Makaleler

Published on Ekim 29th, 2023

0

Cumhuriyetin 100. Yılı (?) | İ. Metin Ayçiçek


-Ve bütün diktatörler gibi Hitler de “imanı sarsmak, bilimi sarsmaktan daha zordur” diyerek, eğitim politikasının temelini bu düşünceye dayandırarak örmüştür.
-Ulusal tarihi yaratmak için çalışan Türk Tarih Kongresi de, daha Hitler’den yıllarca önce bu saptamayı yapıp Türk Tarih Tezi’nin temellerini atmaya başlamıştır…
-Bilimin örsüne yatırdığımız Kemalist tarihi, enternasyonalizmin çekici ile dövmek gerekiyor.

Evet, çok sevindim, Cumhuriyet’in 100. Yılı imiş. Hayırlı uğurlu olsun. Olsun da…

Cumhuriyet ne acaba? Öyle ya, kutlayacağımız şeyi bilmek gerekmiyor mu? Örneğin İran İslam Cumhuriyeti ile Türkiye Cumhuriyeti, nerelerde birbirinin aynıdır?

1927’de Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Laiklik ve Milliyetçilik olarak adlandırılan dört ok (ilke) ve 10-18 Mayıs 1931 tarihlerinde yapılan CHP 3. Parti Kurultayı’nda eklenen Devletçilik ve İnkılapçılık okları arasında neden “Demokrasi” adlı bir ok yoktur? Türkiye Türklerin ise, Kürdistan neden Kürtlerin olamaz?

Çok soru var, çook! Aklımızın yettiğince, işkembeden atmadan yazmaya çalışacağım. Söyleyenin eli kara -mürekkep boyası- , söylemeyenin ruhu daha kara olsun!

Çok soru var, çook!   

Bizim Cumhuriyetimiz neden 1960, 71, 80’ve küçük sayılan diğer ara mamulleri ile çeşitlilik arz ediyor?

Şimdi Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. Yılını “kutlayacağız, öyle mi?

Aklıma gelmişken sorayım: Ancak devlet zoruyla iktidar olunabilen 1946 seçimleri sonrasında, kurucu parti CHP hiç seçilerek iktidara geldi mi? Hayır! (Sakın içinizden “ama 1970 sonlarına doğru… “ diye tarihi tahrif etmeye yönelmeyin. “Ecevit o dönem sonrası iktidar oldu ya” demeyin! Zira o seçimler de “milli devletin”, demokrasiden yoksun cumhuriyetin, işçi sınıfı düşmanlarının ittifakıyla iktidar olunduğunu unutmamak gerekir.

Benzerini AKP’yi kuyudan çıkaran, iktidara taşıyan ve AKP+MHP iktidarı artık yıpranmaya başladığında ise, “devletin bekası için” bir süredir boşta kalan bütün faşistlere kan nakli yapan partinin CHP olduğu unutulmamalıdır. Sahi, aklınıza geldi mi, son seçimlerde CHP’nin ittifakları arasında gerçekten demokrat bir parti var mıydı?

Aklıma gelmişken sorayım: Anadolu-Mezopotamya topraklarında Kürt halkına yönelik katliamlar sınırsız ve kesintisiz sürdürülürken, demokrasiden bütünüyle uzak ırkçı cumhuriyetimizin kurucu mimarı olan CHP, ırkçı-milliyetçi altı okunu, Türk sömürgeciliğini sürdürmekte kararlı olan ırkçı-ümmetçi partiler ittifakı ile birlikte el ele vererek bölgede Kürt halkına karşı sürdürülen katliam operasyonlarını ‘Allah askerimizin ayağına taş değdirmesin” diye kutsarken, Netanjahu’dan farkı neydi acaba?

GİRİŞ  

Ne zaman Türkiye tarihi üzerine düşünmeye başlasam, yanıtı verilmemiş birçok soruyla baş başa kalırım? Tarihin bilimsel olması mümkün müdür? Kronolojik kayıt tumanın bile Ulusal tarih ve ulus tarihi kavramları aynı anlama gelebilir mi? Ulusların tarihinden mi ulusal tarihlerden mi ders çıkarmak mümkündür?

Eskilerde, ilkokullu, ortaokullu, liseli yıllarımda, ulusal tarih sözü, öncelikle yüreğimizle büyük bir onurun paylaşılması olarak tanımlanırdı. “Öncelikle yüreğimizle”, çünkü beynin düşünme merkezleri daha ilkokul sıralarında başlayan “Türküm, doğruyum, çalışkanım…” nağmelerinin yarattığı esrime (vecd) içinde sökülüp alınmıştı yerinden. Ulusumuzun tarihini öğrenemeden ulusal tarih öğretilmişti. Orta Asya göçebelerinin Çin içlerine talan için yapılan akınlarının masalsı hoşnutluğunu yaşarken, en kahraman ulusun Türk olduğunu gururla öğrenmiştik. Göçebeliğin, yerleşiklik öncesi bir toplumsal şekilleniş olduğunu, yani göçebe Orta Asyalının yerleşik Çinli’den çok geri bir sosyo-ekonomik konumlanış içinde bulunduğunu, geri bir kültürün örneğini teşkil ettiğini öğrenince, tarihi alt üst ediyor ve büyük ulusumuza hakaret ediyor diye tarihçiye küfrettik.

Bu tür düşüncelere yasadışı kaynaklar bulabilmenin çabası içine girilmesine toplum olarak onay verdik. Bu toprakların kökü dışarıda akımlara bağlı, düşman komşu ülkeler tarafından desteklenen “Marksist ve bölücü örgütlerin yıkıcı tezleri” olarak tanımlanıyordu. Ve böylesi bölücü düşüncelerin yanında ceza yasalarının ünlü maddelerinin zikredilmesi en demokratlarımızın bile içinde yer aldığı bir toplumsal bilinci hoşnut etmekte yararlı olmaktaydı.

MİLLÎ DAVAYA HİZMET İÇİN MİLLÎ TARİH

     Ulusal tarih ile ulusun tarihi sözlerinin aynı anlamda olmadığının ayrımına çok sonraları varabildik. Ulusun tarihinin ayıplarını ulusal tarihin yalanlarıyla sakladık. Ulusal tarihin yardımıyla ari yaptık kanımızı ve asil kanın öyküsü böylece yaratıldı bilinçlerde. Ne mutlu ki Türk idim.

Ulus tarihi, tarihsel gelişim içerisinden feodalitenin süreç içerisinde toplumsal misyonunu tüketerek, kapitalizm sürecine ve bu ekonomik-toplumsal sistemin zorunluluğu olan sınırlarla çevrelenmiş ülkelerin uluslaşma ve ulus-devletle buluşma sürecini anlatır. Yani, “halk, millet” gibi kavramların bütünü, toplumların üretici güçlerinin tarihsel süreçlere bağlı olarak gelişiminin bir evresi olarak ortaya çıkarlar. Toplumlar bu hareketi kendi iç dinamikleriyle yaşarlar. Doğal olarak toplumlar ezelden ebede değişimden yoksun yapılanmalarmış gibi tanımlanamazlar. Onlar da “değişim yasasının” kaçınılmaz etkisi altında yaşamlarını sürdürürler, Ve tarih, bu nedenle, doğru tanımlanmadığı zaman, halkların ürettiği mitolojik öyküleri gerçekliğin yerine kullanmaya başlarız. Örneğin Orta Asyalı göçebe Türk topluluklarını ulusal toplumlar olarak yutturmaya çalışan burjuva-muhafazakâr tarihçiler için “ulus” sözcüğü sanki bütün toplumsal yapılanmalarda varmış gibi ezelden başlatılıp ebedi de kapsayacak bir kavrayışla tanımlanır. Yani “ulus” tarihi, bir halkın yaşam sürecinin bir aşamasını içerecektir.

Uluslaşma sürecini kendi iç dinamiklerine bağlı olarak gerçekleştiremeyen toplumlarda sosyal kavramların bütünü bilim dışından, politik iktidarlar tarafından belirlenir. Hamaset dili gerçeğin üzerini örterken, özellikle şahlandırılmış olan milli duygular, bireyin düşünme yeteneklerini ciddi olarak engeller. Kişilik zayıflıklarını dürter, ortaya çıkarır, etkinleştirir. Bu durum bireyin sosyal ilişkilerde başarısını bütünüyle ortadan kaldırır. Türkiye’de egemen sınıfların ideolojik-politik çıkarlarına göre tasarlanmış ve bu nedenle de bilimsel tanımlar yerini hamasetle süslenen, yalanla var edilen kimlikler yaratır. Ve bu tür tarihçiliğine bırakmıştır. İman, gerçek bilgiye ulaşmanın bütün yollarını kapatır. Yani iman bilgiyi katleder.

Ve bütün diktatörler gibi Hitler de “imanı sarsmak, bilimi sarsmaktan daha zordur”[1]  diyerek, eğitim politikasının temelini bu düşünceye dayandırarak örmüştür.

Ulusal tarihi yaratmak için çalışan Türk Tarih Kongresi de, daha Hitler’den yıllarca önce bu saptamayı yapıp Türk Tarih Tezi’nin temellerini atmaya başlamıştır: “…Türkün yüksek varlığını gösteren Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal Hazretleri, Türk yurdunu ve istiklâlini dünya tarihine şeref verecek bir kudretle kurtardıktan sonra ona, hakiki milli tarihini (abç) de öğretmek istedi. Dünyaya ilk medeniyet ışığını veren, cihan medeniyet tarihinin her safhasında ve beşeri faaliyetlerin her sahasında yaratıcı varlığının bin bir delilini gösteren Türk milletinin tarihini ilmi vesikalarla tespit ve neşretmek üzere kurduğu Türk Tarihi Tetkik Cemiyetini…” [2]

Ulusal tarih kavramı resmî tarih kavramından farklı bir şey değildir. İdeolojik-politik amaçlar içerir. “En asil bir gayeye hayatlarını vakfetmiş olan yüzlerce meslektaş [tarihçi] memleketin her tarafından Ankara’ya  [Türk Tarih Kongresi’ne] koştular. Büyük Gazi’nin yüce ve kutlu varlığı ile aydınlattığı samimi bir çalışma havası içinde millî davayı  (abç) sarsılmaz bir iman ile kuvvetlendirerek işbaşına döndüler.” [3]

Ulusal tarih, şekillenmekte olan ulusun, ulus bilincini geliştirmek ve yaşatmak için yarattığı gerçek dışı kanıtlara dayalı politik bir kavramdır. Ve bütün ulusal tarih çalışmalarının dayandığı temel tez: Yetkinler ve zayıflar kavramlarına göre sınıflanan “biz ve ötekiler ayrımcı düşüncesidir. Biz asil, biz cesur, biz üstün, biz en ..en en… Ötekiler düşkün, aşağılık, ötekiler düşman. Ve böylesi bir tarih anlayışının ulaştığı ortak sonuç: “Bizim bizden başka dostumuz olamaz. Bütün dünya bize düşmandır.”

BU KADAR DÜŞMANI NASIL ÜRETEBİLDİK?

Ulus kimliği, aynen günümüz ırkçı-Siyonist çevrelerin kendileri için yaptıkları tanımlardaki gibi bütünüyle düşmanla dolu olan bir ülke tasavvuruyla biçimlendirilir. Ve bu ülkede yaşayan iyi insanlar, çevrelerinde bu kadar fazla düşman yaratabilmeyi nasıl başarabildiklerinin tahlilini yapmadan aynı öyküyü anlatırlar birbirlerine.

Örneğin, “Arap halkı haindir. Çünkü İslâm halifesinin yani Osmanlı’nın egemenliğine başkaldırmış, onları arkasından vurmaya yeltenmiştir” iddiası böylesi uydurulmuş alçakça bir iftiradan başka bir şey değildir. Oysa devletin kendi arşivlerinde bile gerçek tarih bambaşka biçimde ortaya çıkar: Emperyalist işgal döneminde oluşturulan Osmanlı ordusunun büyük çoğunluğunun Arap halklarının gönüllü katılımlarıyla oluştuğu bilgisi, devlet kurumlarının kontrolü altındaki istatistiklerde üstelik o dönemin devleti tarafından çok belirgin olarak kayıt altına alınmıştır.

Örneğin, Anadolu’da zaten başlamış olan “açık işgale karşı mücadele”nin başına geçen M. Kemal’e ilk maddi kaynak ve silah desteği veren devlet, o yıllarda henüz yeni kurulmuş olan Sovyetler Birliği olmasına rağmen, “Rusya’nın ezeli düşmanımız” olması gibi temeli olmayan iddialar üretilerek başlatılan “ulus-devlet” kurma çabası, ulus kimliğini pekiştirebilmek için Boğazlar ve Kars gibi sınır kentleri üzerinden kurgulanan çatışmaları “ezeli ve ebedi düşmana karşı önlem” olarak tanımlamaktan vazgeçmez.

Uluslaşma sürecini kendi iç dinamiğiyle yaşayamamış olan göçebe Türk toplumu, kendini diğer halklardan ayırabilmek için arınma hareketini ulus olabilme çabasını farklı başlatmıştı. Bu düşüncenin yarattığı hastalıklı kafaya göre “Yunanistan da kalleş’tir ve “ezeli düşmanımızdır!” Osmanlının sömürgesi olan Makedonya’da Makedonya halkı için özgürlük mücadelesini büyüten komitacılar da, düşmanımızdır. Onları Osmanlı egemenliğine karşı kışkırtanlar da destekleyenler de dış güçlerdir, kökü dışarıda akımlardır.”

Bu örnekleri hayli artırabiliriz. Ve bu tür iğrenç saldırılar genel bir sloganla bayraklaştırılır:

 “Türk’e Türk’ten başka dost yoktur.”

Osmanlı sosyo-ekonomik gelişiminin niçin tıkandığını sosyolojik verilerle incelemek, maliyenin çektiği sıkıntının kaynaklarını araştırmak yerine Kösem Sultan’ın fettanlıklarıyla açıklarız çürümeyi. Böylesine sürer gider şerefli tarihimizin öyküsü. Her taraf düşman dolu. Kimi içten kimi dıştan yıkmaya çalışır sonuncu bağımsız Türk devletini. Kapkara bir dünya. Örneğini ırkçı-faşist ideolog Nihal Atsız’ın, oğlu Yağmur Atsız’a yazdığı vasiyetnamede buluruz.

“Yağmur Oğlum, bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigâr olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.

Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle.

Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır.

Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır.

Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.

Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır.

Ermeniler, Kürtler, Çerkesler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içer(de)ki düşmanlarımızdır.

Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.

Tanrı yardımcın olsun. (4 Mayıs 1941) [4] 

***

İttihat-Terakki artığı Mustafa Kemal eliyle yeni kurulan Cumhuriyet’te ırkçı düşünce, millet yaratma güdüsüyle hareket eden devletin bütün organlarında egemen düşünceyi oluşturmaktaydı. Gecikmiş uluslaşma sürecini, bunu sağlayacak alt yapı yoksunluğu nedeniyle gerçekleştirememiş olan Osmanlı artığı Türkiye Cumhuriyeti de, yeterli iç dinamikleri yaratamadığı için günümüze kadar kendi ayakları üzerinde durabilme yeteneğini bir türle elde edemedi ve bunu, gelecekte de elde edebilmesi koşullarını günümüze kadar da yaratamadı. Türk devletinin bugünkü Türkiye Mafya Cumhuriyeti’ne dönüşümünü irdelerken gerçek bir tarih araştırması yapmanın zorunluluğu açık olarak ortadadır.

İttihat ve Terakkicilerin Birinci Dünya Savaşı sürecinde oldu-bittiye getirerek Almanların yanında yer aldığı savaş, Almanlarla birlikte Osmanlı Devleti’nin de yenilmesi ile sonuçlandı. Hani şu ünlü Çanakkale Savunması olarak tanımlanan ve “kahramanlık menkıbeleri” ile anılan direniş, haksız bir savaşın mağluplarının son çırpınışlarından biri idi.

Ne var ki, tam da bu tarihsel dönemde Rusya’da gerçekleştirilen sosyalist devrim, Batı’yı büyük bir panik içerisine iteledi. Savaşın Batılı galipleri, bu kez Rusya’daki proleter devriminin gelişimini ve yayılmasını engellemek amacıyla Batı İttifakı, bu kez, Rusya’yı hedef alarak, saldırgan Alman ve Osmanlı devletleriyle hızla dostluk çabasına girdi.

Bu savaşın sonuçlarından biri de, Anadolu’da yaşayan halklara kendi topraklarında kendi yönetimleri altında yaşama hakkının da tanınmış olmasıydı. Bu nedenle Türkler öncesinde yüzyıllardır Anadolu topraklarında oturan Lazlar, Rumlar, Ermeniler, Kürtler, Asuri-Keldaniler ve gibi halkların “otonom” idarelere sahip olabilecekleri ilkesi kabul edilmişti. Böylece savaşta kim yenmiş ya da yenilmiş olursa olsun, halkların özgürlük istemleri kazanmıştı.

Ne var ki, Rusya’da gerçekleştirilen Devrim, Batı’nın sandığı gibi hemen ortadan kalkmadı. Tersine hızla oturdu, güçlendi ve Batı emperyalizminin karşısına ciddi bir engel olarak dikildi. Dahası, 1920’lerde, yeni Türk parlamentosunda da kendilerini “Bolşevik^” olarak tanımlayan mebuslar hızla çoğalmaya başlamıştı. Batı ile Doğu arasında önemli bir geçiş hattı olan Anadolu topraklarının stratejik önemi çok hızlı arttı.  Anadolu’yu Rusların Batı’ya ulaşımını sağlayabilecek stratejik öneme sahip bir köprü olarak tanımlayan kapitalizm, Anadolu topraklarını kendi güvenliği için denetlemeye yöneldi. 1921-22’lerde Anadolu topraklarında Kürtlerin de otonom bir idare kurabileceklerini; bunun mevcut Anayasa kapsamında da mümkün olduğunu söyleyen Mustafa Kemal, üniter devleti kurma sevdasıyla düşüncelerini hızla değiştirerek, Batı ile pazarlık gücü kazanmış oldu. Lozan Antlaşması, Yeni Türkiye’nin muhteşem bir zaferi olarak değil, daha birkaç ay öncesinde Osmanlı ile savaşarak Çanakkale’den geçmeye çalışan İngiliz emperyalizmi ile yeniden barış masasına oturmak zorunda kalışın öyküsü buydu.

***

22 Temmuz 1338 Cumartesi günü, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ikinci oturumunda söz alan Mustafa Kemal, Elcezire Komutanı Nihat Paşa’nın bazı yolsuzluklara ublaştığı iddiasıyla sorgulandığı anlatılarak, bu bölgeye yönelik düşüncelerini Meclis’in oturukunda Mustafa Kemal şöyle açıklıyor:

Reis – Encümen namına söz söyleyecek var mı?

Mustafa Kemal Bey (Ertuğrul) –  “Efendim, Elcezire kumandanı Nihat Paşa hakkında vuku bulan ihbarat üzerine Müdafaî Milliye Vekâletince icra kılınan tahkikat neticesinde… (…)

Kürdistan hakkında Büyük Millet Meclisi Vekiller Heyeti’nin Elcezire cephesi kumandanlığına talimatıdır:

  1. Tedricen bütün memlekette ve vasi mikyasta doğrudan doğruya halk tabakatının alakadar ve müessir olduğu surette idarei mahalliyeler ihdası siyaseti dahiliyemiz icabındandır. Kürtlerle meskûn menatıkta ise hem siyaseti dahiliyemiz ve hem de siyaseti hariciyemiz noktai nazarından tedricen mahalli bir idare ihdasını iltizam etmekteyiz.
  2. Milletlerin kendi mukadderatlarını bizzat idare etme hakkı bütün dünyada kabul olunmuş bir prensiptir. Biz bu prensibi kabul etmişizdir. Tahmin olunduğuna göre Kürtlerin bu zamana kadar idarei mahalliyeye ait teşkilatlarını ikmâl  etmiş ve rüesa ve müteneffizanı bu gaye namına bizim tarafımızdan kazanılmış olması ve reylerini izhar ettikleri zaman kendi mukadderatlarına zaten sahip olduklarını Türkiye Büyük Millet Meclisi idaresinde yaşamaya talip olduklarını ilan etmelidir. Kürdistandaki bütün mesainin bu gayeye müstenit siyasete tevcihi Elcezire Cephesi Kumandanlığına aittir.
  3. Kürdistanda Kürtlerin Fransızlar ve tahsisen Irak hududunda İngilizlere karşı husumetini müsellâh müsademe ile gayri kabili tadil bir dereceye vardırmak ve ecnebilerle Kürtlerin itilafına mani olmak, tedricen mahalli idareler tesisi esbabını izhar etmek …
  4. Kürdistan siyaseti dahiliyesi Elcezire cephesi kumandanlığı tarafından tevhid ve idare edilecektir.  …

(…) Büyük Millet Meclisi Vekiller Heyeti tarafından zatı devletlerine mahsus olmak üzere Kürdistan hakkında tanzim edilen talimat berveçhi belâ tebliğ olunur.

( Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal tarafından Meclis’te yapılan konuşma.)

Kaynak: TBMM Gizli Celse Zabıtları. Cilt 3. Yetmiş Sekizinci İnikat+. İkinci Celse.) 6 Mart 1338 (1922) – 27 Şubat 1338 (1923). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Sanem Matbaası. 1985. Sh.550-551.   

Ve öküz öldü ortaklık bozuldu. SSCB karşısında panikleyen emperyalizm kendini korumaya yönelik sınır karakollarını inşa etmeye başladı. Türkiye Anadolu topraklarına yönelik tezlerini planlarını değiştirerek bir uluslararası cinayet örgütü formuna sokuluverdi.

Osmanlı’nın 600 yıllık tarihinden geriye hiçbir iz bırakılmadı. Bütünü yalan üzerine inşa edilmiş bir ulus tarihinin temellerinin atılması, Mustafa Kemal’in 1930 Diyarbakır konuşmasıyla tam bir saldırıya geçti. !932 tarihinde ilki gerçekleştirilen Birinci Türk Tarih Kongresi ile bütünüyle yalana dayanan ırkçı tezlere dayandırılan yeni bir ırk ilan edildi.

40’lı yılların başlarında, Hitler dünyayı kasıp kavururken, Türkiye de, en az Hitler kadar ırkçı olan başbakanlarla yönetilmekteydi artık. Örneğin Türk Başbakan Saraçoğlu, meclis kürsüsünden şöyle bağırabilmekteydi artık: “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türk­çülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.”[5] 

İyi de bu topraklarda yaşadıklarını ilan ettiğimiz halklara ne oldu? Neden bu kısa zaman dilimi içinde onları sanki hastalıklı bir beynin ürettiği korku veren halüsinasyonlara benzetir hale geldik.

***

Irk kavramının kan bağıntısıyla ele alınması, aynı kana sahip olan halkların (kandaş halkların) tek bayrak tek devlet altında bütünleşmesi yolunu açacaktır. Yani artık emperyalist, yayılmacı bir politika olarak “ümmet” kavramı yerini çarpıtılmış bir içerikle ırk kavramına sarılacaktır. Cumhuriyet’in ilk bakanlarından olan Mahmut Esat Bozkurt, kendi ırkçılık anlayışlarının “bütün dünyaya şamil bir düşünce” olduğunu söyleyebilmekteydi. “Nerede bir Türk varsa orada milli dava da bütün gücüyle sürecektir.”

1944’lerde, Irkçılık-Turancılık davasında yargılanmakta olan Alparslan Türkeş, mahkemede düşüncelerinin devletin resmi düşüncesi olduğunu kanıtlamaya çalışırken TC başbakanlarının ırk-millet konularına ilişkin söylediklerini kanıt olarak sunmaktadır mahkemeye: “İktidardaki Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun “milliyet” anlayışın­daki ırkçılık dozuna ancak Hitler’in nasyonalizmindeki Cermen ırkçılığı dozu denk gelebilirdi. Bu Saraçoğlu Şükrü bey ‘Merhum’, günün birinde bir fırsatını düşürerek B.M.M. de bir nutuk verdi: ‘Ben Türkçü bir başbakanım… diye bağırdı ve uzun uzun konuştuktan sonra Türkçülükten neyi anladığını şu kesin tümce ile belirtti: ‘Türkçülük bizim için bir kültür meselesi olduğu kadar bir kan meselesidir.’

Ve Faşist-ırkçı Alparslan Türkeş de Saraçoğlu’nun bu demecini hatırlatarak, “günün devleti her alanda ırkçı bir tutum içindeydi” diyerek tanımladığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni. (abç.)” [6]

***

Kemalizm, ulusal devletin dayanması gereken ulusal toplumu yaratmaya çalışırken, Osmanlı’dan arta kalan Anadolu topraklarıyla sınırlı bir coğrafi alana sıkışmıştı. Bu topraklarda birden fazla halk birlikte yaşamaktaydı. Birden fazla kültür, birden fazla din vardı. Toplum sadece etnik ya da ulusal kategoriler olarak değil sınıfsal olarak da bölünmüş idi.

       Kemalizm, Durkheim’ci bir sosyoloji anlayışıyla, Fransız devriminin ürettiği sınıflara dayalı ulus kavramı yerine, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir toplum” olarak tanımlayarak, sınıflı bir toplum olan; imtiyazlılar tarafından yönetilen ulus kavramını bütünüyle çarpıttı. Tek ulus, tek sınıf, tek bayrak (elbette aynı zamanda, kapatılmış olan tekke ve zaviyeler sonrasında elde edilmek istenen tek mezhep) ideolojisi Cumhuriyet’in ilk günlerinden beri uygulamaya sokulmuştu. Komünistlerin katli, grev ve sendika hakkının tanınmaması, işçilerin politika dışı tutulması gibi yöntemlerle sınıfın inkârı temelinde bir sosyal politika devlet politikası olarak üretildi. Tek millet anlayışının uygulaması ise, Anadolu topraklarında yaşayan diğer halkların varlığının inkârı ve bu temelde sürdürülen Türkleştirme politikalarıyla somutlanmaktaydı.

Osmanlı’nın son günlerinde gerçekleştirilen Ermeni soykırımı ve (öncesini saymayacak da olsak) yetmiş yılda patlayan otuz civarında Kürt ayaklanmasının katliamlarla bastırılması. Kısaca, Kemalizm’in ulusal alana denk düşen politikası esas olarak katliam, asimilasyon ve inkârcı politikalar toplamı olarak özetlenebilir. Osmanlıdan devralınan ve yeni Cumhuriyet’te sürdürülmeye çalışılan sömürgecilik, sömürge zulmü altında tuttuğu halkların yanı sıra, Türk halkının da demokrasiyi tanımasının önündeki temel engel, toplumsal gelişmenin boynundaki değirmen taşı oldu.

Kemalizm resmî kurumlar aracılığıyla topluma dayatılmaya çalışılınca, düşünce özgürlüğünün kanallarının tıkanması kaçınılmaz oldu. Devletin kuruluşu bu ulusal tarih ve resmî ideoloji üzerinden gerçekleştirilmeye çalışıldı. Topluma, kökü binlerce yıl öncelerine dayanan bir tarih yaratılmak istenirken, toplum kendi tarihinden koptu. Masal gerçeğin yerini aldı. Şiddeti ve zor araçlarını elinde tutmakta olan politik güç, tarih üzerine söz söyleme hakkına sahip tek tekel durumundaydı. Ermeni soykırımı ve bütün Kürt katliamlarının üzerinin örtülmesi böylece mümkün olabildi. Katliamlarla ulusal özgürlük mücadeleleri geçici olarak engellenebilirken, böylesi bir tarihin asıl kurbanı kendi tarihinden koparılan bir halk oldu. Tarihten kopan halkların bilincini kaybetmiş toplumlar olduğunu söylememizin fazlalık olduğunu biliyoruz. Belki eklenmesi gereken tek söz, bilincini kaybetmiş toplumların kişilikli toplumlar olamayacağına ilişkin sosyolojik belirlemedir. Bugünün Türk toplumunda böylesi bir bilinçsizliğin, kişiliksizliğe denk düşen bir ‘tarihinden kopma’ olgusunun etkilerini ve sonuçlarını toplumsal yaşamın her alanında görmekteyiz.

Bugün gelinen noktayı egemen sınıfın bilinçli bir temsilcisinin sözleriyle özetlemek mümkündür. “Bizde kan dökmeye o kadar angaje olundu ki, barışı deneyecek olanları iktidarda görmek istemiyorlar” denilebildi. [7]  

       Devletin gücü nereden geliyor sorusu düşünürler tarafından değişik biçimlerde yanıtlanır. Tanrısal erklere dayandırılan devlet biçimlerinde tanrıdan alır bu güç bütün gerekçelerini. Ya da toplumsal işbölümü zorunluluğu, toplumsal anlaşma gibi kavramalara da dayandırılabilir aynı sorunun yanıtı. Sınıfsal içeriğiyle devleti açıklayanlar üretim araçlarının mülkiyeti ile açıklarlar sorunu. Örneğin kapitalizmde, özel kapitalist mülkiyet biçimi bütün toplumsal biçimlenişin genetik özelliklerinin taşıyıcısıdır. Farklı mülkiyet biçimlerinin egemen olduğu toplumlarda bu mülkiyet ilişkilerinin üzerinden yükselen farklı devlet tipleri yer alacaktır. Feodal Cumhuriyetler ile burjuva cumhuriyetler arasındaki büyük içerik farkını feodal mülkiyet ile burjuva mülkiyet arasındaki farkta aramak gerekir.

Devlet tiplerinin ve her tip (üretim ilişkisi) içindeki devlet biçimlerinin bunca çeşitliliğine karşın sosyal-politika bilimi sorunu daha geniş ele alarak, bütün devletler için genelleştirilebilecek sonuçlara ulaşmak ister. Egemenlerin, ezelden ebede varlığını devam ettiren, sınıflar üstü ve mülkiyet ilişkileri ötesi İdeal Devlet arayışının bugüne doğru sarkan bir kalıntısıdır belki de bu eğilim.

Marksist ulus kavramının büyük oranda Fransız Burjuva Devrimi’nin etkisi altında kaldığını, hatta daha ileri bir sözle doğrudan bu devrimden alındığını söyleyebiliriz. Fransız devriminin yapmış olduğu ulus tanımı daha sonra Marksistler tarafından aşılamamıştır. SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan sosyalizm pratiklerinin tek tek çökmesi ve eski sosyalist topraklarda ulusal hareketlerin pıtrak otu gibi hızla kök salması, ulus kavramının yeniden tartışılmasını gündeme getirmiştir. Bütün bunları, emperyalizmin kışkırtması gibi bir nedene indirgeyerek milliyetçilik dalgasının hızla yayılışının nedenlerini açıkladığımızı sanamayız. Oysa emperyalizm, somut olarak var olan bir olguyu ele alıp kışkırtma malzemesi olarak kullanmaktadır.

Fazla ayrıntıya girmeden, “ulusu oluşturan öğeler, şimdiye dek klasik ‘bilimde’ anlatılmaya çalışıldığı gibi birbirine benzer ortak olgular değil; kafalarda yaratılan imgesel varsayımlar ve ulusal birliğe inançtır”  diyebiliriz.  ”  ‘Biz ulusuz’ bilinci, imgesel homojenlik olgularından çıkarak kafalarda oluştuktan sonra, bu görüşü destekleyecek kültürel öğeler aramıştır. Bu kültürel birlik realitede var olmasa da, varmış gibi kabul edilerek yola çıkılmıştır.”

Bu tanımlardan yola çıkarak, ulusal birliğin (ve ulusdevlet’in) gücünün kaynağını arayabiliriz. Ulus kavramının tanımlanışı, ulus-devletin gücü sorusunun yanıtını da doğrudan belirler.

Bu durumda görürüz ki, ulusal devletin gücü, bu devletin meşru şiddet tekelini (iktidar) ve meşru eğitim tekelini (kültür) elinde bulundurmasından kaynaklanır. Bu nedenle, ulusal toplumların oluşturulması öncelikle ortak toplumsal kültürün oluşturulmasını şart koşar. Bu, toplumsal temel eğitimin ideolojik ve örgütsel aygıtlarının örgütlenmesi zorunluluğu anlamına gelir. Meşru eğitim tekeli üzerinde oynamak devlet üzerinde oynamakla eş anlam kazanacaktır. Bunun yakın tarihimizde örneğini 5, 5+3, 8 çatışmalarında gördük. İktidar (ve muhalefetteki iktidar) güçleri „kökü dışarı bağlı terör ve bölücülük olayları“nı dahi ikinci plâna atarak öncelikle özel kapitalist mülkiyetin (kapitalist üretim biçiminin) isterlerine en uygun eğitim alternatifleri üzerinde kıran kırana kavgaya girebilmişlerdir.

***

       Genellikle okullarda tarih dersinden aldığımız notların yüksekliği tarih bilgimizin derinliğini değil, ezber yeteneğimizin gücünü gösterir. Çünkü, meşru eğitim tekelini elinde bulunduran devlet, resmî kurumlar aracılığıyla sistemin (rejimin) gereksinimini karşılayacak niteliklere sahip bireylerin üretimi görevini yerine getirir. Ve böylesi bireylerden oluşan bir toplumun üretiminde önemli görevlerden biri ise doğrudan tarih eğitimine düşer. Tarih, ulus tanımı içinde yer alan ortak kültüre sahip olmak, ortak tarihsel mirasın parçası olmak, ruhî şekilleniş birliğine sahip olmak  gibi öğelerin hazırlayıcısı olarak öne çıkar. Herkes, ortak kültür ve ortak tarih konusunda ikna edilir. Böylece tarih bilimi, insan bilincinin yanıltılmasında büyük görev üstlenmiş olur.

       Oysa tarih, gerçek kimliğine kavuşmalıdır ve bu ancak yıkıcı bir eleştiri ile gerçekleştirilebilir. Hiçbir okul eğitiminin resmî ideoloji sınırlarını aşamayacağını biliyoruz. Ya zaten resmî tarihle biçimlenmiş beyinler olarak, inandığımızın gerçek olduğunu kanıta gerek duyulmaması gereken mutlak doğrular olarak benimsemekte, içselleştirmekteyiz ya da resmî tarihle gerçek tarih arasındaki büyük zıtlığı yakaladığımızda, böylesine büyük bir aldatılmaya uğratılmış olmayı hazmedemediğimiz için, yıllarca inandıklarımızın gerçekliğini, üstelik artık yine inanç sistemlerinden (bilimsel verilerden değil) ödünç alınan kanıtlara başvurarak savunmaya çalışmaktayız. İdeolojik biçimleniş, bilimsel gerçekliğin önünde gitmekte, akıl bilime kapanmaktadır. Zaten istenen de bu değil midir? Türk milliyetçisi, ırkçı Necdet Sevinç bunu açık ifade ediyor: “Bizim hareketimizin temelinde ilmin de, aklın da, mantığın da, zekânın da işgal ettiği yer, inancımızın işgal ettiği yerin milyarda biri kadar bile değildir… Çünkü inancın yanında aklın mantığın, zekâ ve ilmi gerçeklerin beş paralık önemi yoktur.” [8]

***

       Böylesi bir tarih anlayışının sol tarafından da benimsendiğini söylemek elbette büyük bir haksızlık olur. Sol, resmi tarihin perdesini yırtmaya çalışmıştır. Bunda görece olarak başarılı da olmuştur. Resmi tarihin ileri sürdüğü kaba tezleri reddetmiş, bunların karşısına bilim gerçeğini dikmeye çalışmıştır. Yıllardır reddedilen Kürt realitesini sol çoktan literatürüne almıştı. “Halklar” sloganı sosyalistlerin siyasal literatürüne çoktan girmişti.

Fakat bütün bunlara rağmen Türkiye sosyalist hareketinin tarihinin Kemalizm’in etkisinden bütünüyle çıkabildiğini söylemek mümkün değildir. Hatta daha açık söyleyerek, Türkiye sosyalist hareketinin tarihinin büyük oranda Kemalizm’in tezleriyle kirletilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Böyle bir iddia niyet olarak Türkiye sosyalist hareketine saygısızlık içermemektedir. Tersine, onurunu taşıdığımız bu tarih, kendine yönelik eleştirel bakışla önünü temizleyerek geleceğe akacak, bölge halklarının özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin umudu olabilecektir. Fakat resmi ideolojinin etkisi bütünüyle silinip atılmadan; resmi ideolojinin beynimize kazıdığı kavramlarının yerine, çağdaş içeriğe kavuşturulmuş yeni kavramlar konulmadan; resmi tarihin yerine bilimsel bir tarih anlayışı oturtulmadan, bırakalım halkların özgürlük ve sosyalizm mücadelesine umut olmayı, Türkiye Mafya Cumhuriyeti’nin Türk halkını sürüklediği bu onursuz yaşamın bir parçası haline gelmekten kurtulamayacağımız açıktır.

***

       Bugün Türkiye solu, bütünüyle bir sınav içindedir. Kendi tarihiyle ve Kemalizm’le hesaplaşabileceği en büyük deneyin içindedir. Kürdistan özgürlük mücadelesine takındığı tavır bu deneyin sonucunu belirlemektedir. Türkiye solu kendini zorlamakla birlikte, bu deneyin bugüne kadar başarılı olabildiğini söylemek mümkün değildir.

       Türkiye toplumunda son yarım yılın bütün gündemini dolduran laik-şeriatçı kavgasında Türkiye solunun (hiç olmazsa kavganın başlarında) tamamen edilgen kalması nedendir? Susurluk olayında, yani artık posası çıkmış mafyacı bir devlet olgusunun bütünüyle savaş hedefi olarak karşıya alınabileceği bu muhteşem fırsatta solun yeterli refleksi gösterememesi, Kemalizm’in devletçi geleneğine sadakat genlerinin etkisi değil midir? Sincan ve sonrası gösterilen anti-şeriatçı duyarlılıkta savunulan politikalardaki kafa kargaşası, Kemalist resmi laiklik kavramını aşamamış olmaktan kaynaklanmıyor muydu? MGK’nin 28 Şubat darbesi karşısında gözlerimizde beliren mutluluk ışıltısının geleceğimizi karartan bir tarih bilinci olduğunun farkında mıydık?

        Sol, Kürdistan özgürlük hareketine yöneliminde de devlet politikalarına benzer bir tutumu büyük oranda aşamamıştır. Devletin bu konuda uzun zamandır sürdürdüğü inkâr ve şiddet yoluyla bastırma politikasının sonuçsuz kalacağı ve Kürdistan halklarının özgürlük mücadelesinin zaferinin engellenemeyeceği artık kesinleşmiştir. Güney Kürdistan’a yönelik katliam akınlarının peş peşe gündeme gelmesinin, sömürgeciliğin,  son kalelerinden biri olan Türkiye Mafya Cumhuriyeti’nde de yıkıma doğru gittiğinin ilk habercileri olduğunu biliyoruz. Kürdistan sorununun siyasal platformda çözümüne yönelik bir eğilim artık Türk egemenlerinin arasında (şimdilik azınlıkta da olsa) gelişmeye başlamıştır. Yakın bir gelecekte, PKK’nin dıştalandığı bir siyasal çözüm arayışı Türkiye Mafya  Cumhuriyeti’nin çabalarının temelini oluşturacaktır. Oysa PKK’siz bir çözümün olanaksızlığı daha başından beri çok açık idi.

***

       Geçmişten bugüne Türkiye sosyalist hareketinin bazı alanlarında PKK’ye yönelik açık ya da kapalı dıştalama eğilimlerinin temelinde devletin birliğini ve ulusun bölünmezliğini temel alan bir tarih bilincinin etkilerini görmek gerekir. Dünün Meksika köylü hareketlerine “Viva Zapata” diye haykırmayan sol hareket yoktur. Oysa Kürdistan özgürlük hareketini hâlâ yabanıl otlarla kaplı arka bahçemiz olarak görme alışkanlığından kurtulabilmiş değiliz. Başarılarını söylerken ağzımızın ucundan zor dökülür kelimeler. Belki bir parça kıskançlık da girmiştir bu tarih bilincinin psikolojik boyutlarına. Köylü Zapata’nın üniversiteli Apo’dan daha entellektüel olduğunu söyleyecek ilk hayır sahibine gözümüz kapalı inanmaya hazır olarak beklemekteyiz.

       Faşist Franko’ya karşı (büyük oranda anarşistlerin rengiyle renklenen) İspanya direnişi, Rodrigo’nun Gitar Konçertosu’nda hâlâ yüreğimizin bütün tellerini anarşistçe titretir. Fakat PKK’yi ve onun sürdürdüğü ulusal kurtuluş mücadelesini milliyetçilik olarak değerlendirmekten geri kalmayız. Peki ulusal özgürlük hareketlerinde ulusalcılığın bütünüyle kaldırılabileceğine gerçekten inanır mıyız? Kendi devrimimizin adı Milli Demokratik Devrim iken alkış tutup, devrimin (var olduğuna inandığımız) antiemperyalist özelliğinden dolayı (mevcut siyasal bağımsızlığı yeterli görmeyerek) „tam bağımsızlık“ sloganına huşu içinde sarılırken biz ulusalcılığın dışında mıydık? Aştık mı bu geleneği? Sosyalizmle en küçük bir ilintisi olmayan El Fateh ağırlıklı Filistin Kurtuluş Hareketi’ne ve onun önderi FKÖ’ye yönelik enternasyonalist dayanışma ve destek çabalarımız Fedai türküleriyle ruhumuzu coşturur. Peki, sosyalizmi içinde egemen kılmaya çalışan, dağda çatışma dışı kalmış barutsuz saatlerde sosyalizm öğrenmeye çalışan, bunun için eğitim yapan yanı başımızdaki bir PKK’yi hâlâ görmezlikten gelmeye çalışmanın, sosyalizm dışı tutmaya çalışmanın altında yatan temel neden egemen ulus psikolojisini içselleştirmeyi hedeflemiş eğitim süreçlerinin ürettiği böylesi bir tarih bilinçlenmesi değil midir?

       “Tarihten ders çıkarmak gerekir” sözü, içerdiği büyük.anlama karşın en hafife alınan bir söz olmaktan hâlâ kurtulamamıştır. Bilimsel bir tarih anlayışına sahip olmayanların tarihten ders çıkarması nasıl mümkün olabilir ki?

       Dost güçler elbette eleştirilecektir. Dostluğun gereği ve zorunluluğu olarak eleştirileceklerdir. Eleştirilmektedir de. Fakat onlara uyguladığımız ölçülerin hiç olmazsa onda birini kendimize de yöneltmek zorundayız. Hadi, atasözündeki adaletsizliğe rağmen iğneyi kendimize çuvaldızı dostlarımıza batıralım. Fakat çuvaldız yerine elimize geçirdiğimiz satırla onu doğramaya çalışırken, iğnenin bütünüyle unutulması bir rastlantı, bir unutkanlık ya da ihmal ile açıklanamaz. Böyle bir tutum ancak önyargılarla açıklanabilir. Ve solun büyük bir kısmının bu önyargılardan kurtulabildiğini söylemek ne yazık ki hâlâ mümkün olamamıştır. Resmi tarih yakamızı bırakmamakta, beynimizden çıkarıp atmaya çalıştığımız bir durumda duygu dünyamızdan bizi kuşatmaktadır.

       Bir sol siyasal yapılanmanın yayınladığı bir bildiride şu sözleri okuyoruz: “Egemen güçler Osmanlı’dan bu yana baskı, zulüm ve sömürü politikalarını gizlemek için devlete tarafsızlık hatta kutsallık sıfatlarını yükleyerek, halk kitlelerinin devlete karşı olan tepkilerini başka yönlere kanalize ederek, hedef şaşırtmaya çalışmışlar ve hâlâ da buna devam etmektedirler. Bazen, Alevi-Sünni  diye, Kürt-Türk  diye, sağ-sol  diye halkı bölüp parçalayarak, birbiriyle çatıştırarak tarafsız görünümünü korumayı ve tepkileri kendisinden uzaklaştırarak, kitleleri güçten düşürüp zayıflatmayı başarmıştır.” Bu sözlerin açılımının doğrudan Kemalizm olduğunu söylemeye gerek var mı? Sözü edilen bu üç çatışma Türk Tarih Tezi’nin “imtiyazsız sınıfsız, kaynaşmış bir toplumuz” düşüncesine dayalı bir tarih bilincinden hareket edilerek Kemalizm tarafından yadsınmıştır. Ve resmi toprakları üzerinde bir savaş yaşanan günümüz Türkiye’sinde, bu çatışmaların gerçek değil de sanki devletin kışkırtması sonucu ortaya çıkmış sahte çatışmalarmış gibi sunulması affedilebilir bir gaf değildir. Geçmişte örneğin Kürt isyanlarını “emperyalist güçlerin kışkırtması” olarak tanımlayan Kemalistlerden farklı bir bilincin gelişmiş olması gerekirdi bugüne kadar. Üstelik Türkiye’de sağ-sol çatışması diye bir çatışma da yoktu. Bu çatışmanın devrimcilerin literatüründeki adı: sınıf çatışması idi, burjuvazi-proletarya çatışması idi. Bu çatışmanın sınıfsal içeriğini gizlemeye çalışan devlet, medya araçlarıyla bu çatışmayı sağ-sol çatışması olarak tanımlamaya çalışıyordu. Oysa bu çatışmalar, (anti-Marksist Durkheim’dan ödünç alınan) Kemalist toplumbilim anlayışının ulusal toplumun oluşum sürecinde reddettiği, varlıklarını gizlemeye çalıştığı gerçek toplumsal-politik çatışmalardı.

       Eleştirilerimizde niyetimizin dostluğundan kimse şüpheye düşmemelidir. Politik söylemimizi yeni baştan ve bütünüyle gözden geçirmek zorundayız artık. Söz, diyalogun temel aracıdır. Bu nedenle meşru eğitim tekelinin etkisine karşı yoğun bir savaş vermek, literatürümüzdeki zehirli otları tek tek kökünden söküp atmak zorundayız. Geçmişimizle; o geçmişi az ya da çok fakat kesinlikle etkilemiş olan Kemalist resmi ideoloji ile ciddi bir hesaplaşmaya gitmek zorundayız. Aksi halde iyi niyetli ittifak girişimlerimiz sonuç vermeyen ve giderek ittifak anlayışlarını da zedeleyen girişimler olarak kalacaklardır. Fazla zamanımız kalmadı, zaman akıyor, dünya dengeleri alt üst oluyor. Kürdistan özgürlük ve bağımsızlık hareketinin bütün bileşenleri ile barışmak ve sonuçları insanlık tarihinin bütün geleceğini etkileyebilecek halklar kardeşliğinin oluşumunu sağlamak için küçük bir çaba yeterlidir. Bilimin örsüne yatırdığımız Kemalist tarihi, enternasyonalizmin çekici ile dövmek gerekiyor.

       Bunu yapamazsak eğer…

       Hayır bunu yapamamayı düşünmemek gerekir. Çünkü bu, sadece Kürdistan halkının değil dünya halklarının bütününün barışçı geleceği için büyük bir kayıp olacaktır.

       Çocuklarımızın onurla yaşayacakları bir gelecek için bunu yapmak zorundayız. İnsan olarak başka seçeneğimiz yoktur.


[1]  Hitler, Adolf. Komünistler Ve Beynelmilel Yahudi., Abdullah Işıklar Kitabevi. İstanbul. 1963

[2]  Birinci Türk Tarih Kongresi. Konferanslar, Müzakere Zabıtları. TC.Maarif Vekaleti Yay.

[3]  age.

[4]  Aktaran: Güvenç, Bozkurt. Türk Kimliği. Kültür Tarihinin Kaynakları. Remzi Kitabevi.3. Basım, 1995, s. 361

[5]  Saraçoğlu, Şükrü.. Başbakan. 5 Ağustos 1942 tarihindeki Meclis konuşmasından.

[6]  Türkeş, Alparslan. 1944 Milliyetçilik Olayı. s.23

[7]  24 Aralık 95 seçimlerinden sonra kendi kurduğu YDP Genel Başkanlığı’ndan ayrılan Cem Boyner’in Hürriyet Gazetesi’nde Murat Sabuncu ile yaptığı röportaj.

[8] Necdet Sevinç. Ülkücüye Notlar. Dedekorkut Yay. 3. basım. 44-45


İ. Metin Ayçiçek – 29.10.2323

Tags: , , , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑