Published on Eylül 25th, 2024
0İşçi sınıfı partisi üzerine bir değerlendirme | Ümit Bayrak
Demokratik merkeziyetçilik ilkesine sahip çıkmak, onu geliştirmek ve yanlışlarından arındıracak mekanizmaları üretmek temel görevimizdir…
“Mülk sahibi sınıfların kolektif gücüne karşı mücadelesinde isçi sınıfı, kendisini mülk sahibi sınıflar tarafından oluşturulan partilerden ayrı – bağımsız ve bunların hepsine karşı duran bir siyasi parti içinde yapılandırmadan, bir sınıf olarak hareket edemez. İsçi sınıfının bir siyasi parti içinde yapılanması toplumsal devrimin zafere ulaşmasını sağlamak ve en sonunda özel mülkiyetin ve sınıfların ortadan kaldırılması için kaçınılmazdır.”
Birinci Enternasyonal, Lahey kongresi 1872
1847 yılında kurulan ilk uluslararası proletarya partisinin Marks ve Engels tarafından hazırlanan tüzüğünde Komünistler Birliği’nin amacı, “burjuvazinin devrilerek proletaryanın iktidarının kurulması, sınıf karşıtlığı üzerinde yükselen eski burjuva toplumunun ortadan kaldırılması ve özel mülkiyetin olmadığı yeni bir toplumun kurulmasıdır” seklinde tarif edilmektedir.
Ne kadar net ve yalın!
Bu ifadeler kendinden sonraki bütün mücadelenin ana zeminini oluşturmuştur.
Devrimler çağı olarak adlandırılan ve isçi sınıfının tarih sahnesine muazzam bir rol üstlenerek çıktığı bu dönemde Marks ve Engels, proletaryanın bu mücadelesinin gizli, komplocu tartışmalar yürüten tarikat benzeri toplulukların geleneksel yöntemlerinden farklı olarak açık, kurallı ve tanımlı bir şekilde sürdürülmesi gerektiğine inanmış ve tabandan yukarıya doğru bir araya gelen üyeler ve çevre, yönetici çevreler, merkezî otorite ve kongre seklinde bütünlüklü bir örgüt yapısı tarif etmişlerdir.
Kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçtiği bir dönemde, “iktidar savaşımında, proletaryanın, örgütten başka bir silahı yoktur” diyen Lenin (Lenin, Bir Adım İleri İki Adım Geri, s. 247) diyen Lenin, proletarya partisini proletaryanın tümünün değil, onun öncü kesimlerinin partisi olarak tanımlamış ve böyle bir örgütün, otokratik bir ülkede en başta hayatının tümünü devrime vakfeden profesyonel devrimcilerden oluşması gerektiğini belirtmiştir. Bunu da harekete kendiliğinden katılan yığınların eylemliliğinin yönlendirilmesi ve sürekliliğinin sağlanması amacını taşıyan bir çerçeveye oturtmuştur. Bu diyalektik kavrayış haklı çıkmış ve iktidar, dünya tarihinde ilk kez uzun süreli biçimde işçi sınıfının eline geçmiştir.
Bu başarıda öncülük anlayışının kendi kendine vehmedilen değil, ispat edilen bir şey olarak kavranması etkili olmuştur. Lenin’in bunu kanıtlar nitelikte ifadesi ile, “kendimizi ‘öncü’, ileri birlik olarak adlandırmamız yetmez. Öyle davranmalıyız ki bütün öteki birlikler bizim başta yürüdüğümüzü anlasınlar ve bunu kabul etmek zorunda kalsınlar” (Lenin, Ne Yapmalı? s. 94) [italikler orijinalde]. İktidar sonrası dönemde ise Parti’nin kapılarının açılması ve işçi kitlelerin katılımının sağlanması ile ilgili birçok öneri ve tartışma da yine Lenin’in önderliğinde sürdürülmüştür.
Bir ilke olarak demokratik merkeziyetçilik
Lenin, partinin örgütsel isleyişine ilişkin savunduğu demokratik merkeziyetçilik ilkesini geliştirmiş ve temel bir prensip hâline getirmiştir. Bu ilke, tüm dünya komünist partileri tarafından kabul görmüştür. Demokratik merkeziyetçilik, başarılı örneklerinin yanı sıra yozlaşmış birçok uygulamaya da örtü olarak kullanılmıştır.
Kimi durumlarda karar alma süreçlerine daha fazla insanın katılmasının, bir partinin programatik çizgisinin dışında kalan önerilerin partide hâkim hâle gelmesi gibi bir tehlikeyi içerdiği düşünülse de reel sosyalizmin uğradığı ihanet, birçok örnekte bizzat parti merkezi eliyle gerçekleştirilmiştir. Bu durumda ilkeler; yeniden üretilen ve pratik içerisinde sınanan, kitlelere mal olmuş, denetlenen olgular olmaktan çıkmış ve dogmatik bir şekilde bir statükonun aracı olarak kullanılmışlardır.
Tüm dünyada işçi sınıfı hareketinin taraftarları ve destekleyicileri mücadelenin gerekliliklerine ilişkin tartışmalar yürütmüş; öneri, taktik ve stratejik anlamda çok çeşitli politikalar geliştirmişlerdir. Bu politikalar bir eylem kılavuzu olan Marksizmin doğası gereği pratikte sınanıp doğrulanmış veya yanlışlanmışlardır. Nice zaferlere olduğu kadar nice yanlışlara da imza atılmıştır. Yapılacak hataların bedellerinin çok ağır olabileceğini bilerek bunların en aza indirgenmesi için, atılacak her adımın kolektif bir irade tarafından sahiplenilmesi ve kurumsal denetimin sağlanması hayati önemdedir.
İşçi sınıfı partisi ve demokratik merkeziyetçilik ilkesi bunun için vardır. Farklı fikirlere ve yeniliklere açık olan canlı bir tartışma ortamını sağlamak, işçi sınıfı partisinin yükümlülüğüdür. Bu anlayış ile parti ve örgüt teorisinde döneme özgü olarak yapılacak iyileştirmeler, geliştirmeler ve uyarlamalar öncü olma iddiasını taşıyan kadroların görevidir.
Farklı dönemlerde vurgusu ve tonu değişen isleyiş normlarının oluşması eşyanın doğası gereğidir. Marksizm, dönemlere ve şartlara özgü olarak yeniden üretilmelidir. Bu yüzden ideolojik mücadelenin sürekliliği esastır. Silahlı ayaklanma koşullarındaki bir partinin örgüt anlayışı ve işleyişi ile hazırlık gerektiren bir dönem tahlili yapan ve güç depolayan ya da bir yenilgi donemi sonrası yeniden mevzi kazanmaya çalışan bir partinin işleyişi, kuralları aynı olamaz.
Marks ve Lenin’den bugüne devrim öncesi hazırlık dönemi, devrimci durum, devrim ve iktidar sonrası gibi birçok farklı dönem için somut koşulların somut tahlili ilkesinin cesurca uygulanabilmesi, ileri atılımın tek şartı olagelmiştir. Sosyalizmin 20. yüzyıldaki birçok başarısı, dönemsel fırsatların sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesiyle gerçekleşmiştir. Sadece içinden geçilen dönemin değil, yerel ve özgün koşulların dikkate alınması da bu başarının vazgeçilmez şartıdır. İşçi sınıfı partisi ve onun örgütsel işleyişi üzerine yapılacak değerlendirmeler için bugün de aynı durum geçerlidir.
Ne yazık ki, Marksist parti teorisi konusunda ciddi bir tutuculuk söz konusudur. Öte yandan bir başka uç olarak sanki tarih hiç yaşanmamış gibi toptan bir reddiye geliştiren anarşizan, liberal eğilimlere de rastlanılmaktadır. Tarih bizim tarihimizdir. İşçi sınıfı mücadelesinde üst üste konulan her taşın bir değeri vardır. Bize düşen görev, bunca deneyimden süzülerek bugüne aktarılacak doğruları sahiplenmek, yanlışların nedenlerini araştırmak, bulmak ve eğer varsa, geliştirilmeye ihtiyaç duyulan öğeleri tartışmaya açıp şabloncu bir bakış açısından uzak durarak bunları günümüzün mücadelelerine taşımaktır. Bunu komünistlerden başka yapacak kimse yoktur.
Demokratik merkeziyetçilik: Evet ama nasıl?
Demokratik merkeziyetçilik ilkesine sahip çıkmak, onu geliştirmek ve yanlışlarından arındıracak mekanizmaları üretmek temel görevimizdir.
Demokratik merkeziyetçilikte demokrasinin anlamı parti üyelerinin ve örgütlerinin isteklerini, fikirlerini tamamen ifade edebilmeleri, üretkenliklerini ve coşkularını tümüyle ortaya koyabilmeleridir. Merkeziyetçiliğin anlamı ise bütün partinin irade ve aklının birbiriyle uyum içinde ve üyelerin eylemlerinin birleşik olmasıdır. Diyalektik yaklaşımla bakarsak, bu ikisi aynı şeyin iki yönüdür ve birbiriyle ilişkili, birbirine bağlı, birbirini etkileyici ve birbirinin tamamlayıcısıdırlar. Eşit öneme sahiptirler ve birbirinden ayrı ele alınmamalıdırlar.
Partinin irade birliğinin gerçekleşmesinin yolu bu ilkenin titizlikle uygulanmasından geçmektedir.
Demokratik merkeziyetçiliğin etkin bir şekilde işleyebilmesi için ise parti içi demokrasinin olması esastır. Parti içi demokrasi her kademede seçim yapılmasını şart koşar ama bununla sınırlı değildir. Seçimlerin biçimsel bir işleyişe indirgenmemesi için şeffaflık, bilgi edinme, hesap verilebilirlik, düzenli raporlama, iç tartışma zeminlerinin varlığı, farklı görüşlerin kendini ifade etme ve yayma hakkının tanınması, adaylaşmanın teşvik edilmesi, parti içinde bulunan dezavantajlı ve farklı demografik, kültürel, bölgesel ve sektörel kesimlere yönelik temsiliyet esaslarının gözetilmesi gibi bir dizi yapısal ve örgütsel öğenin varlığı gereklidir.
Yönetim kadrolarının her düzeyde belirlenmiş tanım ve periyotlar içinde faaliyeti, rotasyonu ve yenilenmesi de öngörülmelidir.
Denetim organları bağımsız hareket edebilme yeteneğine sahip, parti genelinde saygınlığı olan kişilerden ve kapsayıcılık esas alınarak oluşturulmalıdır. Ancak hiçbir yazılı kural ve teamül, parti içi demokrasinin teminatı değildir. Bunu sağlayacak olan, kitlelerin toplumsal mücadele içinde kazandıkları bilinç ve sorumluluk duygusunun yaygınlaşmasıdır. Bu, kitlelerin partiyle kurduğu gerçek ilişki biçimidir.
Eğer tabanda geniş ve yaygın bir örgütlenmeniz yoksa, üyeler ve taban örgütleri inisiyatif kullanmaktan kaçınıyorlarsa, demokratik talep ve görüşler ileri sürmek temel bir hak olarak görülüp içselleştirilememişse; yani aslında sosyalizm mücadelesi çeşitli maluliyetlerle akamete uğratılmışsa parti içinde kolaylıkla yöneten-yönetilen ilişkileri kendini süreklileştirmeye ve kurumsallaştırmaya başlar. Sonuç olarak ise bürokratizm vb. her türlü yozlaşmaya kapı açılır. Bunun panzehiri üyeleri sürekli diri ve canlı tutacak, tabana yayılmış kesintisiz bir ideolojik mücadele hattıdır. İdeolojik mücadeleden hiçbir koşulda vazgeçilmemelidir.
Eleştiri ve özeleştiri kültürü ideolojik mücadelenin temelidir. Neticede parti bir araçtır. Önemlidir, ancak kutsal değildir. Kutsal olan amacımızdır. Dolayısıyla sınıf partisinin yönetim, çalışma ve işleyiş ilkeleri devrimci eleştiriden muaf değildir. Eleştiri partiyi güçlendirir, eksiklerini gösterir. Kolektif bir irade, eleştiri olmaksızın gerçekleşemez. Eleştiri kanallarının açık tutulması, hatta teşvik edilmesi yönetimlerin görevidir. Bu konuda eleştiriyi yok saymak, yasaklamak vb. uygulamalar partinin kendi ayağına kurşun sıkmasıdır.
Sosyalizm, bir deyişle insanın kendini gerçekleştirmesidir. Parti üyeliği, bunun bugünden gerçekleşmesinin olanaklarının yaratılacağı bir zemindir.
Partinin yönetim organlarının çalışmaları üzerine üyelere düzenli rapor verilmesi de önem taşımaktadır. Bilgi edinme hakkı olmaksızın sağlıklı bir parti yapısı mümkün değildir. Aksi bir durumda politika üretmek, birtakım konularda diğerlerinden daha üstün olan yöneticilerin uğraşı olur ve parti içinde bir tür elitizm ortaya çıkar.
Düzenli raporlamanın gerçekleşeceği bir zemin olarak iç yayın faaliyeti, şeffaflığın temelini oluşturur.
Parti içinde alt birimler üst birimlere ve azınlık çoğunluğa tabi olmalıdır. Bu ilkeler de demokratik merkeziyetçiliğin esasları dahilindedir. Başka türlü aynı hedefe yürüyen uyumlu ve güçlü bir yapının oluşturulmasının imkânsızdır.
Ancak azınlık hakları, tariflenmiş bir hukuk çerçevesinde garanti altında olmalıdır. Sürekli olarak çoğunluğa tabi olan bir azınlığın zaman içerisinde bu ilişki biçimini sorgulaması doğaldır. Karar alma süreçlerinin tartışmaya açık ve iknaya dayalı olması esastır. Burada en azından günümüzde cesaretle tartışılması gereken, tartışılan konu ideolojik bir alan ve özgül bir durum ise alınan bir kararın uygulanmaması hakkının olup olamayacağıdır. Çünkü örnekler göstermiştir ki bu hakkın olmaması yarardan daha çok zarar getirmektedir.
Parti içi demokrasinin olduğu koşullarda partinin bütün üyeleri eşittir. Liyakat ve uzmanlık, parti içi bir hiyerarşi aracı değildir. Kolektif yöneticilik ve kolektif önderlik her zaman için hedeflenen bir durum olmalıdır. Bunun zemininin yaratılması ve yöneticiliğin bir ayrıcalığa dönüşmesinin engellenmesi önemli bir görevdir. Ebette üyeler arasında nitelik farkları olacaktır ama bu durum içe dönük olarak değil partinin toplumsal hâkimiyetini pekiştirmek için kullanılmalıdır.
Ülkemizde durum: Evvelimiz, ahirimiz
Ülkemizin tarihinde, nedenlerinin ve ayrıntılarının anlatılması bu yazının kapsamını çok aşan uzun sureli bir baskı ve imha ortamında az sayıda kadro tarafından kurulan ve yaşatılmaya çalışılan Türkiye Komünist Partisi (TKP), ağır bedeller ödeyerek yeraltında faaliyet sürdürmek zorunda bırakılmıştı.
Bu dönem boyunca parti temel olarak Komintern çizgisine uygun bir politika ve örgütlenme anlayışı benimsedi. Bir ara kendi kendini de fesheden eski TKP yapılanması, otokratik yönetimlere karşı genellikle katı denebilecek merkezi kurallar içinde savunma çizgisinde kaldı. Gizli ve yasadışı parti faaliyeti çok uzun bir süre TKP’nin gerçeği oldu. Ancak legal parti arayışları yine bu dönemin kadroları tarafından gündeme getirildi.
Anayasal özgürlüklerin genişlediği bir dönemde sendika önderleri tarafından kurulan TİP, içinde bulunulan konjonktürün de etkisiyle kısa sürede büyüdü ve bunu yaparken kendinden önceki birikimi tam olarak kapsayamasa da ondan büyük ölçüde faydalandı. Yükselişiyle birlikte partinin kendini anayasa dahilinde kurumsal bir çerçeveye oturtma çabası ve çeşitli sosyalist ülkelerdeki temel eğilimlerden kendisini soyutlaması tartışmaları doğurdu. Bu tartışmalar sonucu bir dizi ayrılık ortaya çıktı.
Bu dönemde legal parti birçok çevre için proletarya partisi olarak kabul edilmedi, olsa olsa içinde faaliyet gösterilecek bir yapı olarak görüldü.
Örgütsel anlayış farklarının dışında, çoğunluğu teorik düzeyde gelişen ayrılıklar ile ülkedeki komünist hareket çok parçalı bir yapıya evrildi. Fakat bu çok parçalı yapı bir dağılma ve gerilemeye değil, ileri bir atılıma yol açtı. Kendilerini illegal bir düzlemde tanımlayan bu farklı dinamikler, önceki dönemlerin belirleyici çizgisinin dışına çıkarak iktidar hedefini güncel hâle getiren bir kopuşu gerçekleştirdiler. Bu kopuşla birlikte geleceğe bu direniş geleneğini aktardılar.
Mücadelenin sağladığı meşruiyet ve etki, getirdiği prestij ile işçi sınıfının ve geniş halk kesimlerinin komünist hareketlere yönelmesine yol açtı. Bu dönemde sürdürülen antifaşist mücadele, kendi içimizden gelen goşist vb. yaftalamalara karşın gerçek bir kitleselliğe ulaşmıştır.
Sürdürülen mücadelenin özgün karakteri, merkezileşmiş bir öncü parti anlayışının dışında bir hareket geleneği yaratmıştır. Bu gelenek, bir parti programına bağlı olmaksızın belli ilkeler çerçevesinde nispeten gevşek bağlarla, yarı otonom bir tarzda kendini inşa etmiş ve günün koşullarında ciddi başarılar yakalamıştır. O günlerden günümüze aktarılması ve değerlendirilmesi gereken husus, bu yaratılan geleneğin önemli ölçüde bir taban inisiyatifine dayanması ve katılımcılık olgusudur.
Konuya ilişkin olarak aktarılması gereken bir değerlendirme de bu geleneklerin tabanlarını kolaycı bir şekilde öğrenci gençlik kesiminin oluşturduğunu söyleyip, onları bir gençlik hareketi olarak nitelemektir. Bu değerlendirmeler maddi gerçeklerle çok fazla uyuşmamakla birlikte esas olarak gençlik kesiminin mücadele içindeki yerini hatalı bir yere koymaktadır. Bugün bile gençlik örgütlenmeleri arkaik bir şekilde parti/örgüt hiyerarşisinin dışında tutulmakta, bu şekilde hem konumu ikincilleştirilmekte hem de örgütler, gençliğin taze ve çoğu zaman yenilikçi dinamizminden uzak tutulmaktadır.
12 Eylül sonrası geçmişin sorgulanması ve birlik tartışmaları
12 Eylül askeri darbesi ile işçi sınıfı hareketi ve onu temsil etme iddiasındaki komünist parti ve yapılanmalar bütünüyle ezilmiştir. Gösterilen direnişin yetersizliği ve yenilginin kesinliği açık olmakla birlikte teslim olmayan örneklerin çokluğu da yine günümüze onurla aktaracağımız bir başka husustur.
12 Eylül yenilgisinin uluslararası sosyalist sistemin dağılması ile aynı tarihsel döneme denk gelmesi, toparlanma çabalarını etkilemiştir. Bu durumda önemli özneler ideolojik ve örgütsel likidasyona uğramıştır. Bu da işçi sınıfı partisinin esas olarak kendi ülkesinin dinamiklerine yaslanması ve uluslararası ilişkilerin vesayet denkleminden bağımsız bir pozisyon alınması gerektiğini bize öğretmiştir.
Bu dönemde gündeme gelen birlik ve yeniden ayağa kalkma çabaları gizlilik ekseninin büyük ölçüde dışına çıkılarak açık tartışmalar yoluyla sürdürülmüştür. Yasallığın kazanılmış bir mevzi olarak değerlendirilmesinde mutabık olunan ve legal faaliyetin esas alındığı bu süreçte kanatlı parti, çatı partisi, parti olmayan parti gibi değişik örgütlenme anlayışları öne sürülmüş, dayanışma olgusu ve kavramı ilkelerden biri hâline gelmiştir. Bütün bu tartışmalarda, fiilen becerilememek ile birlikte çoğulculuk, katılımcılık, örgüt içi demokrasi gibi kavramlar hep ön planda olmuştur.
Her ne kadar yenilginin getirdiği bir geçmişi irdeleme hâli olsa da bu birlik çabalarının ve geçmişte birbiri ile çatışma yasayan gurupların bir arada tartışabilmesinin önemi çok büyüktür. Bu tartışmaların sonucunda ise çok kısa bir süre içinde grupçu eğilimler ağır basmış ve bu değerli girişimler sekteye uğramışlardır.
Hatalı bir değerlendirme ile devrimci demokrasi ve geleneksel sol diye dikotomik olarak yapılan ayrıma rağmen her iki kanat için de benzer eğilimler söz konusudur. Bunlar grupçuluk, ahbap çavuş ilişkileri, lider egemenliği ve yapıların ömürlerinin liderlerin fiziki ömürleriyle özdeşliği gibi durumlardır. Bu ayrımı ortadan kaldırmak ve tüm geçmişin bir bütün olarak ama elbette eleştirel bir gözle sahiplenilmesi temel bir görev olmalıdır. Diyalektik yöntemin ve tarihselliğin gereği budur.
Reel sosyalizm sonrası eğilimler
Sosyalist sistemin dağılması, ülkemizde sağlıklı bir şekilde değerlendirilememiş ve günümüze ilişkin dersler maalesef çıkarılamamıştır. Bir kesim liberalizmin etkisi altına girerek inkârcılığa yelken açarken diğer bir kesim başarısızlık ortada olmasına rağmen hiçbir teorik yenilenmeye alan bırakmamıştır. Bu “dik duruş”, yenilgi döneminde işe yaramış ve kendine taraftar toplamıştır. Yalçın Küçük’ün birçok yerde belirttiği “biz papaz değiliz özeleştiri vermeyeceğiz” sözleri, yakın tarihimizin renkli bir anısı olarak hafızalarımızdaki tazeliğini korumaktadır.
Aslında burada saptanması gereken, liberalizmin, karşıtı olan bu eğilime de yön vermesidir. Her bakılan köşede liberalizm tehdidinin görülmesi, önemli bir körelmeye yol açmıştır.
Yalçın Küçük, Marksist ilkeler çerçevesinde, reel sosyalizmin çözülüşüne dair önemli tartışmalar yürüten aydınlardan biridir. Öte yandan, bu tartışmalarda olgular çoğu zaman kişiselleştirilmiş, kişilerin niyetlerine ve basiretlerine indirgenmiş, hamasi nitelikte değerlendirmeler yapılmıştır. Kapitalist restorasyonun sınıfsal ve ekonomik maddi temeli ve nedenleri üzerinde durulmamış, yapısal ve ilkesel bağlamda gerekli dersler çıkarılamamıştır.
Aynı yüzeysellik, bugün Çin başta olmak üzere işçi sınıfı iktidarını sürdürdüğünü iddia eden ülkelerin pratiklerine yaklaşım için de geçerlidir. Pratik, teorinin denek taşıdır. Milyonlarca insanın nice bedeller ödeyerek ortaya koyduğu bu pratikler, ortaya konulan tezlerden bağımsız, çok daha sağlıklı ve ciddi değerlendirmeleri hak etmektedir.
Aynı şeyi Türkiye’deki komünist yapılar için de söyleyebiliriz. Çoğunluğu bir dönem önemli bir kitleselliğe ulaşmış olan bu yapılar, günümüzde büyük ölçüde tarih sahnesinden silinmiş konumdadırlar. Varlığını devam ettirebilenlerin etkileri sınırlanmış, yönetici kadroları bir arkadaş çevresine dönüşmüş durumdadır. Bolca tarih ve hikâye anlatısı özeleştiri ve siyasetin yerini almıştır.
Darbe dönemi sonrasında ülkenin görece normalleşmesinin ardından yasallığın kazanımlarıyla geçmiş dönemle kıyaslanmayacak ölçüde risksiz ve emniyetli bir ortamda komünist partiler var olabilmiş olsa da tabanlarının niteliği, dönemin koşullarına uygun olarak önemli ölçüde farklılaşmıştır.
Kürt hareketi, yeni toplumsal hareketler ve işçi sınıfı partisi
Yenilgi ortamının doğurduğu boşlukta sadece sapmalar ve savrulmalar yaşanmamış, kalıcı devrimci dinamikler de yaratılabilmiştir. Bunların başında o güne kadar ikincil bir nitelik gösteren ve Türkiye sosyalist hareketi ile yer yer vesayetçiliğe varan bir ilişki içinde bulunan Kürt özgürlük hareketinin yükselişi gelmektedir. Bu hareket, ülkemizde kendi özgünlüğünü de yaratarak Latin Amerika gerilla hareketlerine benzer kalıcı bir mücadele geleneği oluşturabilmiştir. Zaman içerisinde kendini Marksist olarak nitelemekten vazgeçen bu yapı, aslında hâlâ kuruluş kodlarına çok yakın bir pozisyondadır. Bizzat bu hareketin önderliği tarafından, bahsedilen kodların 1971 direnişinden beslendiği ifade edilmiştir. Bu durumda, bazı çevreler tarafından 71’in Kemalizm ile damgalanmaya çalışılması da tarihin bir ironisini oluşturmaktadır.
Kürt hareketinin örgütsel yapısı, içinde bulunduğu zorlu koşullar gereği bugün için değerlendirmemizin dışında kalmakla birlikte ülke topraklarına kök salmış ciddi bir taban inisiyatifi ve yapılanmaya dayandığı açık bir gerçekliktir.
İşçi sınıfı partilerinin bu hareketle ilişkili görevi, tarihimizde olduğu gibi başat bir dayanışma örgüsüne süreklilik kazandırmak ve onu hayatın her alanına taşımaktır. Bu, bizim turnusol kâğıdımızdır. Ancak dikkat çekmemiz gerekir ki doğası gereği öncelikleri ve farklı özgünlükleri bulunan bu hareket, sahip olduğu güç dolayısıyla yönlendirici bir karakter taşımaktadır. Bu durumda kurulacak dayanışma ilişkisinin bir tür vesayet ilişkisine dönüşmemesi için işçi sınıfı partileri, önceliklerini sınıfın mücadelesinin gerekliklerini düşünerek oluşturmalıdırlar.
Sınıfın ve sınıf mücadelesinin içeriğinin ve niteliğinin değiştiği; ulusal mücadele, kadın ve ekoloji gibi başlıklarda yürütülen mücadelelerin de bu kapsamda değerlendirilmesi gerektiğini öne süren tartışmalar önemli olmakla birlikte, büyük ölçüde liberalizmin yarattığı bilinçli bir tahribat da etkisini göstermektedir. İşçi sınıfının iktidar mücadelesini uzun bir listenin sonuna yazan bu anlayışlar, bulanık suda balık avlamaya çalışmaktadırlar.
Kadın hareketi de yenilgi dönemi sonrası kendini, özgünlükleri üzerinde kalıcı olarak inşa edebilmiş, ciddi bir meşruiyet ve kitlesellik sağlamıştır. İşçi sınıfı partilerinin geçmişte bu mücadeleyi ikincilleştirdiği, temsiliyet sorunları yaşadığı aşikârdır. Kadın mücadelesi, diğer mücadele alanlarına örnek oluşturacak bir şekilde adım adım bu patriyarkal gelenekleri ayağının altına almış ve ezmiştir. Bugün artık sizin sorunlarınız sosyalizmle çözülecek diyenler adeta süpürge sapı ile kovalanmaktadır.
Ekoloji mücadelesi de tüm dünyayı tehdit eden kapitalizmin talan ve yıkım ekonomisine karşı geniş bir muhalefet zemini ve itiraz kültürü yaratmıştır. Tipik kalkınmacı zihniyetlerle malul geçmiş deneyimlerin de bu temelde yargılanması önemli bir görevdir.
İşçi sınıfı partilerinin bu dinamiklerle ilişkilenmesi, onlardan kendi kültürüne besleyici kanallar açması bir gerekliliktir.
Günümüzde işçi sınıfı partisi
Son olarak, bizim de yakın zamana kadar parçası olduğumuz, Türkiye İşçi Partisi ismini bugüne aktaran pratiğe ilişkin birkaç söz söyleyelim.
TİP, kitlesel sosyalist parti açılımı ile önceki dönemlerden zihinsel bir kopuş sergilemişti ve toplumda ciddi bir karşılık yaratarak bir başarı yakalamıştı. Kapitalizmin iktisadi yeniden yapılanması içerisinde üretim biçiminin esnemesi, yaygınlaşması ve dağınık bir karakter göstermesi sonucu işçi sınıfı tanımının genişlediğini öne süren bir teorik analize dayalı bu açılım, aradan geçen önemli süreye karşın kendi pratiğinin muhasebesini yapmakta ve buradan ilkesel sonuçlar çıkarmakta zorlanmıştı. Sorun da burada başlamış, müzik değişmiş ama dans aynı şekilde devam etmişti. Partiye kitlesel olarak katılan üyeler özneleşememiş ve klasik anlayışlar dahilinde yönetilmeye çalışılmıştı. Tarifi yapılmamış bir kadrolaşma pratiği çerçevesinde bu parti, küçük bir örgütle aynı tarzda yönetilmeye çalışılmıştı.
Sonuçta, yönetici kurullardan denetleme ve disiplin mekanizmalarına, kurullar arasında olması gereken diyalektik ilişkinin tarifinden üyelere karşı işletilen ve antidemokratik özellikler de taşıyan hukuka kadar birçok çarpıklık, tanımsız bir parti anlayışı içinde kendini var etmişti. Daha önce farklı metinlerde de ifade edildiği gibi, üyelerin kendini parti içinde var etme koşulları, parti içi seçim süreçleri, merkez-yerel ilişkileri gibi önemli başlıklar, partiyi yöneten ekip tarafından tek taraflı işletilmişti ve oldu bittiye getirilmişti.
Oysa süratle büyüyen, gelişen bir partinin en çok birlikte öğrenmeye ihtiyacı vardır. Üyeler sadece birer kafa sayısı değildir. Lenin’in deyimi ile, sosyalizm kitlelerin eseri ise onların yaratıcılığına, ferasetine güvenmek, şans tanımak esas olmalıdır. Kitle partisi kurşun askerlerle yönetilemez.
Esas darlaştırıcı yaklaşım budur!
Alan örgütlenmeleri ve üyelerin bulundukları alanlarda faaliyet göstermeleri için gerekli çalışmalar yaratılamamıştı. Tüzükte şeffaflığın teminatı olarak gösterilen iç yayın konusunun üzerinden “atlanması” parti içi tartışma kanallarını tıkamış, istifalara ve ayrılmalara zemin oluşturmuştu.
Özünde dünyayı değiştirmeyi hedefleyen bir teori ve pratik, değiştirmeyi hedeflediği pratiklerin yöntemlerini kullanamaz.
Böylece, parti içi demokrasi anlayışının kadük hale geldiği TİP’te, üyelerin ve kadroların parti merkezini eleştiriye tabi tutması, bir hak ve sorumluluk olarak görünür hâle gelmişti.
Sonuç yerine
İşçi sınıfı partilerinin mücadele pratiğine yapılan en temel eleştiri, öncülük kavramı ve misyonu ile ilgilidir. Bunu teoriden bir sapma ve bürokratik yozlaşmanın kaynağı olarak gösterme eğilimleri yaygındır.
Oysa diyalektik bir yaklaşımla açıkça görülebileceği gibi bu kavram, tıpkı proletarya diktatörlüğü kavramı gibi sonsuza kadar devam edecek bir mutlaklık taşımamaktadır. Belirli hâl ve koşullarda uygulanacak, nihayetinde kendini gereksiz hâle getirecektir. Devrimci bir öncülüğün kalıcı manada yeniden üretilmesine yönelik olarak alınacak önlemlerin başında isçi denetiminin kurumsallaşması gelmektedir. İşçi denetimi olmaksızın işçi iktidarı gerçekleşemez.
Bugün dünyada işçi partisi örgütlenmelerine ilişkin birçok alternatif arayış söz konusudur.
Dayanışma ağları bunlardan biridir. Bu ağlar lokal düzeyde önemli işlevler üstlenmişlerdir. Ancak işçi sınıfı iktidarı bütünsel bir kavrayış gerektirir. Dayanışma olgusu parti kültürüne taşınmalı ancak partinin kendisinin bir dayanışma örgütüne dönüşmesine izin verilmemelidir. Bu, iktidar mücadelesinde partiyi iğdiş eden bir yaklaşımdır.
SYRIZA ve Podemos gibi daha gevşek bağlarla örgütlenen oluşumlar incelenmelidir, ancak bunların pratiğinin kısa süre içinde yaşadığı geriye gidişler de bu tür yapıların eksikli olduğunun bir göstergesi olarak ele alınmalıdır.
Ülkemiz özelinde komünist hareketin parçalı yapısının maddi bir temeli kalmamıştır. Bu ayrımların ortadan kaldırılması işçi sınıfının da ihtiyacı ve aynı zamanda yer yer talebidir.
Tüm bu değerlendirmeler ışığında şunu söyleyebiliriz: Toplumsal mücadele geliştikçe partiler kendilerini bu mücadelenin içinde sınamakta ve yetkinliklerini artırmaktadırlar.
Aynı şekilde katılım çoğaldıkça nitelik de artmakta ve her yönden daha da zenginleşilmektedir. Özü itibarıyla kolektif bir toplumsal öneri olan işçi sınıfı iktidarı da ancak bu kolektif işleyişin hâkim kılınması ve kitlelerin denetimi ile kendini gerçekleştirebilecektir. Toplumsal hareketin ve mücadelelerin gerilediği koşullarda içe kapanılmakta, her türlü arıza açığa çıkmakta ve ortaya çıkan bu sorunlar kronikleşmektedir.
Demek ki ilacımız mücadelededir. En gelişkin programlar kaleme alınsa dahi mücadele içerisinde sınanmamış hiçbir teori, yol göstericiliğin teminatı olmayacaktır.
Buna en önemli eksiklik olarak gördüğümüz parti içi demokrasi kavramı da dahildir. Hiçbir demokratik gelişim kitlelerin mücadelesi dışında kendini var edemez.
Dolayısıyla, yola çıkıldığı zaman tam bir yetkinlik aranması praksis felsefenin özüne, yani eşyanın doğasına aykırıdır. Çünkü bu topraklarda kökleşmiş bir deyim ile ifade edecek olursak, “Yol, cümleden uludur.”
Lenin, Bir Adım İleri İki Adım Geri, Sol Yayınları, 2009.
Lenin, Ne Yapmalı? Sol Yayınları, 1998.
Seçtiklerimiz: Ümit Bayrak – Kılavuz – 23.09.2024