Makaleler

Published on Eylül 17th, 2024

0

Türk Aydınlarının karanlığı ve Nazım Hikmet’i ne yapmalı? | Serdar Taş


Ve bundan böyle, başka ve uzak diyarlardaki işgâl, ilhak edilenleri, Vietnam’ı, Habeşistan’ı, Srebrenitsa’yı, Cezayir’i, Ukrayna’yı, Filistin’i görüp ve savunup da Kürtlere ve Kürdistan realitesine dilsiz, hissiz, ilgisiz kalanlara, gözlerine mil çekilmişlere karşı “Nazım Hikmet Sendromu” tâbirini kullanacağım… 


“Eleştirilerimiz ne doğuracağı sonuçlardan ne de mevcut güçlerle düşeceği çelişkilerden korkar.” (Karl Marx)

“Berçenek’ten Vietnam’ı görenler/ Burnunun dibini göremez oldu.” (Ozan Emekçi)

“Köpekler havlıyor Sancho, demek ki doğru yoldayız.” (Don Quijote, Cervantes)


Müslüm Yücel, 24 Ağustos’ta, Yeni Yaşam’da yayımlanan Türk Entelektüelleri yazısı münasebeti ve vesilesiyle, gerekli ama gecikmiş ve küllenmiş bir sorunsalı gündeme taşıdı. Odağına Nazım Hikmet’i oturtan, topyekünleştirici bir Türk aydını eleştirisi ve yargılayışında bulundu. Ulusolcu, Nasyonel Sosyalist, latent (örtük, dolaylı) ırkçı, şovenist, Türk üstünlükçü, hâkim ulus kibir ve gururuyla donanmış Oda TV, Aydınlık, Sol gibi ihbarcı, istihbaratçı, ithamkâr, tekfirci yayın organlarında Yücel linç edildi ve boy hedefi olarak gösterildi. Polemiğe girmek, tartışmak, eleştirmek, argümantasyon geliştirmek, yanlışlamak yerine Nazım Hikmet’i Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ve Nazımperestler Tarikatı’nın şakirtleri reaksiyoner, çiğ, ergenlik evresinde kalması gereken tepkiler verdiler. Bu arada Yücel’in yazısına destek mahiyetinde Fırat Aydınkaya Türk Entelektüellerini Ne Yapmalı başlığıyla meseleyi harlandıran, “muteber” Türk aydınlarının, okuryazarlarının (literati), bürokratlarının ve seçkinlerinin devletperestliğine dair bir umumi manzara sunarak Müslüm Yücel’e desteğini arz etti. 

Peki Müslüm Yücel, mezkûr yazısında ne söylüyordu, muradı neydi? Ona göre Türk aydınları (ben Türk entelektüelleri demektense Türk aydınları kavramını kullanmayı doğru buluyorum) devletçil, devletle kaim, devleti içselleştirmiş; ötekinin, Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’nın antik halklarının kahırlarına karşı umursamaz, eşduyum yoksunu, devletin kendisine müsaade ettiği hudutlar içerisinde eyleyip söyleyen, devletin bahşettiği ehliyet kadarıyla ve doğrultusunda tutum takınan memurin (memurlar), kapıkulu, emireri konumundaydı. Hakkı vardı. Değil mi ki söylenegeldiği gibi Türk aydını Tercüme Odası’ndan fırlamıştı, yani Babıâli menşeliydi. Hal böyleyken ondan devletten azade, müstakil bir varoluş geliştirmesini beklemek abesle iştigâl olurdu. Türk aydınlarının, Osmanlı münevverlerinin şeceresine ve ideolojik genetiğine bakıldığında devlet öncelikli, devlet içinci, “Bu devlet nasıl kurtulurcu” bir güzergahta yola koyulduklarını görmek hiç de zor değil.

Esasında vuku bulan bu krizin ve “Nazım Hikmet Meydan Muharebeleri”nin menşei, Türk solunun, başka bir tâbirle “Ulusolcuların” veya “Türk Nasyonel Sosyalistlerinin” Nazım üzerindeki kültürel/ideolojik/siyasi mülkiyet ve tasarruf hakkını yitirme endişesinden başka bir şey değil. Nazım’ın sembolik ve manevi şahsında Türk aydınları Kürtlerce hiç olmadığı kadar yoğun bir eleştiriye tâbi tutulmaktan muzdarip ve sancılı. Bu ayrıca üstünlük komplekslerini ve “ırksallaşmış” rejimdeki imtiyazlarını da yaralıyor. Nazım üzerindeki vekaletlerinin örselenmesi, bir değer olarak görülen Nazım’daki değersizliklerin dillendirilmesi haliyle Nazımperestleri, Nazım fetişistlerini; şahsi sermayesinde Nazım’ın ziyadesiyle hakkı olanları çileden çıkarıyor. Nazım Hikmet dolayımıyla solculaşan ya da solculaşma, “sosyalistleşme”(?) sergüzeştinde Nazım’ın hatırı sayılır ve müstesna bir yeri olan; hissi ve fikri müktesebatında ve mayalanmasında Nazım Hikmet’in ciddi hissesi olan, böylece Nazım’a dair “duygusal, manevi yatırım” yapanların celallenmesini hak vermesem de anlayabiliyorum… (Deniz Gezmiş, Gülünün Solduğu Akşam’da Erdal Öz’e, ‘Biz edebiyattan geldik reis,’ demesi boşuna değildir.) 

Ancak kılıçlar kınından sıyrıldı. Türk solunun, sosyalizm dolandırıcılarının Nazım Hikmet üzerindeki kültürel tekeli yerle yeksan oluyor. Cicero, “Kartaca yıkılmalı!” demişti ve ben de, “Nazım Hikmet kültü yıkılmalı!” diyorum. Nazım Hikmet, Türk Solu’nun panteonundan alaşağı edilerek, göz hizasına getirilerek, kendisiyle hemzemin olunarak kıyasıya eleştirilmeli. Bu ne için mi gerekli!? Çünkü bu topraklarda “Kemalist epistemik ve sembolik şiddetin” ağırlığından ve yoğunluğundan sıyrılmak, sosyalizmi sosyal şovenizmden arındırmak, zihinsel emansipasyona erişmek için gerekli eşiklerden biri de öyle görünüyor ki bu. 

Müslüm Yücel, Haymatlos Suad, Hüseyin Can gibi Kürt okuryazarlarının Nazım Hikmet’i hikmetinden ve komünistliğinden sual olunur kılan metinleri; Nazım’ın kültürel vesayetini, vekaletini, tasarruf hakkını kendinde bulundurduğunu varsayan; Nazım’ın mirasını en etkin ve yetkin şekilde tevarüs ve temsil ettiğine inanan Türk solu kendine yediremiyor. Suçlayan, kınayan bir Kürt kaleminin Nazım’a dair kutsayıcı vehimleri pervasızca yargılamasını, itham etmesini, demistifiye etmesini sindiremiyorlar. 

Ne de olsa kolonyal eşitsizliğin esaslarına göre Türkler, Kürtler hakkında konuşabilir, abilik yapabilir, hüküm verebilir. Türkler ve Türk Solu, Kürtlerin mukadderatına dair sorumsuz yargılarda bulunabilir; ancak Kürtler, Türkler hakkında konuşamazlar. Kürtler ne yaparsa yapsınlar, Kürtler Türklük Sözleşmesi’ne iştirak etmek için ne kadar rüştünü ispat ederlerse etsinler, kendilerine öteki oldukları hatırlatılacaktır. Kürtler bu bakımdan Kürt olmaktan, kendilerine Kürtlükleri, yani Türk olmadıkları, dışarlıklı, harici oldukları hatırlatılan bir kimlik olmaktan kurtulamazlar. Hatta Türk solunun nazarında Kürtler, Kürt oldukları için sosyalist de olamazlar. Kürtlerin kolektif bir kendilik ve kendinelik geliştirme atılımları daima pejoratif (menfi) bir şekilde Kürtçü olmakla ve ilkel milliyetçilikle damgalanır. Egemen kimliğin egemenlik hakkının en bariz görünümlerinden biri de kendisi gibi söylemeye veya susmaya mecbur etmektir. İşte bu yüzden Türk aydınları, Kürt aydınının Kürtler adına ve Nazım adına konuşma tekelini ve egemenlik hakkını ihlal etmesini kabullenemiyor. Çünkü Türkler ve Türk solu, eşit ve eşdeğer değil eşitleyici, özümseyici ve nihayetinde de eşsiz olmak istiyor.

Türkler ve Türk Solu egemen ve devletli ulusa mensup olmanın imtiyazlarını ve konforunu tecrübe ettiklerinin ayrımında olmayacak kadar Türklüğün ve Türklük Sözleşmesi’nin içinde çözünmüş, erimiş durumdadır. “Derya içre olup da deryadan bihaber olan ol mahiler” misalidir onlar. Örneğin Türk solu, Türkiye’nin mültecilerle beraber işçi sınıfı olan Kürtleri mütemadiyen sınıf mücadelesine davet ederler. Sınıf “Sınıfçı”, “işçici” söylemlerinin sahte ve samimiyetsiz evrenselliğini eşelediğinizde Türk milliyetçiliğinin, sosyal şovenizminin sırıttığını görmek gayet mümkündür. Türk Solu, “sınıf kardeşliği” ve “sınıf mücadelesi” söylemi üzerinden Kürtlerin bir ulus olmaktan kaynaklanan akut, acil ve hayati sorunlarını önemsizleştiriyor. Oysa dil, ağrıyan dişin üstündedir, öğrenemedin gitti Türk solu.

Demir Küçükaydın’ın Irkçı Olmamanın Zorlukları yazısına da değindiği gibi; Türk olmamak, Türklüğün bahşettiği ayrıcalıklardan feragat etmek, Türklüğün içinden eyleyip söylememek hiç de kolay değildir. Zira Türk olmak imtiyazlarla ve üstünlüklerle teçhizatlandırılmış siyasal bir varoluştur. Bir Türk olarak kendinizi Türk hissetmeseniz bile Türk’sünüzdür ve Türk olmaklığın imtiyaz minderine tünemişsinizdir; mapushanede olsanız bile… Demir Küçükaydın’ın Türk Apartheid rejimine dair ibretlik bir anısını bırakıyorum:

“O zaman bizler için herhangi bir milliyetten olmanın bir önemi yoktu. Ama düşmanımız, yani devlet bu ayrımı yapıyordu. Böylece bizler için bir anlamı olmamasına rağmen biz istemesek de bu ayrımı bir şekilde yaşıyorduk. En ilginci de kendi yaşadığım bir olay. Filistin’den dönerken yakalanmıştık. Arkadaşımızın biri Hıristiyan bir azınlıktandı. Bunun o güne kadar bizler için hiç bir anlamı yoktu. Ama polis ve jandarmanın elinde olduğumuz saatlerde bizi dövmeye gelenler, biz Türklere bir vuruyorduysa o arkadaşa beş vuruyorlardı. “Ulan bunlar Türk, onlar komünist de olur anarşist de. Sana ne oluyor!” deyip de vuruyorlardı ona. Hayatımın en büyük aşağılanması buydu belki de: istemeden belli bir imtiyazı yaşamak. Aslında bu imtiyaz birçok şeyi belirledi. Şimdi sosyalist olmak bu imtiyazı ortadan kaldırırmış gibi konuşanlar, gerçeğin koca bir tahrifatını yapıyorlar.”

Yine Demir Küçükaydın’ın Irkçı Olmamanın Zorlukları yazısından genişçe bir pasaj, meselenin hayatiliğine dair çok şey söylüyor:

“Türk sosyalist, feminist ve anarşistlerine soracak olursanız milliyetçiliğe karşı olduklarını, kendilerini hiçbir milletten hissetmediklerini söyleyeceklerdir. Ancak bu onları Türk olmaktan, Türklüğün imtiyazlarını yaşamaktan, egemen ulustan olmaktan alıkoymaz. Çünkü Türk olmamak öyle kolay bir şey değildir; hele insanın kendini nasıl hissettiğiyle ilgili de değildir. Tamamen politik bir varoluştur Türk olmak. Çünkü anadili Türkçe olmayan insanlardan alınan vergilerle Türkçenin zorunlu dil olduğu bir ülkede zorunlu Türk dili ve Türk tarihi okutulmaktadır. Siz istediğiniz kadar kendinizi Türk hissetmeyin, önünde sonunda Türk’sünüzdür ve bu imtiyazı yaşıyorsunuzdur. Bu durumda Türk olmadığınızı söylemeniz, kelime-i şahadet getirip, namaz kılıp, oruç tutup, hacca gidip vs. ondan sonra da ‘ben kendimi Müslüman olarak hissetmiyorum,’ demekten farksızdır. Türkler de Türklükle tanımlanmış bu devletin sınırlarını, kâğıtlarını, yasalarını okullarını, eğitimlerini tanıyorlar ve bunlara hiçbir itirazları yok; bunları yok etmeyi baş görevleri olarak önlerine koymuyorlar. Yani İslam’ın beş şartını yerine getirip ondan sonra ‘ben Allah’a inanmıyorum ya da kendimi Müslüman hissetmiyorum,’ diyenlerden bir farkları yok. Türk olmamak için bu devletin okullarını, yasalarını, kanunlarını tanımamaları; ona vergi vermemeleri, onun kâğıtlarını, evraklarını (Nüfus, Pasaport vs.) yırtıp atmaları ve kullanmamaları gerekir. Hemen görüleceği gibi Türk olmamak çok zordur. Bu şeriatla yönetilen bir toplumda dinsizliğini ilan edip hiçbir şarta uymamaktan farksızdır. Sonuçları da farklı olmaz. Burada ırkçılığın ortaya çıkmasına yol açan sorun şudur: Bu egemenlik öyle içselleştirilmiş, öylesine olağan karşılanmaktadır ki egemenlik, tahakküm ilişkisi olduğu bile görülmemektedir.”

Gerçekten de Türkler Türk oldukları için Türk olmak dışında herhangi bir şey olamıyor. Türkler Türk oldukları için Türk solu da SOL, sosyalist, anarşist olamıyor. Türkler Türk oldukları için evrensel bir kimliğe yerleşemiyor, enternasyonel bir aidiyet geliştiremiyor. Türk aydınları Kürtleri “Kürtsüz” ve “Kürdistansız” bir şekilde konuşuyor. Ancak unutmamalı ki her türlü “başkalarının/ ötekinin adına ve yerine konuşma ilişkisi” bir tahakküm ilişkisidir.  Her türlü “adına konuşma”, “başkaları adına ve yerine konuşma ilişkisi” sembolik şiddet ilişkisidir. Türk’ün Kürt adına konuşması; dindarın, inananın, teistin tanrıtanımaz vb. adına konuşması; milletvekilinin vatandaş adına konuşması, erkeğin kadın adına konuşması, hâkim ve devletli ulus öznesinin devletsiz ve tahakküm edilen ulus ferdi adına ve hesabına konuşması, patriyarkacıların LGBTQ ve feministler adına konuşması gibi adına/yerine konuşma ilişkileri birer tahakküm ve sembolik/epistemik şiddet ilişkisidir. Türk aydınlarının son zamanlardaki rahatsızlıklarından biri de artık Kürt literati’sinin (okuryazarları) dile gelmesi, kendi adına konuşması; Türk aydınının kendisi adına hüküm verme, yargıda bulunma bandını daraltması, tekelini kırması; Türk’ün kendisine yüklediği hamal, maraba, “ev kölesi Kürt” konseptinin akordunu bozmasında yatıyor.

Barış Ünlü’nün mühim eseri Türklük Sözleşmesi’nden istim ve ilham alarak söylemeliyim ki Türk aydını, Türklük Sözleşmesi’nin kah aktif kah pasif, kah gönüllü kah gönülsüz, kah doğrudan kah dolaylı ve örtük katılımcısı, taragiridir. Yanıbaşındaki, burnunun dibindeki halklara karşı Türk Apartheid rejiminin işlediği müteselsil (kesintisiz) cürümlere, jenositlere, etnositlere, nüfus mübadelelerine, pogromlara, göçertmelere, kaçırtmalara, yersiz yurtsuz etmelere, kimliksizleştirme, isimsizleştirme siyasasına (kültürel soykırım), haysiyetsizleştirme, kriminalize, dehümanize (insan dışılaştırma) pratiklerine karşı Türk aydını fazlasıyla bigâne, umursuz, derdiyoktur. 

Türk aydını yüzleşmez, zira yüzleşmek için bir yüzünüzün olması gerekir. Surat yerine suret taşıyanlar, yüzleşemezler. Devletin yüzünü kuşananlar, yüzleşemezler. Devlet beslemesi, yardakçısı, eyyamcısı, eşlikçisi olanlar yüzleşemezler. Evet, haklısın Müslüm Yücel; Türk aydınının eserlerinde hesaplaşma yoktur. Onlar devletin hesabını görebilirler, lakin devletle hesaplaşamazlar. Onlar öylesine “biz” olmuştur ki, “ben”liklerine bir diz kırımlık, bir çimdik olsun yer kalmamıştır. Çerkes Sarkisyan’ın Türk soluna, “Şuna Türkiye Solu deyin de bize de bir yer açılsın,” itirazı ne kadar da manidar, değil mi!? Türk aydını otonomlaşamaz, monad’laşamaz, bireyleşemez. Zira Dostoyevski’nin dediği gibi, “Efendisi nasılsa uşağı da öyledir.” Ve bütün yolların Kemalizm’e çıktığı bir cihennet’te, cinnet coğrafyasında şimdi de söz Can Yücel’de: “Bütün solaki ve sa(ğ)laki tilkiler, döne dolaşa, tıpış tıpış gelirler sonunda Kemalizm dükkânına ve Siroz olurlar.”

Türk aydını Kemalizmin kurucu suçlarıyla, radikal kötülükleriyle ve kuruluş mitoslarıyla hesaplaşmak şöyle dursun kuruluş anlatılarını (establishment narrative) gerek onaylayan, gerekse de yeniden üreten ideolog, organik/ ankastre aydın, “endoktrin amelesi” konumdadır. Nicelerinin komünist, enternasyonalist (beynelmilel) muamelesinde bulunduğu Nazım Hikmet de Kuvayi Milliye Destanı’yla bu suça ortak olmuş, iştirak etmiş; Kuvayi Milliye denilen çetelerden, cinayet şebekelerinden, cürüm teşkilatından anti-emperyalist, anti-kolonyalist, işgâl karşıtı yerel birlikler peyda etmişti. Üstelik Kuvayi Milliye Destanı’nı Mustafa Kemal’in Nutuk’unu kıstas alarak işleme günahını da taşıyor Nazım. Yine aynı Nazım, tarihe yalan söyleterek, tarihi manipüle ve deforme ederek, ulusal narsisizim ve gurur sarhoşluğuyla Şeyh Bedreddin’den “milli gurur” türetmeye yeltenebilmişti. Piere Loti şiirinde, “Türkçe konuşmalı/ Türk’ün ekmeğini yiyenler” gibi katıksız ırkçı ve linçlere, pogromlara teşvik eden bir dizeyi karakterine söyletebiliyordu. “Dört nala gelip Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan, Bu memleket bizim,” gibi her boydan, her soydan, her meşrepten, her mezhepten, her nesepten Türkçünün altına çekincesizce imza atacağı mısraları pek enternasyonel, pek komünist, kızıl kavga şairimiz yazmakta hiçbir beis ve yeis görmüyordu. Kendisine nice cefalar çektiren, mihnet eden; komünist olma vasfını ve hasletini hiç de hak etmediği ve taşımadığı halde, üstüne üstlük Milli Mücadele’ye destek vermek için Anadolu’ya geçen Mustafa Suphi ve on dört arkadaşına Karadeniz’i makber eden Mustafa Kemal’e methiyeler düzmüş, bu da yetmezmiş gibi bir nedamet ve dalkavukluk mektubu yazabilmişti Nazım.

Nazım Hikmet’in 1961’de Budapeşte’de Bizim Radyo’daki bir mülakatta, 30 Ağustos münasebetiyle spikerin sorusuna verdiği yanıt ise onun Kemalist resmi tarih yalanlarıyla dolu işkembesini fazlasıyla ortaya döküyor:

Spiker: Bugün 30 Ağustos. Sizin ve dolayısıyla Türkiye halkının en büyük bayramlarından biri. Bu münasebetle hem sizi, hem bütün Türkiye halkını candan tebrik ederim. Acaba bize bu münasebetle bir şeyler söyler misiniz?

Nâzım Hikmet: Evvela tebriğinize teşekkür ederim. Cidden, 30 Ağustos bizim Türklerin en büyük bayramlarından biri ve zannediyorum ki yalnız bizim değil; insanlığın bayramlarından biri. Çünkü 30 Ağustos’ta ilk defa biz Türkler insanlığa, sömürgeciliğe karşı ve emperyalizme karşı muzaffer olabilmenin yollarından birini gösterdik. Bu da sömürgeciliğe karşı silah elde çarpışmakla olur ve sömürgeciliğin her şeye rağmen yıkılmaya mahkûm olduğunu gösteren milletlerden biri de benim milletimdir. Bunun için cidden bu bayram büyük bayramdır. Ve bir daha tekrar ediyorum: Yalnız Türk milletinin bayramı değil, insanlığın da bayramlarından biridir. Ben, yalnız izin verirseniz bu bayram günü benim Milli Kurtuluş Destanı ismindeki şiirimden kısa bir parçayı okumak istiyorum. Zannederim bu şiirden size muhtelif parçalar okumuştum zaten. Şimdi kısa bir parçayı okumak istiyorum. Büyük Taarruz’a takaddüm eden son saatleri, en son dakikaları okumak istiyorum:

“Saat beşe beş var.
Dağlar aydınlanıyor. 
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor. 
Gün ağardı ağaracak. 
Kokusu tütmeğe başladı : 
                      Anadolu toprağı uyanıyor. 
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp 
ve pırıltılar görüp 
ve çok uzak 
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak 
bir müthiş ve mukaddes mâcereda, 
ön safta, en ön sırada, 
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.

Topçu evvel mülâzımı Hasan’ın 

                                           yaşı yirmi birdi. 
Kumral başını gökyüzüne çevirdi, 
                                            kalktı ayağa. 
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa. 
Şimdi bir hamlede o kadar büyük, 
                               öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki 
bütün ömrünü ve hâtırasını 
                      ve yedi buçukluk bataryasını 
                                       ağlanacak kadar küçük buluyordu.
Yüzbaşı sordu : 
– Saat kaç? 
– Beş. 
– Yarım saat sonra demek…
98955 tüfek 
ve şoför Ahmet’in üç numrolu kamyonetinden 
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar, 
bütün âletleriyle 
ve vatan uğrunda, 
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle 
Birinci ve İkinci ordular 
                            baskına hazırdılar.
Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde, 
                                beygirinin yanında duran 
                                sarkık, siyah bıyıklı süvari 
                                kısa çizmeleriyle atladı atına. 
Mavi gözlü başkumandan 
                baktı saatına : 
– Beş otuz… 
Ve başladı topçu ateşiyle 
                 ve fecirle birlikte büyük taarruz…”

Yine Nazım Hikmet’in Kamuran Bedirhan’a yazdığı mektuba da değinmek gerekir. Çünkü bu diplomatik mektup, Nazım’ın Kürtlere dair duyarlılığının karinesi ve bir sus payı olarak sürekli Kürtlerin önüne sürülüyor. Nazım Hikmet, “Anadolu’nun öbür parçalarında yaşayan Türk milletini, Kürt milleti kardeşi sayar,” sözleriyle “halkların kardeşliği” retoriğine daha mektubunun hemen girizgahında er erken, tez elden müracaat ediyor. Kardeşlik söyleminin ne kadar eşitsizlikçi ve hilekâr olduğunu bilmesem bu sözler beni de baştan çıkarabilirdi. Ancak bu noktada Nazım’a, “Yemezler,” demekten gayrı diyebilecek bir şeyim yok. Zira biz Kürtler, kardeş değil eşit ve eşdeğer olmak istiyoruz. Biz Kürtler, Dünya Uluslar Ligi’nde, evrensel hukuk huzurunda eşit bir ulus olarak var olmak istiyoruz ve bu yüzden kardeşlik retoriğini reddediyoruz. İbrahim Kaypakkaya, “Halkların kardeşliği sloganı burjuva-liberal bir hiledir. Önce halkların tam hak eşitliği, sonra halkların kardeşliği,” derken Türk Solu’nun karanlıkta bıraktığı bir alana ışık doğrultuyordu.

Yine bahse konu mektupta Nazım, “Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra ise her iki millet emperyalizme karşı tek bir cephe kurup çarpışmışlardır. Anadolu milli kurtuluş hareketi yalnız Türkler için değil, Kürtler için de tarihlerinin en şerefli sayfalarından biridir,” sözleriyle tarihe ayan beyan yalan söyletiyor; kurucu ve müşterek suçu, ortak şeref sahifesi olarak takdim ederek entelektüel namusa/nomos’a aykırı davranıyor. Çünkü biz, “Kurtuluş Savaşı”nın kimlerden kurtuluşun savaşı olduğunu gayet iyi biliyoruz. Çünkü biz Kurtuluş Savaşı, Milli Mücadele denilen savaşın bir iç savaş, etnosit, jenosit, etnik ve dini arındırma, homojenleştirme; sermayenin “yerli ve millileştirilmesi” (Türkifikasyon), gaspa dayanan bir sermaye birikimi olduğunu gayet iyi biliyoruz. Ayrıca biraz olsun tarih bilincine ve meslek etiğine mazhar olanlar, Türk idarecilerinin Nazım’ın iddia ettiği gibi Milli Mücadele sonrasında değil henüz Milli Mücadele sürerken emperyalizmle ittifak ve intibak içinde olduğunu da gayet iyi bilirler.  

Peki Müslüm Yücel’in yazısı neden bu denli çalkantı yarattı? Tekrara düşme pahasına yineleyeyim: Bana kalırsa verilen tepkilerin müsebbibi, Yücel’in Nazım Hikmet’e dair Türk Solu’nun, Ulusolcuların söylem tekelini bozmasından kaynaklanıyor. Türk solu/sosyalistlerinin Nazım üzerine kurdukları kültürel ve ideolojik hegemonyanın, söz söyleme ehliyetinin, monopolünün sarsılmasına tahammülleri yok. Nazım üzerinde Türk solunun temsiliyet ve söylem geliştirme mülkiyetini krize sokuyor bu türlü yazılar. Hele bir de Kürdistani ve Kürt rayihalı bir Kürt, Türk solcularının peygamberlerinden biri hakkında konuşunca ortalık yangın yerine dönüyor.

Ayının kırk türküsü var, kırkı da armut üstüne.

Müslüm Yücel’e sataşan iki şahsiyetin tutumuna özellikle değinmek istiyorum. Çünkü onların reaksiyonlarında Nazım fetişizmi, Nazım nekrofililiği yüksek ve yoğun bir temsiliyetini buluyor: Birincisi kültür mafyokrasisinin müdavimi, edebiyat jürilerinin demirbaşı, gergedanlaşmış edebiyat bürokratı, kültür baronu ve yayınevi patronu Semih Gümüş… Semih Gümüş mevzubahis yazıyı, “Zır cahil bir yazarın utanç verici bir yazısını yayınlamışsınız. Bir şey mi yapmaya çalışıyorsunuz, düzeyiniz mi bu!?” gibi züppe, serseri bir dille Yeni Yaşam’a şikâyet etti ve heyhat ki Yeni Yaşam bir nedamet yazısı yayımlayarak Yücel’in arkasında durma yürekliliğini göstermedi. Semih Gümüş zaten nicedir Türk solunun kültür mecrasındaki azgelişmişliğini, kifayetsizliğini ve korunaksızlığını sermayeye devşirmiş bir edebiyat tâciri. “Dokunmayın Nazım’ıma!” yaygarası da bu imtiyazlı konumunun Nazımcı efkâr-ı umumiyede karşılığının olduğunu bilmesinden elbette.

Diğer figür ise sınıf retoriğinin ardına hâkim ulus milliyetçiliğini ve kibrini saklayan sosyalizm kalpazanlarından Fatih Yaşlı. Dokunulmazına dokunan, kıymetlini kınayan, sigaya çeken, suçlayan böylesi bir yazı Fatih Yaşlı’nın huzurunu epey kaçırmış olmalı ki Müslüm Yücel’e beylik ithamlarla hücum edip reaksiyoner bir edayla onu itibarsızlaştırmaya teşebbüs etti. Peki Fatih Yaşlı’nın Müslüm Yücel’i itham ve tekfir repertuvarında neler var, sayıp dökeyim efendim: Sol ve sosyalizm düşmanlığı, Kürt sağcılığu, Türkiye’nin “ilerici” birikime karşı düşmanlık, Soğuk Savaş’tan yadigâr anti-komünist jargon kullanmak, küfür metni, sahtekârlık manzumesi, Kürtçülük, başka bir deyişle Kürt milliyetçiliği ve ırkçılık, kör nefret, argümansızlık, yalancılık, fikri sahtekârlık, hezeyan… 

Ne diyelim, böyle dostlarımız varken, düşmana ne hacet!

Peki Nazım neden enternasyonalist olmak zorunda?

Çünkü Nazım Hikmet’in poetikası politiktir; tam da bu yüzden Nazım, beynelmilel bir sismograf gibi yeryüzünün, tekmil atlasın, haritanın her bir köşesini tarayıp bağımsızlık mücadelelerini dert edindiği ve işlediği için bu coğrafyanın antik halklarının uğradıkları gadri ve mihneti de işlemek ve divit kalemini hokkasına daldırmak zorundaydı. Çünkü enternasyonalizm sizi tekmil yeryüreyle sınar. Beynelmilel olmak, “sosyalist gerçekçi” veya “toplumcu gerçekçi” partili, kızıl kavga şairi olmak bunu gerektirir. Bu minvalde söylemeliyim ki Nazım Hikmet’in şiiri Kürtsüz, Ermenisiz, Çingenesiz/Romansız, Greksiz, Pontussuz, Keldanisiz, Süryanisiz, Nasturisiz, Hristiyansız, Alevisiz bir şiirdir. Haritanın binlerce km ötesindeki ulusal kurtuluş hareketlerine, anti-emperyalist ve kolonyalist mücadelelere selam kanatlandıran, şiirler düzen Nazım, yakınında, yanı başında “devlet derslerinde” tenkil, tehcir, tedip, tecrit edilen kadim halkaları görmez. Basireti bağlandığı için değil; görmemeyi yeğlediği için, göz ve vicdan arasındaki zorunlu ilişkiden kendini muaf tutmak için, görmenin sorumluluk yükleyen bir eylem olduğunu gayet de iyi bildiği için, görmemek de bir görme biçimi olduğu için, nevibeşerin sadece gözleriyle değil, gözün ardındaki bir görme biçimiyle, görgüyle, içgörüyle gördüğünü bildiği için. Nazım poetikasında Anadolu ve Yukarı Mezopotamya halklarını sayıp dökmeci bir şekilde, dolgu malzemesi kabilinden, renk pigmenti olarak, geçerken değinilen bir motif olarak işler. Adeta türlü yemeğine katık edilen sebzelerden dem vurur gibi… Yani Nazım’ın şiirinde halklar, karakter ve kolektif kimlikler olarak değil, tipleme olarak vardır. O halde bizim de Nazım’ı enternasyonalizm mahkemesinde sanık sandalyesine oturtup yargılama ve hüküm verme hakkımız vardır. Nazım Kuvayi Milliyeci, Misak-ı Millici, Kurtuluş Savaşçı, kah zenofobik, kah sosyal şovenist, kah düpedüz şovenist, ulusolcu, nasyonalist, Türkofili, Kemalizm methiyecisi olduğun için komünizm ve enternasyonalizm davasında, vicdanımız ve aklımızın huzurunda dara çekilecektir.

Çok haklısın Müslüm Yücel: Kürdistan bir  Türk müstemlekesi, sömürgesi, kolonisi ise bunda Türk aydınlarının ve Nazım’ın da payı var. Kürdistan bir Sıkıyönetim’in sıradan yönetime, Olağanüstü Hal’in olağan hâle dönüştüğü, sömürge valiliklerince sevk ve idare edilen bir Kayyumistan’sa bunda Türk aydınlarının ve Nazım’ın da kabahati var. Nasıl ki 1968’de Çekoslavakya’yı, 1956’da Macaristan’ı işgâl eden Sovyetler Birliği ordusunun semalarında Pan-Slavist Dostoyevski’nin heyulası da geziniyorsa, Kürdistan’ı işgâl eden Türk ordusuna da Türk aydınları ve Nazım Hikmet’in hayaleti eşlik ediyordu. Bu bakımdan Müslüm Yücel’in Nazım’a dair Hint yatağı gibi batan sözleri “sembolik bir saldırı” mahiyetinde telakki edilmelidir.

Evet, Nazım, sen de diğer Türk aydınları kadar sorumlu, sorunlu ve suçlusun. Seni itham ediyorum. Söylediklerinle ve söylemediklerinle, konuşulması gereken yerde suskunluğu ve ketumluğu yeğleyişinle; susulması gereken yerde konuşkanlığın ve mürekkep akıtmanla sen de suçlusun. Milli Mücadele denilen Kemalist soykırımları ve İç Savaşı bir “kurtuluş savaşı” ve “anti-emperyalist” mücadele olarak takdim ederek sen de suçlusun. Anti-kapitalist olunmadan anti-emperyalist olunamayacağını göremediğin için, yani elif ba’da kırkr hata yaptığın için sen de suçlusun. “Akın var akın, Güneş’e akın, Güneş’i zapt edeceğiz, Güneş’in zaptı yakın,” dizelerinle, biz Kürtlerin kadim inanç ve öğretilerinde kutsal olan, kendisine yüzümüzü dönerek dua ettiğimiz Güneş’i zapt edilecek, ele geçirilecek bir düşman, muarız olarak resmettiğin için suçlusun. Orkestra şiirinde üç telli’mizi, curamızı “üç telinde üç sıska bülbül öten zırıltı” diye tasvir eden o kolonyalist, oryantalist, şiir demeye imgelerin bile utanç duyacağı dizelerinden ötürü sen de suçlusun. Piyer Loti şiirinde, “Türkçe konuşmalı, Türk’ün ekmeğini yiyenler” gibi halis muhlis ırkçılıkla mühürlenmiş dizelerinden ötürü sen de suçlusun. 1909 Kilikya (Adana) Katliamı’nı bir mukatele (öldürüşme) olarak resmettiğin için sen de suçlusun. Hiroşima ve Nagazaki’nin pamuk şekeri gibi eriyen, kâğıt gibi tutuşarak yanan, avuç içileyin külü semâya savrulan, gözleri kavrulan çocuklarını yazarken, Dersim mağaralarında Nazi Almanya’sından ithal edilen kimyasal gazlarla “tütsülenmiş arılar gibi” boğularak katledilen çocuklara görmezlenen gözlerinden hesap soruyorum Nazım. Ayntap’ta, Maraş’ta, Kilis’te, Urfa’da Ermenileri tehcir edildikleri kadim topraklarına sokmamak için kurulan cinayet timleri ve şebekeleri olan Kuvayi Milliye çetelerine ithafen yazdığın “destan şiir”den ötürü suçlusun. Mustafa Suphi ve partidaşlarına Karadeniz’in delişmen denizini mezar eden Mustafa Kemal’e Kuvayi Milliye Destanı’nda iltifatlarda bulunarak sen de suçlusun. Suphilerin kâtili Kayıkçılar Kahyası Yahya’nın zapt ederek yıllar yılı tecavüz ettiği, sonunda da Rizeli bir eşrafa sattığı Maria Suphi’nin çığlıklarına ve çilesine mısralarında yer vermeyerek sen de suçlusun. Suphiler için “24 Kânunisânî’yi Unutma” şiirinde cinayetten mesul tuttuğun Mustafa Kemal’e seneler seneler sonra iltifatlarda bulunarak, yalakalık ve nedamet mektubu yazarak sen de suçlusun. 1915 Ermeni Jenosidi’ni, Pontus Soykırımı’nı, Seyfo’yu (Süryani Soykırımı), 1916 Kürt Tehciri’ni, 1922’de Kemalist eşkıyaların çıkardığı Smirna (İzmir) Yangını’nı, 1921 Koçgiri Ayaklanmasını, 1925 Şeyh Said Ayaklanması’nı, Ağrı İsyanı’nı, Zilan Deresi Katliamı’nı yazmayarak sen de suçlusun.

1915 Temmuz’unda, Beyazıt Meydanı’nda, on dokuz davadaşıyla asılan Paramaz’ı yazmadığın için sen de suçlusun. Mustafa Muğlalı’nın keyfi olarak kurşuna dizdirttiği otuz üç Vanlı Kürt’ü şiirinde konuk etmediğin için sen de suçlusun. 1934’te Trakya’da tertiplenen bir pogromla yerinden yurdundan edilen Yahudileri işlemediğin için suçlusun. Devlet zevatının bile cürmümeşhut (suçüstü) yakalandığı, suçlarını bıyık altından ve yarım ağızlı olsa da kabul ve itiraf ettiği 6-7 Eylül Pogromu’nu yazmadığın için sen de suçlusun. 1942’de yürürlüğe konulan Varlık Vergisi Mezalimi’ni yazmadığın için sen de suçlusun. 1942’de Karadeniz’de Sovyet torpido botunun ateşiyle batırılan Struma Gemisi’ni yazmadığın için sen de suçlusun. Dersim Soykırımı esnasında, hareket halindeki her şeyi büyük bir öldürme iştahı ve şehvetiyle bombalayan, ölüm yumurtlayan Sabiha Gökçen’i ve ona bu öldürme ruhsatını veren manevi babasını işlemediğin için sen de suçlusun. Kemalist terör rejiminin itibar komploları kurup mahkemelerde süründürdüğü Nezihe Muhiddin’i, Suat Derviş’i mısralarında misafir etmediğin için sen de suçlusun. Daha dilimin biçare kalacağı nice elim, mülevves, hunhar hadiseye dair kulaklarımızı sağır eden o utanç verici sessizliğinden ötürü suçlusun Nazım Hikmet… 

Evet, Nazım, komünizm ve enternasyonalizm mektebinde sınıfta ve ikmale kaldın. Oysa tam tekmil bir devrimci, komünist, enternasyonalist olabilmek için küre-i arz’ın en uzak diyarlarındaki anti-emperyalist ve anti-kolonyalist mücadeleler kadar yakınındaki halkların da efkârına dokunabilmeli ve uzak alemlerdeki ezilenlere tanıdığın kendi kaderini tayin hakkını Pontuslulara, Greklere, Süryanilere, Kürtlere, Ermenilere de tanıyabilmeliydin. İşte bu beynelmilel entelektüel haysiyeti ve hassasiyeti üstlenemediğin için suçlusun. Velhasıl-ı kelam, “Sepet gibi gevşek örülmüş” bu cumhursuz, yanlış, hiçkimsenin cumhuriyetiyle bir derdin olmadığı, hesaplaşmadığın için suçlusun. “Yüz yıldır başımıza gelmiş belaların, katastrofilerin adreslerinden, müsebbiplerinden biri de sensin Nazım.” 

Ve bundan böyle, başka ve uzak diyarlardaki işgâl, ilhak edilenleri, Vietnam’ı, Habeşistan’ı, Srebrenitsa’yı, Cezayir’i, Ukrayna’yı, Filistin’i görüp ve savunup da Kürtlere ve Kürdistan realitesine dilsiz, hissiz, ilgisiz kalanlara, gözlerine mil çekilmişlere karşı “Nazım Hikmet Sendromu” tâbirini kullanacağım… 

Dört nala gelip Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan, Bu CİNNET sizin…

Nazım’a Taşlama 

Bana bak hey avanak
Elindeki o kolonyalist diviti bıraksana
Senin zırıltı dediğin o üç telli sazın
Her bir telinde bülbüller, turnalar avazlanır
Ey müteşair, ey şairane züppe
Senin o sıska kalemin benim kalbimi dalgalandıramaz,
güldüremez, ağlatamaz
Usandım, utandım senin o görmezlenen berceste mısralarından
Üç telli’mizde avazlanan sedâyı sencileyin halden bilmez anlayamaz
Dağlarla ve dalgalarla ezgisini çığıran curamız bir orkestra gibi coşabilir
Bir göl misali efkâlı olabilir
Hal ehlinde, melalden bilir de fırtınalar koparabilir, çalkalayabilir
Be hey Nazım Bey
Yaşam bir orkestra olmalıdır
Ve o orkestrada üç telliye de muteber bir yer vardır


Serdar Taş – 17.09.2024


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑