Published on Kasım 21st, 2024
0Sol neden güçlü bir çekim merkezi yaratamıyor? | Halil Gündoğan
Günümüz dünyasında, uzunca bir süreden beridir sol, belki bazı küçük istisnalar dışında, hemen hemen her yerde adeta varlıkla yokluk arası bir gerçeklik arz ediyor. O eski ihtişamlı halinden geriye eser kalmamış gibi. Yani kala kala, bölük pürçük, son derece etkisiz, marjinal grupçuklar kalmış. Bunların ekseriyeti de sıkıştığı o dar örgütsel çevresi içinde, bir nevi kendisini yaşatma derdine düşmüş. Günlük “siyasal-örgütsel mücadele” adına sergileyebildiğinin esası, denilebilir ki “yaşama tutunma” gayretine gerilemiş durumda.
Tabii ki bu, kendiliğinden, öylesine sebepsiz yere, durup dururken ortaya çıkmış “kadersel bir sonuç” değil. Bu sonucun ortaya çıkmasında çok tayin edici iki dönüm noktası olduğunu söylemek, yanlış olmayacaktır. İlki; 1970’li yılların sonu, 1980’li yılların başlarında kapitalist-emperyalist cephenin “neo liberalizm” adı altında başlattığı top yekûn saldırıya hazırlıksız yakalanarak aldığı o büyük örgütsel ve manevi yenilgidir. İkincisi ise; daha çok da kitlelerde umut ve ufuk yitimi sonucu doğuracak olan, SSCB’nin çöküşünün resmen ilan edilmesiyle boyutlanan o tarihsel ağır yenilgidir. Genel olarak sol ve özel olarak da kitleler nazarında alternatif sistem olarak sosyalizm ideali, işte bu iki tarihsel yenilginin altında kalmış olmasının doğurduğu bir sonuçtur.
Denilebilir ki aldığı bu iki darbe sonucu olarak sol, büyük oranda gerçeklik algısını ve keza günle ve gelecekle bağ kurma yetisini önemli oranda yitirdi. Azımsanmayacak büyükçe bir bölümü, bir şekilde, sisteme eklemlenen “zararsız sol” kulvarına geçiş yaptı. Her şeye rağmen devrim ve komünizm idealine bağlı kalmayı başaranlar ise, “nerede kalmıştık?” dercesine, kaldıkları yerden devam edebilecekleri iyi niyetiyle, toparlanıp, bir şeyleri rayına sokmak gayretine yöneldi. Fakat maalesef ki hayatın gerçekliği, kaldığı yerden yol almaya çalışanlara değil; nerede bulunduğunun bilinciyle, yani somut şartların somut tahliliyle verili anın gerçekleri üzerinden kendisine yeni rota belirleyen ve alınan yenilgi ve başarısızlıkların özeleştirisiyle yol almaya yönelenlere şans tanıyor. Ancak ne var ki bu kilit önemdeki koşul, esasen es geçilip; belki de “kararlılık-tutarlılık” adına, bir başka “sol komünist çocuklu hastalığı” ile, bugünde dünü yaşatma “nostaljik” girdabınakırıldı rota. Tabii mümkündür ki bir kısmı da uğradığı büyük kadrosal kayıplardan ötürü, kapasite olarak yaşadığı yetersizlikler sonucu, sürecin gereklerini yerine getiremeyerek geriye düşmüştür.
Sonuçta sürece zayıf ve darmadağın başlandı. Bu zayıflık, süreç içinde ciddi bir özgüven yitimi ve kendiliğinden sürüklenişle daha da büyüyerek, gerçeklikten tamamen kopma ve kayıtsızlık sonucu doğurdu. Görünüşte adı büyük, irili ufaklı yığınca örgüt var gibi. Ama ortada, icraatları ve iddialarıyla büyük, hemen hemen hiçbir örgüt de yok adeta. Oldukça da ironik olan bu durum, aslında solun, kısmi felçli yatalak bir hasta durumunda olduğunun da bariz bir göstergesi gibi.
Bundan ötürü de bugünde dünü yaşama konforunun ayırdına varıp da silkinip kendisine gelme iradesi gösterecekler dışında, maalesef ki mevcut yapıların (bir başka yazımda da değindiğim gibi, bu kapsama sendikalar falan da dahil) önemlice bir kısmının ve keza mevcut yapıların önemlice bir kadrosal gücünün fiiliyatta yaşadığı “emeklilik halinin” resmiyete kavuşturularak aşılması gerekiyor.
Bu tarihi görev ve sorumluluğun önderliğini elbette ki yine aynı tarihi miras kökeni üzerinden varlığını devam ettiren ve ama bugünü ve yarını dünün değil, günümüzün ve geleceğin olguları üzerinden, farklı yol ve araçlarla şekillendirme bilinç ve iradesi kuşanmış kadroları yapacaktır. “Kurtarıcılar” gökten zembille inmeyeceğine ya da yoktan var olmayacağına göre; işin doğası gereği bu böyle olacaktır (“daha ileri ki süreçlerde yapay zekâ desteğiyle bir şeyler yapılabilirse de ama halihazırda yapay zekâ da bize hazır önder kadrolar verecek düzeyde değil” diye bir şerh düşmekte fayda var belki). Sınıf mücadelesinin nesnel koşulları güçlü olarak var olduğu sürece ve devrim, güncel bir toplumsal ihtiyaç olarak kendisini var ettikçe; mücadele kendi kadrolarını da kurumlarını ve şaşırtıcı sürpriz mücadele tarz ve taktiklerini de esirgemeden var edecektir. Dolayısıyla da Çetin Altan’ın dediği gibi; “enseyi karartmaya gerek yok”.
Böylesi bir girişin ardından, sorunu artık daha doğrudan ve daha farklı yönleri üzerinden ele alabiliriz.
Genel panoramanın kısa özeti:
Kapitalist-emperyalist sistemin artan oranda gerek yerel ve gerekse küresel bazda ortaya çıkardığı, korkunç derecede muazzam bir toplumsal ve doğasal yıkım tablosu söz konusu: Zincirleme aktarımlarla birbirine eklemlenen ekonomik krizler, en gelişkin kapitalist toplumlarda bile emekçi halk sınıf ve tabakalarını yoksulluğun pençesine sürüklemiş durumda. Geri ve az gelişmiş ülke halklarının durumu ise içler acısı: Çoğu yerlerde insanlar “açlık sınırı” denilen limitte hayata tutunmaya çalışıyor. Keza çok etmenli nedenler sonucu insanlar işlerini kaybetmiş durumda. Devasa boyutlarda seyreden “genç işsizler” adeta geleceksizlik girdabında can çekişiyor. Yüzbinlerce insan bir umutla göç yollarına düşmüş… Öte yandan doymak bilmez bir aç gözlülükle doğa tükenme noktasına getirilmiş durumda: Yeraltı ve yer üstü kaynaklar alarm verir durumda. Yetmezmiş gibi şimdi de dünya top yekûn yeni bir emperyalist paylaşım savaşıyla, tümden yok edilme riskiyle karşı karşıya. Vs. vs.
Özetle kapitalist-emperyalist sistem, var ettiği bu son derece keskin ve antagonist çelişmelerle, aslında alternatif yeni bir toplumsal sisteme yerini çoktan terk ederek; tarihin hurdalığına gönderilmesinin son derece elverişli nesnel koşullarını da sunmuş oluyor.
Paradoksal realite:
Ancak ne var ki son derece olgunlaşmış bu nesnel koşullara rağmen sistem hâlâ kendisini var etmeye ve ölümcül kötülüklerini çoğaltarak üretmeye devam ediyor. Ne yazık ki böylesi de paradoksal bir realite ile karşı karşıyayız. Çünkü normalde sistem, keskinleşen iç çelişmeleriyle birlikte, kendi doğal mezar kazıcılarını ve defnedicilerini de doğru orantılı ve kendiliğinden bir şekilde ortaya çıkarır. Bu, eşyanın tabiatı gereği, neden-sonuç diyalektiği gereği olarak; biri, diğerini koşullar ve gayri ihtiyari ona ebelik yapar.
Anlaşılacağı ve görüleceği üzere sistem kendiliğinden bir devredişle, yerini bir başka sisteme terk etmiyor. Her ne kadar da tarihsel miadını doldurmuş ve toplumsal meşrutiyetini esasen yitirmiş olsa da ama henüz tüm barutunu tüketmediğinden; cesetsel varlığını, yıkıcı bir dış müdahale olana kadar da sürdüreceğe benziyor.
Kapitalizm alternatifsiz mi kaldı?
Bilim, dün olduğu gibi bugün de kapitalist-emperyalist sistemin alternatif ardılı yeni bir toplumsal sistemin, Marks’ın işaret ettiği komünist sistem olduğunun aksini ortaya koyabilmiş değil. Dolayısıyla da rahatlıkla söylenebilir ki toplumsal evrimde kapitalist-emperyalist sistem alternatifsiz son evre değildir. Yani alternatifi olan bir sistemdir. Nitekim “çocukluk evresi” onca kusur ve yetersizliklerine rağmen, Paris Komünü deneyiminden tutun da Sovyet Devrimi, Çin ve Küba Devrimlerine kadar daha bir yığın örneği nezdinde bu, pratik olarak da ortaya konmuştur.
Bu örneklerin her biri somutunda yaşanan başarısızlık, bu gerçekliğin geçersizliğinin kanıtı olma özelliği taşımaz. Çünkü bu başarısızlıklar, teorik olarak komünizmin kapitalizmin alternatifi olmadığının kanıtı olma özelliği taşımıyor. Keza bu başarısızlık ve alınan yenilgiler, teorik olarak sosyalizmin iflasının değil; uygulanan örnekler nezdinde düşülen yanlışların, tecrübesizliklerin, nesnel koşullardaki ciddi bazı dezavantajların ve sınıf mücadelesinin sürdürülmesindeki yetersizliklerin kanıtı olabilir ancak ki. Dolayısıyla da rahatlıkla söylenmelidir ki bugünkü dünyanın nesnel koşulları dün ile kıyaslanamayacak oranda komünizmi kapitalizmin güçlü yegâne alternatifi olarak sunmaktadır.
O halde eksik olan ne?
Bu durumda sorulması gereken soru şu: O halde eksik olan ne? Neden komünizm işçi sınıfı başta olmak üzere, kapitalist sistemin mağduru geniş emekçi kitleler nezdinde bir yankı bulmuyor? Neden komünizm ve devrim istemi bu kadar marjinal bir durumda? Ya da tarihin farklı kesitlerinde emsalleri görülen o devrim muktediri yıkıcı güçler, bu kesitte neden kitleler nezdinde alternatif bir çıkış gücüne dönüşmüyor veya dönüşemiyor? (Kuşkusuz ki bu temelde daha pek çok soru formüle edilebilir. Ancak bu kadarı da sorunun yanıtını oluşturmaya yeterli geleceğinden, uzatmamak adına, bunlarla yetinilebilir.)
Marksizm teorisi yetersiz mi kalıyor?
Kimi çevreler bu soruların yanıtını Marksizm teorisinin günün sorunlarına yanıt vermekten uzak düştüğü veya önemli oranda yetersiz kaldığı tezi üzerinden oluşturuyorlar. Bunlara göre ne kapitalizm eski kapitalizm ne de proletarya eski proletarya. Hatta devrim için bel bağlanan proletaryanın yerinde yeller esiyor. Dolayısıyla da klasik Marksist teorinin, hayat bulacağı toplumsal zemin son derce zayıflamıştır. “Solun marjinal kalmasının temel nedeni budur” demeye getiriyorlar.
Peki asıl tartışılması gereken ne?
Tartışma ve sorgulamanın bu eksenden yürütülmesi, aslında derde deva oluşturmaktan uzak olduğundan; bu “çıkmaz sokağa” hiç girmemek, kesinlikle çok daha isabetli olacaktır. Çünkü tartışılması ve sorgulanması gereken asıl şey, kapitalist-emperyalist sistemdeki ve keza proletaryanın yapısındaki değişimlerin nitelik ve boyutu değildir aslında. Elbette bunlar tahlil edilmeli, bu olmadan olmaz. Fakat esasen, somut olarak, yani alenen ortada duran olgular baz alınarak, devrime son derece elverişli bu verili nesnel gerçeklik içinde devrimin nasıl ve kimlerle gerçekleştirilebileceğini açıklığa kavuşturmak gerekiyor. İhtiyacımız olan pratik teoriyi oluşturmanın isabetli yöntemi budur. Aksi taktirde boşa kürek çekmek dışında kayda değer bir şey yapılmış olmayacaktır.
Bugünün dünyasının başlıca olguları nelerdir?
Nasıl bir değişime uğradığı ileri sürülürse sürülsün, sonuçta ortada insan emeği sömürüsü ve doğa talan ve yıkımı üzerine kurulu, bir kapitalist sistem var, değil mi? Ha keza, yine pazar alanlarının arsızca paylaşılması üzerinden kendisini dayatan emperyalist-kapitalist bir sistem, insanlığın ve doğanın baş belası olarak mevcut mu değil mi? Öte yandan Dünya üzerinde 7-8 milyarı bulan bir insan nüfusu söz konusu. Bu sayının belki de dörtte üçü, bu emperyalist-kapitalist sistem tarafından bir şekilde ezilip sömürülen, yaşamları tehdit altında olan, geleceksizliğe mahkûm edilmiş ve koşulları giderek daha kötüleşen ve bugün de yeni bir dünya savaşı tehdidi altında olan insanlar değil mi?
Bu durumda bunların ne kadarının klasik anlamda proleter olup olmadığının bir hükmü yok aslında. Baz alınacak şey, insanların ezici çoğunluğunun mülksüzleştirilerek işçi sınıfı ve ezilen sömürülen zümreler pozisyonuna sokulmuş olmaları gerçeğidir. Dünün orta sınıfının mensubu doktoru, mühendisi, öğretmeni vs. bugünün artık sıradan dar gelirli bir işçisi pozisyonundadır. Dünün orta düzey ücretli işçisi bugünün işsizler ordusu mensubudur artık. İşini robot mu kapmıştır, yapay zekâ mı ham etmiştir, bunun, olgusal sonucu değiştirici bir özelliği yoktur.
Kapitalizm dün, köylüyü ve küçük mülk sahiplerini mülksüzleştirerek kendi mezar kazıcıları olan işçi sınıfını ortaya çıkarmıştı. Bugün de aynı mülksüzleştirmeyi, çok daha geniş bir çeperden yaparak, yüz milyonlarca işsizler ordusunun ortaya çıkması sebebiyle, kendi yeni mezar kazıcılarını büyüterek yaratmış oluyor.
Yani özetle bugün, dünle kıyaslanmayacak oranda, daha fazla bir kesim kapitalist sistem ile uzlaşmaz bir çelişki içine çekilmiş durumdadır. Bu, uzlaşmaz sınıf çelişkisinin ta kendisi değil midir? Görmek isteyenler açısından olgusal gerçeklik nettir: Kapitalist-emperyalist sistem hiç olmadığı kadar çok daha derin ve güçlü bir düşman ordusu edinmiş durumdadır. Dikkat edilirse birçok yerde tırmanışa geçen neo-faşistler bile, kapitalist-emperyalist sistemin var ettiği çelişki ve çelişmeleri üzerinden, özellikle de genç jenerasyonu manipüle ederek, kendisine kitlesel taban oluşturuyor. Burada kitleler açısından motive eden ana unsurun, mevcut duruma duyulan tepki ve bir çıkış arayışı olduğu doğru okunabilirse; mevzu daha net anlaşılabilir aslında. Yani normalde solun kitle tabanı bu insanlar. Ama denir ya; hayat boşluk tanımıyor. Kitleni örgütlemez, boşlukta bırakırsan; sistemin korucu unsurları onları kapıp, bir başka şekilde tekrar sistemin vurucu-koruyucu unsuruna dönüştürürler. Bunda son derece mahir oldukları da pratik örnekleriyle sabittir zaten.
İşte asıl görülmesi ve baz alınması gereken olgusal gerçekler bunlar olmalıdır. Gerisi aslında kaba detay ve teferruattır.
Peki o halde solun sorunu ne?
Bu, sorunun bir yönü. Sorunun ikinci yönü ise; bu devasa potansiyel devrim ordusundan nasıl ve hangi araçlar aracılığıyla örgütlü güçlü gerçek bir devrim ordusu yaratılabilir sorunudur. Yoğunlaşılması gereken asıl yön budur. “Solu marjinal konuma itekleyen esas unsur da buna gerçekçi ve isabetli çözümler üretememiş olmasıdır” denirse, kesinlikle isabetli olacaktır.
Acilen yapılması gerekenler:
1-Eski tarzın terk edilmesi.
Şu net: Günümüz gerçekliği içinde eski yol ve yöntemlerle (gerek Toplu Ayaklanma Stratejisinin ve gerekse Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisinin yol, yöntem ve araçları bağlamında) bu sorunun üstesinden gelmek artık neredeyse imkânsız gibi bir şey. Bu yüzden de en başta yapılması gereken şey; devrimci-sosyalist ve devrimci-komünist partilerin, gerçekten de o eski yol ve yöntemleri terk ve belli yönleriyle hâlâ geçerliliği olanlarını da önemli oranda revize edip güncelleştirerek, kendilerini devrimcileştirmeleridir. Bu, yaşanan sürecin olmazsa olmaz öneminde, can alıcı bir yerde duruyor. Çünkü bu yapılmadan, çürüten bu konformist statükoyu parçalamak asla mümkün olmayacaktır.
2- Güven tazeleme.
Görülmesi gereken bir diğer önemli olgu da şudur: Maalesef gerek geçmiş devrim deneyimleri ve gerekse devrimci hareket mensubu örgütlerin sergileye geldiği bir yığın olumsuzluklar günümüz kitlelerine devasa bir güven yitimi mirası bıraktı. Emperyalist-kapitalist sistemin çok bilinçli, uzun erimli toplumsal mühendislik çalışmalarıyla yürüte geldiği ideolojik manipülasyonlarla, bu güvensizlik, özellikle de yeni jenerasyon somutunda, çok daha uç boyutlara vardırılmış durumda. İşte bu durum, onca keskin çelişkilere rağmen, sosyalizm alternatifinin ve sol örgütlerin kitlelerde çekim merkezi haline gelemiyor oluşunun bir başka önemli, başlıca nedenlerinden biridir. Dolayısıyla da bunun, “ne yapmalı-nasıl yapmalı?” sorusunun yanıtı oluşturulurken, mutlak surette hesaba katılması gerekiyor.
Yani bu uç boyutlu güvensizliği bir şekilde aşma becerisi gösteremeyen hiçbir yeni devrim stratejisi geniş kitlelerde sosyalizmi ve sol örgütleri güçlü alternatif bir çekim merkezi haline getirme becerisi gösteremeyecektir. Çünkü karakteri itibarıyla bu güvensizliği, sırf güncellenmiş güçlü program ve propagandalar ile aşmak, bugünün realitesinde pek olası olmayacaktır. Çünkü bu güvensizliğin temelinde esasen geçmiş dönemin yaşanan ve keza yaşandığı varsayılan olumsuz pratik emsalleri yer almaktadır. Bundan ötürü de bu güven yitimi, ısrarlı, istikrarlı ve sistemli ideolojik mücadele ile birlikte; yine kitlelerin olumlu öz deneyimlerinin çoğaltılması aracılığıyla, peyderpey aşılabilir ancak ki.
Mesela tıpkı Avusturya-Salzburg/Graz’da veya Dersim-Ovacık yerelinde deneyimlenen “komünist belediye başkanı” somutunda ve keza benzeri daha pek çok uluslararası örnekler nezdinde yaşandığı gibi. İlginçtir; çok öyle ahım şahım bir şeyler yapılmamış olmasına rağmen, ama yine de o atılan mütevazı küçük adımlar bile toplumun muhafazakâr ve sağcı kesimlerinin azımsanmayacak bir kesiminde bile; “komünistlik böyle bir şeyse, biz de komünistiz.” şeklinde bir benimseme ve sempati uyandırabiliyor. Yani özcesi; işte bu karakterden somut pratik emsallerin desteği gerekiyor bu güvensizliği tersine çevirebilmek için.
“Kurtarılmış alan” stratejisi.
Belki de bunu, Mao’nun Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi’nin şu meşhur “Kurtarılmış Kızıl Siyasi Üsler Oluşturma” stratejisinin, farklı somut koşullara uyarlı, farklı versiyonlarını oluşturarak da hayata geçirmek gerekiyor. Bilindiği üzere stratejinin orijinalinde bu kurtarılmış kızıl siyasi üsler, düşman güçlerinin denetim ve kontrolünün en zayıf olduğu uzak dış hatlarında öngörülüyordu. Bunu, öngörülen bu haliyle hayata geçirmek, elbette artık tamamen imkânsız hale geldi. Ancak görmek gerekiyor ki bu imkânsızlık sadece biçimine ilişkindir. Temel mantığı itibariyle, bugünün değişen koşulları içinde de pekâlâ geçerli bir işlevselliğe sahiptir. Dün nasıl ki taktiksel olarak katbekat güçlü düşmanı, dış hatlarındaki zayıf halkalarında kurulan kızıl siyasi iktidarlar aracılığıyla kuşatmaya alıp, parça parça yok etmek mümkün olabiliyorduysa; bunu, bugün de aynı mantıkla, doğrudan iç hatlarında hayata geçirmek pekâlâ olasıdır. Çünkü bu stratejinin temel mantığı esasen şunun üzerine oturur: Kitleleri, bir şekilde ve olabildiğince sistemden koparmak. Onları, kendi gelecek tahayyülleri doğrultusunda doğrudan bir yaşamsal pratiğe yönlendirmek. Önlerine somut görev ve hedefler koyarak, onları siyasal mücadelenin doğrudan öznesi kılmak. Küçük çaplı da olsa, kendi kendilerini yönetme becerisi edinmelerini sağlamak. Kolektif yaşam ortamında birlik ve dayanışma ruhu edinmesini sağlamak. Keza örgütlü bir güç olarak konumlanmasını sağlamak.
İşte bu mantık ve yaklaşımdan hareketle, tıpkı yukarıdaki “komünist belediye başkanı” örneğinde olduğu gibi; köylerde, beldelerde, mahalle ve semtlerde, üretim ve bilumum yaşam alanlarında kademe kademe, yoğun ve sabırlı, sistematik bir kitlesel bilinçlendirme ve örgütleme çalışmalarıyla küçük küçük “kurtarılmış alanlar” ve keza oluşturulmuş mevziler yaratılarak da iktidar hedefli mücadele, böylesi bir kulvardan da eş zamanlı olarak ilerletilebilir.
Bu, özellikle kitleler açısından, kendi öz örgütlülükleri içinde örgütlenerek güç olabilme ve yaşam direnci oluşturabilmeleri bakımından da cazip ve eğitici olacaktır.
3- Örgütsel mekanizmalar.
Keza illegal mücadele tarz ve araçlarının oldukça sınırlı ve dar bir çerçeveye kıstırıldığı günümüz koşullarında; mücadeleyi esasen açık ve doğrudan demokrasi uygulayan meşru taban örgütlülükleri ve bunların merkezi kurmayı legal parti zemininde örgütlemeyi esas almak gerekiyor. Kitleleri her yerde, adeta pıtrak misali, yaygın halk meclisleri, konsey, komün ve akla gelebilecek her türden hak arama ve yaşam alanı örgütlülükleri içerisinde, gerçek anlamda örgütlü bir güce dönüştürmeyi hedeflemek gerekiyor.
Keza farklı alanlarındaki devrimci siyasal mücadelenin merkezi koordine kurmayı olarak, legal merkezi kurmay oluşumu dışında, keza pek çok güçlü legal örgütsel mekanizmalar da oluşturmak gerekiyor.
Legal alan ve faaliyetleri ile illegal alan ve faaliyetlerinin kesin bir katılıkla birbirinden ayrıştırılması zorunlu bir gereklilik olarak kavranmalıdır. Aralarında kesinlikle “organik bağ” olmamalıdır. Yani pek çok örneği somutunda yaşandığı gibi; legal alan örgütleri, illegal örgütün legal alan şubeleri olmamalıdır.
Bu her iki farklı alan örgütleri, ortak hedef doğrultusunda, ta devrim anının ön gününe kadar, ayrı kulvarlardan ilerleme prensibiyle hareket etmeleri gerekiyor. Bunu, özellikle de legal alan faaliyetlerinin devlet tarafından terörize edilmesine çanak tutmamak adına yapmak gerekiyor. Keza temel görevi devrim anının siyasi ve askeri kadrolarını ve keza teknik hazırlıklarını örgütlemek olan illegal alan faaliyetlerinin gizliliğinin büyük bir titizlikle korunabilmesi bakımından da bu katı ayrışma, zorunlu bir gerekliliktir.
4- Mücadele tarzı.
Militan bir devrimci siyasal mücadele tarzıyla, kitlelerin somut talepleri ve keza güncel siyasal, ekonomik, askeri ve kültürel sorunlar ele alınarak, alternatif çıkış hattı bunlar üzerinden somutlanmalıdır. Amaç, her şey vesile yapılarak kitlelere siyasal bilinç götürmek ve onları önce zihinsel, sonra da bir fiil olarak, devrimin gerçek ordusu olarak örgütlemeyebilmektir.
5- Legal mücadelenin görünür kılınması.
Yürütülecek devrimci siyasal mücadele ve araçlarının olabildiğince görünür kılınması da günümüz kitle algı ve psikolojisi açısından bir o kadar önem arz eden bir başka husustur. Legal kitle çalışması, illegal örgütsel model ve çalışma tarzlarıyla yürütülemez! Bu klasik tarzın bugünün koşullarında, dar örgüt çevresi oluşturma dışına çıkma kabiliyetine sahip olmadığı görülmek zorundadır. Bundan ötürü de her olanak kullanılarak mücadelenin sokağa, meydan ve alanlara taşınması hedeflenmelidir. Keza bu kapsamda olmak üzere sosyal medya platformlarının da oldukça yaratıcı ve aktif bir şekilde devrimci siyasal mücadelenin hizmetine sokularak kullanılması gerekiyor.
6- İttifaklar kurma.
Keza kitleleri doğrudan ilgilendiren toplumsal sorunlara ilişkin güncel mücadeleyi illa ki her bir sorunun doğrudan muhatabı olan en geniş kesimleri, taktik ve stratejik bazda çeşitli ittifak biçimleri, eylem ve güç birliktelikleri mekanizmaları aracılığıyla bir araya getirip mücadeleyi ortaklaştırarak güçlü kılma prensibi hayata geçirilmek zorundadır. Aksi takdirde “güç” olunamaz; çünkü tarihi tecrübeyle sabittir ki: “Güç birlikten doğar.”
7- Mücadeleyi uzun erimli plan ve programla yürütmek.
Özetle toparlamak gerekirse: Bu ve benzeri mücadele tarz ve araçları kararlı ve ısrarlı bir tutumla oluşturulup devreye sokulmadan ve de mücadele uzun erimli plan ve programlarla ele alınıp, ilmek ilmek örülmeden, iktidar hedefli devrimci bir çıkış yolu bulmak pek olası olmayacaktır.
Not: Bu Yazı, sendika.org sayfasında yayımlanmıştır.
https://sendika.org/2024/11/sol-neden-guclu-bir-cekim-merkezi-yaratamiyor-714993