“Her şeyden hepimiz sorumluyuz!” -1 | İ. Metin Ayçiçek
İktidarın A Takımı kazandı. B takımı şimdilik yine yedeğe alındı. Sistem için yeniden bir tehlike doğarsa iktidarın yedeği, geçmişte defalarca örneğini gördüğümüz gibi, eskisini asla aratmadan yeniden görevi üstlenir…
İnsanlık benzeri dönemleri geçmişte de yaşadı elbette. Yoksulluğun en dibe vurduğu ve hırsızlığın iktidarlar tarafından örgütlendiği tarihsel dönemler her zaman yaşandı. Türkiye’de yaşanan ise benzerlerinden farklı değildi tabii ki! Tarihte adaletsiz yönetimler daima hırsızlıkla ve zulümle birlikte büyümüştür. Günümüz Türkiye’sinde yaşananlar da bundan ayrık bir şey değildir.
Her yazıda, bu pisliğe karşı direnişin gücünün böylesine zayıf olmasını öfkeyle eleştirdim. Ne var ki bu durum, ilk kez ülkemizde yaşanan bir gerçek değildi. Gerçekte mülkiyet sahibi sınıfların eliyle yönetilen devletlerin adil, eşitlikçi olmasını beklemek mümkün değildi elbette. Yani, sorun sadece AKP ya da başka bir partinin iktidar olmasıyla açıklanabilecek bir sorun değildir. Siyasal iktidarın hangi sınıfların denetiminde olduğu gerçeğini atlayarak devlet tahlili yapılamayacağını; devletin daima bir “sınıf iktidarı” olduğunu, ve bu iktidarı kaybetmemek için yönetilen sınıfların itirazlarına karşı her türden zulmü ve manevrayı kullanacaklarını yaklaşık en az iki yüz yıldır bilimsel açıklamalarıyla görerek öğrendik.
Bütün bu sefalete ve zulme rağmen, Türkiye halkının, bu uygulamanın bugünkü sahibi olan iktidar lehinde seçimlerde kullandığı oy miktarının yarısının gerçek olmadığını düşünsek bile (ki elbette böyle değildir), yaşanan gerçekler ile seçim sonuçlarının gösterdiği paradoksu açıklayabilmek, sanırım kolayca başarılabilecek bir soru değildir.
Zaman zaman öfkelenerek halka yönelik eleştirilerimizi uç boyutlara tırmandığımız söylenebilir. Oysa bu konuda yazanların hiç olmazsa bir kısmının halka ilişkin kullandığı “aptallık” tanımı “bir öfkenin sonucu olarak dışa vurulan bir tanım” değildi. Çünkü tarihte, halkların büyük çoğunluğunun, kendi yaşamlarını sürdürürken, kendi çıkarlarına taban tabana zıtlıklardan yana tavır koyabildikleri böylesi aptallıkların zirveye tırmandığı dönemleri, bu tür kavramların ışığında analiz eden düşünürler hep olmuştur.
Bunun günümüze en yakın olan örneği genç bir teolog olan ve 4 Nisan 1945’de Nazi Almanya’sının bir toplama kampında idam edilerek öldürülen rahip-düşünür Dietrich Bonhoeffer’dir.
***
NAZİ Almanya’sının çok hızlı bir biçimde nasıl bir dehşet ülkesi haline geldiğini; birçok düşünür ya da sanatçının nasıl birden yolunu değiştirerek ideolojik olarak ırkçı, yönetimsel olarak faşist saflarda yer aldığını ciddi ciddi incelemeye çalışan Bonhoeffer, NAZİ‘lere karşı tutumundan dolayı tutuklanarak toplama kampına atılmıştı.
Oysa Bonhoefer’in sorusu ve soruya verdiği yanıt, çağın insanlık adına yanıtlaması gereken en önemli soru idi: “Bir toplumda, toplumun ve entelektüellerin de çoğunluğu olmak üzere Hitler gibi bir çılgının peşine takılabilecek düzeyde ‘aptallık’ var olabilir miydi?”
Başka bir söylemle: Birçok entelektüelin, bir zamanlar kendilerinin de inandıkları görüşleri savunmaktan da aciz kalarak, daha sonraki süreçlerde “haberim yoktu, görmedim, duymadım” basitliğinde inkâra düşmelerini nasıl açıklamak mümkündür?
Bu sorunun cevabını, NAZİ toplama kamplarında tutuklu genç bir ilahiyatçı olan Dietrich Bonhoeffer idam edilmeden önce vermeye çalışmıştı. Ve onun tahlilleriyle ulaştığı sonuçlar, sadece NAZI dönemi Alman Halkının davranış modelini değil, günümüz halklarının politik iktidarların otoriteleri karşısındaki davranış modellerini de tahlil edilebilir hale getirmiştir.
“Bu sorunu yanıtlamaya çalışanlar, ilk etapta aptallığın doğuştan gelen bir maraz olduğunu düşünür, ki bu yanlıştır. İnsanlar belli şartlar altında aptallaşıyorlar. Daha doğrusu başkalarının kendilerini aptallaştırmasına izin veriyorlardı. Entelektüel birikimi olduğu halde aptal olan çok sayıda insan vardı.”
NAZİ Almanya’sı öncesi Almanya’nın ekonomik koşulları, yaşam standartlarının düşüklüğü, işsizlik, enflasyon vb. faktörler, gelecek güvencesini iktidarların vaatlerinden ötede yaşamalarının mümkün olmadığını bilerek, güçlü görünen iktidarlara kayıtsız şartsız teslim olmayı yeğliyorlardı. Alman kökenli yoksulların, orta halli Yahudi vatandaşlarının yaşam koşullarındaki küçük bir farklılığı bile “ulusal kimliğin aşağılanması” maskesiyle reddederek, gasp, talan ve el koyma gibi mülkiyetçi hiçbir hukukun kabul etmeyeceği açıklamalara başvurmasının gerekçesi böylece yaratılmış oluyordu.
Almanya tarihinin en karanlık döneminden geçiyordu. Masum insanların dükkanları taşlanıyor, kadınlar ve çocuklar zalimce sokak ortasında aşağılanıyordu. Genç teolog Bonhoeffer, büyük eserler üretmiş olan Alman kültürünün, neden organize kötülüğün, zalimliğin, korkaklığın, cehaletin ve suçun merkezi haline geldiğini/getirildiğini sorgulamaya başlamıştı.
Bonhoeffer bu sorunun yanıtının “iyi ya da kötü kavramları üzerinden araştırılmasının” yanlış olduğunu savunarak, “sorunun temelinde iyi ya da kötülük değil, aptallık yatıyor” diye bir saptamaya ulaştı. Ona göre, “aptallığın yarattığı kötülük, diğer tüm kötülüklerden daha tehlikeli” idi. Çünkü kötülüğü “protesto edebilmek” ve onun argümanlarına, karşı-argümanlar sunarak onunla mücadele etmek mümkündü. Ama aptallığın bunu anlamaktan da yoksun olacağını unutmamak gerekirdi.
Bonhoeffer’e göre, “organize olmuş ahmaklar sürüsüne karşı yapabileceğiniz hiçbir şey yoktu. Ne protestolar, ne zorlama onlara etki etmiyordu. Mantıklı gerekçeler sunduğunuzda önce reddederler, reddedemeyecek hale geldiklerinde ise önemsizleştirirler. Aptal insanlar hallerinden memnundur, fakat saldırıya da hazır haldedirler. Saldırıya geçtiklerinde kötü insanlardan çok daha tehlikelidirler.”
Bonhoeffer “aptallık” sözcüğünü basit algıdan uzak tutarak, biyolojik ya da psikolojik doğasını anlamaya çalıştı ve ünlü tezine ulaştı: “Onun doğuştan gelen bir maraz olduğu düşünülmesine rağmen, aptallığın bir zekâ problemi değil, ahlaki bir problem olduğu” tezine ulaştı: İnsanlar. Toplumsal yaşamda, belli şartlar altında aptallaşıyorlardı, daha doğrusu başkalarının kendilerini aptallaştırmasına müsaade ediyorlardı. Ve araştırmalar gösteriyor ki, yalnız yaşayan insanlarda bu maraz daha az görülüyordu. Yani aptallık, psikolojik değil sosyolojik bir problem idi.
Üstelik, ahmaklar ve diktatörler arasında muazzam bir korelasyon vardı, ikisi de birbirine ihtiyaç duyuyordu. Bonhoeffer böylece “yönetme gücünün bir kişide toplanması” isteğinin dinî ve politik hareketlerde çok fazla rastlandığını, ve bu nedenle bu hastalığın bulaşma ortamının bu tür yerlerde daha etkin olduğunu iddia eder. “Aptallık hastalığının bulaştığı yerler böylesi gruplardı.”
Ona göre, insanlar, daha öncesinden kazandıkları ahlaki ve entelektüel birikimlerini bir anda kaybetmiyorlardı. Ama diktatörün gücü arttırdıkça, aptalların o gücün büyüsüne kapılmalarını sağlıyor ve kendilerini onun yerine koyarak, “bağımsız düşünme” yetisini kaybediyorlardı. Başka bir deyişle, kişi, diktatör ya da o güce sahip din önderi tarafından iradi olarak ele geçiriliyor ve onun gerçeklikle ilişkisini koparıyordu. Kendisine sunulan gerçekleri kanıtlı da olsa kabul etmeyen bu kişilikler, neredeyse sloganlarla konuşan bir robot konumunda tavır alıyorlardı. Artık ona sunulan hiçbir kanıt ya da örnek adeta büyülenmiş gibi davranan bu kişileri düşünmeye yönlendiremeyecektir. Çünkü onlar artık ne yaptıklarının farkında bile değillerdir, sadece duyduklarını tekrar edeceklerdir. Bu nedenle onlara doğruları anlatarak ikna çabaları genellikle sonuç vermeden kalır. Onları bu “katatonik uykudan” çıkarmanın tek yolu “bağımsız-özgür” olmalarını sağlamaktır.
9 Nisan 1945 günü sabaha karşı bir NAZİ toplama kampında darağacına asılarak öldürülen Dietrich Bonhoeffer, bu saptamalarının ardından çok önemli bir saptamaya ulaşıyor ve bütün insanlığı oraya davet ediyordu: “Yaptığımız ve yapmaktan kaçındığımız her şeyden sorumluyuz!”
***
Gelelim seçimlere:
Bu konuda söylenecek hayli söz var elbette. Öncelikle söylemekte yarar var: Toplumun oy kullanımını etkileyen en önemli dürtü, iktidar ile muhalefetin birbirinin aynısı / aynası görünümünde olmasıydı. Bu durumda sonuç ne olursa olsun seçimin çok da ciddi bir değişim yaratması beklenemezdi. Toplumun temel sorunlarına çözüm getireceğine dair güvenilir belirtiler CHP’de aşağı yukarı hiç yoktu. AKP ise, en azından uzun süredir sürdürdüğü iktidarının bu konuda sağladığı avantajlarının çok rahatlıkla kullanılabilmekteydi.
Cumhur ittifakının içinde olan siyasal grupların (görece olarak Hüda-Par dışında) bütünü, bire bir CHP içerisinde de yer almıştı.
A takımından MHP’ye kötü faşist, B takımından İyi Parti’ye iyi faşist deme komikliğini ya da A takımından Yeniden Refah Partisi’ne kötü dindar, B takımından Saadet Partisi’ne iyi dindar deme komikliğine düşmeyeceğiz sanırım. Üstelik MHP kökenli partilerin kurdukları uyduruk tabela partilerinin çoğunun yer aldığı blok ne yazık ki CHP’nin yer aldığı blok idi.
İkincisi ülkenin gündeminde birinci sırada varlığını dayatan üç sorundan ilki olan Kuzey Kürdistan’ın sömürge statüsünün devamına yönelik iktidar ve muhalefetin sürdürdüğü ortaklığı; ülke genelinde sorunların çözümsüzlüğe mahkûm edilmesinin açık beyanı idi. Açık söylemek gerekir ki, bu coğrafyada yaşanan sorunların büyük bir çoğunluğunun çözümü, “Kürt sorunu” olarak yanlış bir biçimde tanımlanan “Kürdistan’ın sömürge statüsünün devamı”, yani sorunların ana nedeninin çözümden uzak tutulmasıdır. TC son kırk yılında Kürt Özgürlük Hareketi’nin başkaldırısını anlamak” yerine, onu “terör” diyerek tanımlayarak bir halkın katlini “ulusal görev olarak” devlet programlarının başına koymuştur. Ve biliyoruz ki kırk yıldır baş eğdirilemeyen bu özgürlük hareketi, geleceğe daha da büyüyerek yürüyeceğini yüzlerce kez kanıtlamıştır.
Bu konuda TC’nin bütün girişimleri ekonomik çıkarlarının sömürgeciliğin devamı pahasına korunması anlayışı olmuştur. Ve sömürgeciliği “devlet” politikası olarak benimsediği için, CHP’nin kendisini AKP’den ayrıştırabilmesi mümkün değildir. Bu konuda CHP’nin seçim adımları, iktidarın seçim adımlarından ve programından temelde farklılaşamadığı bir gerçektir. Ve ittifaklarının bire bir aynı olması da temelde politik farklılıklara değil, çıkar ilişkilerine dayalı olarak açıktan sergilenmektedir.
Sistemin A Takımı seçimleri kazanarak iktidarda kaldı. Sistemin B Takımı ise, görevini dört dörtlük bir başarıyla yerine getirerek, seçimlerin gerçekleştirilmesinde, artık dış ülkelerin bile inanmadığı “demokratik işleyişin” varlığını dünyaya inandırmaya çalışarak, yaşanan sorunun “zekâ” sorunu değil, “aptallık” sorunu olduğunu bir kez daha kanıtlayarak, asli görevi olan sömürgeci – sömürücü sistemi güvence altına alarak misyonunu yerine getirmiş oldu.
Şimdi, zekâ özürlü olma avantajını kullanmadan, bir görevi yerine getirmenin mutluluğu içerisinde “aptal rolüne” girebiliriz.
İktidarın A Takımı kazandı. B takımı şimdilik yine yedeğe alındı. Sistem için yeniden bir tehlike doğarsa iktidarın yedeği, geçmişte defalarca örneğini gördüğümüz gibi, eskisini asla aratmadan yeniden görevi üstlenir. A takımını, hakkı olarak “ayinesi iştir kişinin” sözü içeriğinden yola çıkarak, her türden yolsuzluk, hırsızlık, ahlaksızlık ile tanımlamak artık kanıt istemeyen bir gerçektir. Ama böylesi bir iktidarın rakibi olan B Takımını ayna önüne getirdiğiniz zaman, eğer kişilere yönelik eleştirilerden başka (temel sorunlara ilişkin) ciddi bir öneri görüyorsanız lütfen söyleyin. 2000 sayfalık program yazmaya gerek yoktu. Seçime beş kala hazırlanabilen 2000 sayfalık bir belgeyi Anadolu halklarının okuyup değerlendirebilmesi asla mümkün değildi elbette. Bu nedenle artık çıban başı olarak adlandırabileceğimiz birkaç başlığın açılımı yeterli olacaktı.
Örneğin, “Kürt sorunu” diye yanlış biçimde adlandırılan “TC sömürgeciliği ve Türk Sorununa” ilişkin Kürt halkının kimlik taleplerini ya da bu topraklarda yaşayan azınlık “kimliklerinin özgürlüğünü” kabul etmeden ve buna yönelik olarak Kürt Özgürlük Hareketi’nin yaptığı gibi “adil bir çözüm programı” sunmadan Anadolu Mezopotamya topraklarının huzurla yaşayamayacağı artık kesindir.
100 yıl boyunca Ermeniler, Rum-Pontuslular, Lazlar, Asuri-Süryani Keldaniler ve elbette Kürtler ve diğer halklar üzerinde gerçekleştirilen TC’nin onlarca katliamından çıkarılacak en önemli ders, bu halkların sürdürdükleri ulusal kimlik özgürlüğü mücadelesinin geriletilmesi şöyle dursun, tersine varlıklarını bugüne kadar geliştirerek sürdürebilmesinin de dinamosu olmuştur. Bu mücadeleyi TC’nin egemen ulus yanında sonsuza dek zaferle sürdürebilmesinin tek bedeli sadece kendi ulus kimliğinin sömürgecilikle kirletilmesi değil ama aynı zamanda, ülke topraklarında yaşayan başta Türk halkı olmak üzere bütün halkların yoksulluk, katliam ve gelecek korkusundan uzak yaşayabilmesi olasılığının bütünüyle ortadan kaldırılması olacaktır. Bu durum açıktır ki TC’nin bir avuç iktidar sahibinin çıkarları gereği sadece ülkeyi değil ama bütün bölgeyi ciddi sorunlarla yüzyüze getirecek ciddi gelişmelere de neden olacaktır.
***
Evet, bu seçimi muhalefet cephesinde yer alan (!) Millet İttifakı’nın da desteğiyle bir kez daha sömürgeci sistem kazandı. Bugünün zafer sarhoşluğu içinde bu sömürgeci sistem kendini çok güçlü hissedebilir. Ama karşı çıktığımız sisteme yönelik sadece haklı olduğumuzu savunmanın yeterli olacağını iddia etmenin yaşamda somut bir karşılığı olamaz. Biz biliyoruz ki haklı olmak tek başına zaferin güvencesi değildir. Şimdi eğri otursak da doğru konuşmayı öğrenerek başlamamız gerekiyor.
Günümüzde Kürt halkının özgürlük mücadelesi; Alevi toplumunun inançlarını özgürce ve kendi özgün kurumlarıyla yaşatabilme özgürlüğüne ve olanaklarına sadece avucumuzun içindekileri görerek yetinme aptallığına düşmeden, geleceğin koşulları içinde nasıl rol üstlenebileceğimizin de saptanabilmesi için yaklaşımlarımızı farklı perspektifler içerisinden geliştirmek zorundayız.
Ve en önemlisi, toplumu etkileme gücü itibarıyla en yoksun günlere sıkıştırılmış olan sendikal engelleri aşarak, İşçi Sınıfı’nın sisteme karşı örgütlenme çabasını artırmak, yoğunlaştırmak gerekir. Biliyoruz ki bugün Türkiye işçi sınıfının bütün hakları sadece AKP ve iktidarları tarafından gasp edilmiş değildir. CHP’nin “atılımlarıyla” bütünüyle ortadan kaldırılan “sosyal demokrat” nitelikli programlar, doğası gereği zaten Millet İttifakı’nın kabullenebileceği bir ittifak hedefi olamazdı. Olamadı da.
İşte, şimdi teleskopla bakma zamanıdır diyerek, geleceğe ilişkin programların peşine düşme zamanıdır. Manly P. Hall’in gerçekten düşündürücü sözünü hatırlamak, belki de politikayı düşler aleminden çekip çıkararak yaşamla yeniden buluşmamızın yolu olabilir: “Mikroskop insana önemini gösterdi; teleskop da önemsizliğini… Ve yeniden hayatı görmemiz gerekir.”
***
Son olarak: Belki merak edileceğini düşündüğüm için açık söylemekte bir sıkıntı görmüyorum: Seçimde Parlamento için Yeşil Sol Parti’ye oyumu verdim. Cumhurbaşkanlığı seçiminde ise ne aynaya bakan yüzü, ne de aynadan yansıyan yüzü birbirinden ayırmadığım için, elbette, kendi kimliğini bile açıklamaktan yoksun olan bir muhalefet adayına oy veremezdim, vermedim de!
Ve sonuncu olarak: Yeşil Sol Parti de, HDP de benim karınca kararınca içerisinde yer almaya çalıştığım partilerdir. Ama böyle olmasına rağmen, hangi devletten gelirse gelsin, bir halkın çıkarına ama diğer halkların zararına politikaların yanında tavır almanın doğru bir çözüm olacağına inanmıyorum. Bu nedenle Cumhurbaşkanlığı seçimi için bazı yoldaşlarım tarafından talep edilen, artık kesinlikle ortanın sağında, ve sağın içinde yer alan CHP’li adayın desteklenmesini de doğru bulmadım. Ama süreçte tartışma yaratmamak için (tartışmaları az da olsa sürdürebilmek için yeterli zaman da olmadığı için) konu üzerine yazmaktan kaçındım. Koskoca bir halkın temsilcisi ve üstelik sömürgeci devletin yasaları içerisinden bile meşruiyeti kabul edilmiş olan yasal bir siyasal parti ile ilişkilenmek yerine onu yok sayabilecek bir anlayışı kabul edilebilir bir anlayış olarak tanımlayabilmem mümkün değildir.
Günümüzde, Kürt halkı ve Anadolu-Mezopotamya topraklarının diğer kadim halklarının üzerinde sürdürülen acımasız katliamlarını neredeyse 100 yıldır devam ettiren bir devletten söz edilirken, bu konunun birinci sırada yer almadığı hiçbir politik gündem ya da ittifak anlayışı beni ilgilendirmemektedir.
Bu, salt sistem ortaklığı değil aynı zamanda sömürgeciliğin devamı için kapının açık bırakılması anlamına gelecektir. Ve bu kişisel saptamam hiç kimseye yönelik bir eleştiri içermemekte, sadece düşüncelerimin yarına akacak kurgusunu belirtmektedir. Lenin’den aktararak analım: İngiltere Başbakanı Disraeli, daha 1852’de bugün de kesin olarak kanıtlanan bir öngörüyü dile getirmişti: “Sömürgecilik boynumuza takılmış değirmen taşları”dır.
Evet, ne yazık ki, TC tarihiyle de bu gerçek, bir kez daha kesinlikle kanıtlanmıştır.
İ. Metin Ayçiçek – 22.06.2023