanlı’ yı desteklemişlerdi.

Aynı Saiklerle sosyalistlerin görevinin Hakim emperyalist güce karşı durmak olduğuna inanıyoruz.

Bunu tüm dünya halkları adına enternasyonalist bir görev olarak niteliyoruz.

Sonuç

Buraya kadar sürdürdüğümüz tartışmalardan da anlaşılacağı üzere, amacımız Çin’ i örnek alınacak bir sosyalist model olarak göstermek degildir.

Her ülke kendi sosyalizm deneyini kendi özgün koşullarını gözeterek yapmalıdır.

Amacımız Marksist bir bakış açısıyla uyumlu olmadığını düşündüğümüz bazı iddialara metodik bir itiraz geliştirmektir.

Bunu yaparken karar verdiğimiz bir düşünce üzerinden değil, ortaya koymaya çalıştığımız maddi olgulardan hareket ettik.

Bu bağlamda;

Çin’in sosyalist sistemini ve sınırlı demokratik yapısını Marksist bir perspektiften savunmak, teorik olarak belirli argümanlara dayanabilir.

Marksizm’in temel ilkeleri, sosyalist devrimi koruma, sınıfsız toplum inşa etme ve kapitalizmin geri dönüşünü engelleme etrafında şekillenir. Çin’de uygulanan modeli  bu ilkeleri koruma amacıyla bazı özel koşullara dahilinde savunulabilir buluyoruz.

Çin’in sosyalist kimliği altında ekonomik kalkınma odaklı bir politika izlemesini, öğretimizle çelişki halinde gibi görünür olmakla birlikte,  Marksist bir çerçevede ihtiyatlı  biçimde değerlendiriyoruz.”

Çin,1980’lerden itibaren piyasa unsurlarını sosyalist sistemine entegre ederek devletin gücünü artırma ve halkın yaşam standartlarını iyileştirme iddiasında bulunmuştur. Bu çabaya saygı gösterilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

İsterseniz burada sözü  hepimizin kahramanı  Fidel Castro’ ya bırakalım.

“Eğer sosyalizm hakkında konuşmak istiyorsanız, sosyalizmin Çin’de neleri başardığını unutmayalım. Bir zamanlar Çin açlık, yoksulluk ve felaketlerin ülkesiydi. Bugün bunların hiçbiri yok. Bugün Çin 1,2 milyar insanı besleyebiliyor, giydirebiliyor, eğitebiliyor ve sağlıklarıyla ilgilenebiliyor.

Bence Çin sosyalist bir ülke ve Vietnam da öyle. Ulusal gelişimi sağlamak ve sosyalizmin hedeflerine ulaşmaya devam etmek için gerekli tüm reformları gerçekleştirdiklerinde ısrar ediyorlar.

Tamamen saf rejimler ya da sistemler yoktur. Örneğin Küba’da birçok özel mülkiyet biçimi vardır. Yüz binlerce çiftlik sahibimiz var. Bazı durumlarda 110 dönüme kadar arazileri var. Avrupa’da bunlar büyük toprak sahipleri olarak kabul edilirdi. Neredeyse tüm Kübalılar kendi evlerine sahipler ve dahası yabancı yatırımları memnuniyetle karşılıyoruz. Ancak bu Küba’nın sosyalist olmaktan vazgeçtiği anlamına gelmez.”³⁰

Son olarak ise Mehmet Yücel’in sözlerini aktarıyoruz. “Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’ da ki sosyalist rejimlerin yıkılması ardından ‘tarihin sonunun geldiğini, kapitalizmin edebi zaferini’ ilan eden Fukuyama’yı hatırlayalım. Fukuyama yanıldığını itiraf etmiştir. Fukuyama’yı itirafa mecbur bırakan Çin, Vietnam, Küba, Kuzey Kore ve Laos’un sosyalizm kuruculuğunu sürdürmesidir.”³¹

Ek 1 : Tablo

Kaynakça :

1 ) Mao Zedong 1956.- Aktaran Carlos Martinez / Başlangıcın sonu

2 ) Mao Zedong 1940 – Yeni  Demokrasi Üzerine

3 ) Deng Xiaoping 1980 – Orianna Fallaci röportaj

4 ) Justin Yifu Lin  2011 –  Aktaran Carlos Martinez / A.g.e

5 ) Çin Halk Cumhuriyeti Anayasası madde 7

6 ) Çin Halk Cumhuriyeti Anayasası madde 8

7 ) Çin Halk Cumhuriyeti Anayasası madde 12

8 ) Korkut Boratav 2011- Çin ekonomisi nereye

9 ) Lenin 1921 – Rusya Komünist Partisinin Taktikleri Üzerine Rapor

10 ) Xi Jinping 2019 – Çin özellikleri ile sosyalizmi destekle ve geliştir.

11 ) Engin Erkiner 2023 – Çin sosyalizmi

12 ) Metin Kayaoğlu 2022 – ÇKP neyi başardı.

13 ) Jülide Yazıcı 2022 – Çin’ de Altyapı-Üstyapı gerilimi : Anamoli mi Geçiş dönemlerinin gerekliliği mi ?

14 ) Deng Xiaoping 1979 – Sosyalizmin altında bir Pazar ekonomisi geliştirebiliriz.

15 ) Den Xiaoping 1984 – Özellikle Çin’e özgü bir sosyalizm inşa etmek

16 )  Karl Marks 1852 – Louis Bonapart’ın 18 Brumaire’i

17 ) Lenin  1921 – A.g.e

18 ) Lenin 1922 – Rus Devriminin Beş Yılı ve Dünya Devriminin Geleceği

19) Lenin 1921 – Sovyet Yönetimin Örgütlenmesi

29 ) Lenin 1921 – III. Enternasyonel Konuşmaları

21 ) Jülide Yazıcı 2022 – A.g.e

22 ) Korkut Boratav   2021 – ÇKP’ nin yüzüncü yıl dönümü , Röportaj

23) Levent Dölek – 21. yüzyılda savaşın karakteri : Çin ve Rusya Emperyalist savaşın tarafı mı hedefi mi ?

24) Ernest Mandel 1984 – Egemenlik Altındaki Ülkeler

25) Levent Dölek – A.g.e

26 ) Levent Dölek – A.g.e

27 ) Samir Amin  2013 – Çin 2013

28 ) Lenin – Kapitalizmin En Yüksek Aşaması : Emperyalizm

29 ) Levent Dölek  – A.g.e

30 ) https://learningfromchina.net/china-is-most-promising-hope-for-third-world-fidel/

31) Mehmet Yücel 2022 – Çin, Vietnam ve Küba’ da Sosyalist Yönelim Üzerine Düşünceler


Ümit Bayrak – 07.11.2024


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑