Published on Nisan 20th, 2024
0“Büyük resim” meraklılarına: 75 yıllık Türkiye-İsrail ilişkileri | Ayşe Hür
BM’nin iki devletli çözüm planı… Ey Tanrı! Kurtar Bizi!.. Arapların Büyük Felaketi: ‘Nakba’… İsrail Devleti ilan ediliyor… CHP-DP değil, devlet politikası… Bağdat Paktı ve Süveyş Krizi… İsrail’in Kürt siyasetine tepki… Ben Gurion ve Golda Meir’in gizli ziyareti… 1967 Altı Gün Savaşı’nda Türkiye… 1973 Yom Kippur Savaşı’nda Türkiye… 1978 Camp David sonrası Türkiye… ASALA’ya karşı elele… 500. Yıl bahanesi… ABD’deki Ermeni lobisini engelleme… AKP’nin İsrail politikaları… Mavi Marmara krizi…
12 Nisan 2018’de Giresun’un Eynesil ilçesinde 11 yaşındaki Rabia Naz’ın şüpheli ölümüyle ilgili araştırmaları iktidara yakın isimleri işaret edince, maruz kaldığı baskı ve tehditlerden dolayı yurtdışında yaşamak zorunda kalan gazeteci Metin Cihan her gün Türkiye’den İsrail’e giden ticari gemilerle ilgili yeni bir belge yayımlıyor. Belgeler devletin kamuya açık kaynaklarından üstelik. Ancak cevaplar “Hainler, bölücüler yalan söylüyor” ile başladı belgeler yayımlandıkça “İsrail’le ticaret yapıyoruz ama o mallar aslında Gazzelilere gidiyor” diye devam etti, sonra apar topar bir “kısıtlama kararnamesi” çıkarıldı ve “Türkiye dünyada İsrail’e ilk ambargo koyan ülke” diye böbürlenildi, Metin Cihan kısıtlama yapmadıklarını yine devletin resmi belgeleriyle kanıtlayınca, “onlar daha önce yapılan anlaşmaların sevkiyatıydı, vallah billah bir daha yapmayacağız” dendi ama ticaret gemileri vızır vızır işlemeye devam etti.
Nitekim Nihat Zeybekçi’nin İsrail’le ticaret yapan patronlarla görüşmesinde şunları söyledi:
“Aynı zamanda İsrail’de çok önemli bağlantıları olan arkadaşlarımız da var. Yani eyvallah, İsrail’in Filistin’de, Gazze’de Müslümanlara yaptığı soykırımı, katliamı, bebek katliamını, nefretle, şiddetle kınıyoruz, eyvallah. Buna diyecek hiçbir şey yok ama diğer taraftan da ticaretin hiç kimseye zarar vermeyen bölümleriyle ilgili de… çünkü İsrail serbest ticaret anlaşmamızın olduğu bir ülke, yani altı satıp bir aldığımız bir ülke. O anlamda, daha hassas olmamız gerektiğine inanıyorum. Bununla ilgili de arkadaşlarımızla da çalışıyoruz. Ekonomi koordinasyonuyla ilgili bakanlarımızla da tekrar gündeme alıp biraz daha hassas bir ayardan geçmesi gerektiğine, ben şahsi olarak inanıyorum.”
Ama bu şaşırtıcı mı? Değil. Nedeni iki ülke arasındaki ilişkilerin tarihinde saklı.
BM’nin iki devletli çözüm planı
İsrail Devleti’nin kuruluş hikayesi çok uzun. Bu yüzden İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan başlayacağım. 1945’e gelindiğinde Nazilerin 6 milyon Yahudi’yi gaz odalarında soykırıma uğratmasından sonra Avrupa’nın Yahudiler için hiç de güvenli bir yer olmadığı iyice ortaya çıkınca, o ana kadar katı mülteci politikalarıyla Holokost’a dolaylı yoldan katkıda bulunan ABD Başkanı Henry Truman, Batı’nın diyetini, Müslüman Arapların ödemesi için ilk adımı atmış ve Filistin’e Yahudi göçüne ciddi kotalar koyan Britanya’dan 250 bin Yahudi’nin ‘derhal’ Filistin’e girmesine izin verilmesini ve göç limitlerinin kaldırılmasını talep etmişti. Bu baskı üzerine herkese mavi boncuk dağıtarak oluşturduğu kördüğümü çözemeyen Britanya konuyu 1947’de Birleşmiş Milletlere (BM) götürmek zorunda kaldı.
O tarihlerde Filistin’de yaklaşık 1 milyon 200 bin Arap ve 600 bin Yahudi yaşıyordu. Ancak paylaşılacak coğrafya çok küçüktü ve taraflar birbirlerinden nefret ediyorlardı. Sonunda Filistin’i parça parça da olsa aşağı yukarı eşit iki parçaya bölen bir plan BM Özel Siyasi İşler Komitesi’ne sunuldu. Yüzölçümü bakımından bakıldığında plan Araplar için 1936’da kabul etmedikleri Peel Komisyonu’nun önerisinden kötüydü. Ancak nüfus kombinasyonu bakımından da Yahudilerin aleyhine durum vardı. Çünkü Yahudi devletinde 498 bin Yahudi’ye karşılık 407 bin Arap yaşayacaktı. Filistin devletinde ise 725 bin Araba karşılık sadece 10 bin Yahudi yaşayacaktı. Nüfusun geri kalan kısmı ise BM denetimindeki Kudüs bölgesinde kalacaktı. Kudüs’ten vazgeçmek ise Yahudiler için de Araplar için de çok zordu. Araplar duruma şiddetle itiraz ettiler ama Yahudi tarafı planı kabul etmeye karar verdi.
Planın kabul edilmesi için gereken üçte iki oyu ilk turda toplanamayınca Yahudi Ajansı’nın lobicileri Amerikalı yetkilileri de seferber ederek Yunanistan, Liberya, Haiti ve Filipinler’i özel yöntemlerle ikna ettiler. Örneğin ABD’nin kölecilik geçmişinin kefareti olarak bizzat kurdurduğu Liberya’yı ikna etmek için hem Siyonist ajanlar zor kullanmıştı, hem de ABD’li lastik yapımcısı Harvey Firestone, Liberya Devlet Başkanı’nı ülkenin ürünlerini boykot etmekle tehdit etmişti.
Ey Tanrı! Kurtar Bizi!
29 Kasım 1947 tarihinde BM Genel Kurulu’ndaki tarihi oylamaya geçilirken, ilk oyu verecek Guatemala delegesi daha ağzını açmadan, seyircilerin oturduğu bölümden tiz bir ses eski İbranice bir çığlık atmıştı: “Ey Tanrı! Kurtar bizi!” Davud Peygambere atfedilen Zebur’dan alındığı anlaşılan cümle, Zebur’da “Ne olur, ya Rab başarılı kıl bizi!’ diye devam ediyordu. Yahudilerin tanrısı bu acılı çığlığı duymuş olmalıydı ki, Genel Kurul’da 13 ret, 33 kabul (10 üye yoktu) oyuyla alınan 181 (II) no.lu kararla Filistin, Arap ve İsrail devletleri arasında bölündü. Karara göre azınlıklar korunacak, Filistinlilerin ekonomik gelişmesi için adımlar atılacak, Kudüs’e uluslararası özel bir statü verilecekti. Yine karara göre, her iki devlet daha önce Filistin’in taraf olduğu tüm uluslararası anlaşmalar ve konvansiyonlara bağlı olacaktı. Bu kararın önemli yanı da, o sırada Soğuk Savaş dolayısıyla birbirinin düşmanı olan ABD ile SSCB’nin kararın arkasında olmasıydı.
Arapların Büyük Felaketi: ‘Nakba’
Ancak güçlerini abartan Filistinliler ve Araplar BM’nin bu kararını reddettiler. Yahudi tarafının buna cevabı 1937’den beri zaman zaman başvurdukları tedhiş eylemlerini sistematik hale getirmek oldu. 1948 yılı boyunca para-militer ‘savunma/saldırı’ örgütü Hagannah ve İrgun, Lehi, Stern gibi çetelerin terör eylemleri sonucu yüzbinlerce Filistinli evlerinden kaçmak zorunda kaldı. Bu terör eylemlerinden en büyüğü 9-11 Nisan 1948’de Deir Yassin köyünde yaşanmış, değişik kaynaklara göre 107 ila 254 arasında köylü İrgun ve Lehi militanları tarafından katledilmişti. Bu büyük kaçış, Filistin tarih yazımında ‘Nakba’ (Büyük Felaket) adıyla anıldı.
İsrail Devleti ilan ediliyor
Askeri zaferler Siyonistleri cesaretlendirdi ve 14 Mayıs 1948’de BM taksim planında kendilerine öngörülen bölgede İsrail Devleti’ni ilan ettiler. İsrail Devleti ilan edildikten 11 dakika sonra ABD tarafından, 17 Mayıs’ta da SSCB tarafından tanındı.
Açıklamanın ertesi günü Suriye, Ürdün, Mısır, Lübnan ve Irak birleşerek İsrail’e karşı savaş açtı. Türkiye ise başlangıçta Filistin’de bir Arap Devleti kurulmaksızın İsrail Devleti’nin kurulmasını “endişe” ve temkinle karşılamıştı. Ancak savaşa rağmen 30 Haziran 1948’de iki ülke arasında bir posta anlaşması imzalandı.
Savaşta İsrail üstün taraftı, nitekim BM taksim planında Filistinlilere ayrılan toprakların bir bölümünü de işgal etti. Filistin’in güney ucunu oluşturan 6-8 kilometre derinliğindeki 363 kilometrekarelik bir şerit olan Gazze de Mısır’ın eline geçti. Savaş sırasında Arap Birliği’nin girişimi ile kurulan Filistin Ulusal Konseyi, 1 Ekim 1948’de başkenti Kudüs olan Filistin Devleti’ni ilan etmişti, ancak egemen olacağı bir toprak parçası olmadığından bu devletin ilanı kâğıt üzerinde kaldı.
Eylül 1948’de Türkiye, Yahudi Ajansı (Jewish Agency) ile işbirliği yaparak Türkiye vatandaşı Yahudilerinin İsrail’e göçünü kolaylaştırdı. BM Genel Kurulu, 12 Aralık 1948’de ABD, Fransa ve Türkiye’den oluşan bir Filistin Uzlaşma Komisyonu kurmaya karar verdiğinde Türkiye komisyona katılmayı kabul ederek İsrail’e karşı tutumunu değiştireceğini işaretini verdi. Nitekim daha savaş devam ederken Tek Parti (CHP) iktidarı 28 Mart 1949’da İsrail’i tanındı.
11 Mayıs 1949’da BM’de, İsrail’in üyeliği oylandı. 37 üye “kabul”, 9 ülke “çekimser”, 12 ülke “ret” oyu verdi. Üyeliğin kabulünden hemen sonra BM’nin önünde İsrail bayrağı dalgalanmaya başladı. Ancak BM İsrail’i kabul kararıyla birlikte iki özel karar almıştı. 181 No.lu karar, BM Genel Kurulu’nun ortaya koyduğu Paylaşım Planı kapsamında, İngiliz manda rejiminin sona ermesiyle birlikte Filistin toprakları üzerinde birisi Arap diğeri Yahudi olmak üzere iki bağımsız devletin kurulması ve Kudüs’ün silahlardan arındırılmış, BM Vesayet Konseyi’nin himayesinde uluslararası bir statüye sahip olmasını öngörüyordu. Söz konusu statü 10 yıl yürürlükte kalacak, daha sonra referandum yoluyla halkın görüşlerine başvurularak gözden geçirilecekti. 194 No.lu karar ise Kudüs’ün BM kontrolünde “uluslararası şehir” statüsünde olacağını ve savaşta yerinden edilmiş yaklaşık 750 bin Filistinli mültecilerin geri dönüşünü, geri dönmek istemeyenlere tazminat ödenmesini öngörüyordu. Ayrıca kentin kutsal mekanları korunacak ve buralara erişim güvence altına alınacaktı. Bunları uygulamak üzere kurulan üçlü komisyonunu üyeleri Türkiye, Fransa ve ABD idi. Bunun üzerine Türkiye 9 Mart 1950’de (CHP döneminde) Tel Aviv’de açılan Orta Elçiliğe Seyfullah Esin’in müsteşar olarak gönderilmesiyle tanımayı fiiliyata geçirdi. Bunun şerefine olmalı, 20 Mart 1950’de Hapoel Tel Aviv futbol takımı ilk yurtdışı karşılaşmasını Fenerbahçe takımıyla yaptı.
Bunlar Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Bloku’nda yer almak kararı ile gayet uyumluydu. Bilindiği gibi Mayıs 1950’de CHP hükümeti, NATO’ya üyelik için ilk resmi müracaatı yapmış, ancak sonuç hayal kırıklığı olmuştu. Türkiye coğrafi açıdan NATO’ya ait görülmemişti. Türkiye’yi sadece İtalya desteklemişti. ABD, İngiltere ve Fransa karşı çıkmıştı. Britanya’nın Orta Doğu’daki konumunu korumak için çeşitli Arap devletleriyle ikili ilişkilerinin üzerine dayanacağı bölgesel bir örgüt kurma ve Türkiye’ye burada rol verme planları vardı. ABD buna itiraz etmedi çünkü onlara göre Ortadoğu’da yapılacaklar Britanya’nın öncülüğünde yapılmalıydı. Bu planlarda elbette 1948’de kurulmuş olan İsrail Devleti’ni ABD-Britanya emperyalizminin ileri karakolu olarak korumak ve güçlendirmek de vardı. Ayrıca ABD, İkinci Dünya Savaşı’na katılmayan Türkiye’yi cezalandırmak da istiyordu. Bütün bunlar CHP döneminde olmuştu. İsrail’in tanınması da CHP hükümetinin bu politikasının bir parçasıydı.
CHP-DP değil, devlet politikası
Ancak bu ilişkiyi, 14 Mayıs 1950 günü ezici bir çoğunlukla iktidara gelen Demokrat Parti daha büyük hevesle devam ettirdi. İki ülke ABD’nin Ortadoğu ve dünya politikalarıyla uyumlu bir işbirliği içine girdiler. Öyle ki 4 Temmuz 1950’de iki ülke arasında imzalanan iki anlaşma ile o sırada henüz tarımsal atılımını gerçekleştirmemiş olan İsrail’in tahıl ihtiyacının yarısı, tütün, yün, sığır eti, balık, kuru meyve ve mineral ihtiyacının önemli bir bölümü Türkiye tarafından temin edilmeye başladı. Türkiye ise İsrail’den elektrikli ev aletleri, otomobil lastiği, inşaat malzemeleri, kimyasal ve tıbbi malzemeler satın alacaktı.
Türkiye 1951’de Mısır’ın İsrail gemilerini Süveyş Kanalı’ndan geçirmeme kararını protesto eden Batı ülkelerine katılınca Türkiye ile Mısır’ın ilişkisi bu yüzden gerildi ama Türkiye İsrail’deki temsilcisini geri çekerek ortamı yumuşattı. Ayrıca İsrail’le ticari, askerî ve istihbarat ilişkileri sürdü. Ayrıca bazı İsrail firmaları Türkiye’de inşaat işlerine girdiler. (İstanbul-Yeşilköy havaalanından şehir merkezine giden yol ile Ankara’da İsrail Evleri diye bilinen konutlar bu fasıldandı.) 1953’te Türkiye’den İsrail’e göç eden Yahudilerin 1953’te Hayfa şehri yakınlarında, Karmel Dağı’na (Geva Karmel) hakim bir tepede Atatürk Ormanı kurdular.
30 Mayıs-7 Haziran 1954 arasında ABD’yi ziyaret eden Başbakan Adnan Menderes, “İsrail’in varlığını gerçeğini tanımak Arap devletleri için bir gerekliliktir” diyerek bölgeye Arap devletlerinin hassasiyetlerini gözeterek değil, ABD’nin Soğuk Savaş stratejisini gözeterek baktığını gösterdi.
Mısır’da 1952 Temmuz’unda krallığı devirerek iktidara el koyan Hür Subaylar Hareketi’nin perde arkasındaki lideri Cemal Abdül Nasır, Türkiye’nin İsrail yanlısı politikalarının Arap dünyasında nefretle karşılandığını açıkladığında Türkiye bunlara aldırmadı, çünkü o sırada Batı ülkelerinin Ortadoğu’daki mutemet adamı olmayı hayal ediyordu. Yine de, Arap ülkelerinin tepkisini çekmemek için İsrail’le ilişkileri düşük profilli yürütmeyi tercih etti.
Bağdat Paktı ve Süveyş Krizi
Mısır, ABD’nin Sovyet etkisini sınırlamak için kendisine yakın Orta Doğu ülkelerine 1955’de kurdurdurduğu Bağdat Paktı’na dahil olmakta çekinceli davranınca ABD Dışişleri bakanı J. Foster Dulles tarafından Asvan Barajı’nın yapımı için Dünya Bankası’ndan verilen kredinin dondurulması ile tehdit edildi. Bu fırsatı kaçırmayan Sovyetler Birliği barajın finansmanını üstlendi, üstelik bunun karşılığında Mısır’ın ne Varşova Paktı’na katılmasını ne de Tarafsızlar Hareketinden ayrılmasını talep etti. Böylece ABD’nin yanlış hesabı sonucu Sovyetler bölgede sağlam bir üs bulmuş oluyordu. Bunlar olurken, Türkiye, İsrail’in 1947 sınırlarına çekilmesi karşılığında İsrail’i Bağdat Paktı’na pakta davet etti ama İsrail’in efsanevi başbakanı Ben Gurion bunu kabul etmedi.
1956’da Mısır Devlet Başkanı Nasır, ihtiyacı olan mali gücü sağlamak için Süveyş Kanalı’nı işleten Kanal Şirketi’ni milleştirdiğini açıkladığında Türkiye Mısır’ın Süveyş Kanalı ile ilgili ‘milli’ hasiyetlerini anlayışla karşılamadı ve olayı kınadı. İsrail’in Britanya ve Fransa’nın kontrolünde Mısır’a yönelik askeri harekatına Türkiye’nin tepkisi, NATO’daki yeni müttefiki ABD’nin yanında yer almak, buna karşılık Bağdat Paktı’ndaki müttefikleri Britanya ve Fransa aleyhine davranmamak oldu. Ankara, 26 Kasım 1956’da Tel Aviv’deki elçisi Şevkati İstinyeli’yi geri çekme kararı aldı. Ancak Türkiye ilişkileri maslahatgüzarlık seviyesine indirirken, İsrail Ankara’daki elçisini ancak Ankara’nın baskıları sonucu 19 Aralık 1956’da geri çağırdı.
İsrail’in Kürt siyasetine tepki
1958’de Irak Kralı Faysal’ı deviren Albay Abdülkadir Kasım’ın, Arap milliyetçiliğinin bayrak ismi Nasır ile yakınlaşması hem İsrail’i hem de Türkiye’yi benzer nedenlerle endişelendirmişti. İsrail etrafını sarılmış hissetmişti, Türkiye ise Kasım’ın, uzun süredir sürgünde yaşayan Kürt lider Molla Mustafa Barzani’nin (Mesut Barzani’nin babası) askerleriyle birlikte Irak’a dönmesine izin vermesinin Kürt milliyetçiliğini cesaretlendirmesinden korkuyordu. Ankara’daki toplantıda MAH Reisi Hüseyin Avni Göktürk ile MOSSAD Şefi Reuven Shiolah’ın başkanlık ettiği toplantılarla bu işbirliği pekiştirildi. Daha sonra ise işin içine İran istihbarat örgütü SAVAK da alınarak “trident” oluşturuldu. Elbette arka planda CIA vardı. Böylece hem Nasırcılığa, hem Kürt milliyetçiliğine, hem de Sovyetler Birliği’ne ve komünistlere karşı güçlü bir cephe oluşturulmuştu.
Ben Gurion ve Golda Meir’in gizli ziyareti
Bu konuları görüşmek üzere bizzat İsrail Başbakanı David Ben Gurion ile Dışişleri Bakanı Golda Meir ve Genelkurmay Başkanı Laskov gizlice İstanbul’a geldiler. 29 Ağustos 1958’de Dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’yla esrar perdesi hâlâ kalkmamış bir görüşme yaptı. Görüşme yerinin devletin resmi yatı Savarona değil de bir özel yat olması bile düşündürücüydü. Bu ziyaretin basına sızmaması için garsonluk işlerini bile Dışişleri Bakanlığının tecrübeli diplomatları yapmıştı. Ancak 1964-1966 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığı İstihbarat Başkanlığı yapmış bulunan Amiral Sezai Orkunt’a ait olduğu söylenen bir aktarıma göre Menderes-Ben Gurion görüşmeleri sürerken, Genelkurmay Başkanı Org. Fevzi Mengüç’ün de “olumlu görüşü” alınmış, sürece ABD Başkanı Eisenhower da dahil olmuş, bütün bu adı geçenlerle arasında “özel mektuplar” teati edilmişti.
Dedikodular başlayınca, Arap ülkelerinden başta Irak rahatsızlık sesleri yükselince frene basıldı ve Menderes, Ben Gurion’un davetine “icabet” etmedi. Ama bir ilginç ismi, o yıllarda “geleceğin başbakanı” olarak söz edilen, ABD’nin de tuttuğu, DSİ Genel Müdürü Süleyman Demirel’i gönderdi.
İki ülke arasındaki ilişkiler 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra da aynı minval üzerine devam etti ama 1964’te Kıbrıs dolayısıyla ABD ile yaşanan “Johnson Mektubu” krizi, ABD’ye mesafe koyarken İsrail’e de uzak durma fırsatını vermişti. Ancak ilişkiler 1963 Temmuzunda yine Elçilik seviyesine çıkarıldı.
1967 Altı Gün Savaşı’nda Türkiye
Altı Gün Savaşı sırasında Nasır, Akabe Körfezi’ne İsrail gemilerinin girişini yasakladığında Türkiye İsrail’i desteklemediği gibi 11 Eylül 1967’de Başbakan Süleyman Demirel ile Ürdün Kralı Hüseyin Ankara’da buluştuğunda iki lider, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini ve Kudüs’le ilgili BM kararlarının uygulanmasını isteyen bir bildiri yayınladılar. Ardından Demirel Sovyetler Birliği’ni ziyaret etti ve Türkiye’nin İsrail’in işgal politikalarına karşı duruşunu tekrarladı. Bu dönem, Türkiye’nin Araplarla İsrail arasında ilk kez dürüst bir hakemlik görevi yaptığı dönemdi.
Demirel, ABD silah ambargosu veya ABD’deki Ermeni lobisinin 1915 Ermeni Soykırımı’nı kabul ettirme çabalarına karşı ABD’deki Yahudi lobisinden de, Tel Aviv yönetiminden de yararlanınken, Ortadoğu’da kalıcı barış için, çözümü amaçlayan “akil adamlar heyetinde” İsrail devlet adamı Şimon Perez’le birlikteydi. Demirel bu misyonu ciddiye alıyordu. İslam ülkelerinin hassasiyetlerini de gözetiyordu.
16 Mayıs 1971’de İsrail’in İstanbul Konsolosu Efraim Elrom, Türk Halk Kurtuluş Cephesi adlı solcu örgüt tarafından kaçırıldı. Elrom, 22 Mayıs’ta bir apartman dairesinde ölü bulundu. 23 Mayıs günü İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildi ve bütün şehir didik didik arandı. Olayın failleri hariç pek çok solcu tutuklandı, binlerce kitaba el kondu. Türk solunun bilinçaltında, Balyoz Harekâtı adlı bu sindirme kampanyası ile İsrail ister istemez ilişkilendirildi.
1973 Yom Kippur Savaşı’nda Türkiye
Yom Kippur Savaşı’ndan sonra Mısır giderek Sovyetler Birliği’ne yaklaşırken, İsrail ABD’ye bağımlı hale geldi. Savaşın hemen ardından başını Suudi Arabistan’ın çektiği petrol ambargosu tüm dünyada ciddi bir enerji sıkıntısına yol açtı. Türkiye, petrol için Arap ülkelerine ve OPEC’e göbekten bağlıydı. Ancak arka plandaki stratejik ortaklıktan dolayı, OPEC’in baskılarına boyun eğip de İsrail’le ilişkilerini kesmedi. Nitekim 1974’te Kıbrıs Harekatı yapılırken iki ülkenin istihbaratının sıkı işbirliği yaptığı söylendi. Perde arkasında işbirliği sürerken, Başbakan Bülent Ecevit Kasım 1975 tarihinde BM’de Arap ülkeleri tarafından hazırlanan ‘Siyonizm’in ırkçılıkla eşdeğer olduğunu’ söyleyen karar tasarını destekleyerek İsrail’i bir kez daha ters köşeye yatırdı. Bununla da kalmadı, birkaç ay sonra Türkiye Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) Filistin halkının temsilcisi olarak tanıdığını açıkladı. Ancak, her zamanki faydacı tavrıyla İsrail’den Safir füzelerini, Hetz tanklarını, Uzi makinelilerini almaya devam etti.
1978 Camp David sonrası Türkiye
Türkiye-ABD ilişkilerinde Kıbrıs, Haş Haş Krizi gibi gerilimler çıktıkça, Türkiye Araplara yaklaşarak intikamını aldı. 1978’deki ‘Camp David Barışı’ndan sonra FKÖ Ankara’da büro açtı. Bunda Demirel hükümetine destek veren Milli Selamet Partisi’nin İsrail düşmanlığının da payı vardı ama daha önemlisi Türkiye, 1979 İran İslam Devrimi yüzünden tavana vurmuş petrol fiyatlarından dolayı Arap ülkelerine daha muhtaç hale gelmişti. Ancak sonra öğrenildi ki, Lübnan iç savaşı ve Türkiyeli radikal-sol örgütlerin Lübnan’daki Bekaa Vadisi’ndeki örgütlenme çalışmaları yüzünden İsrail istihbaratıyla sıkı işbirliğine devam etmişti.
30 Temmuz 1980’de İsrail Parlamentosu’nun (Knesset) tek taraflı olarak 1949’dan beri Ürdün’le İsrail arasında paylaşılmış olan Kudüs’ü, doğusuyla batısıyla tek parça olarak İsrail’in binlerce yıllık bölünmez başkenti olarak ilan ettiğinde BM Güvenlik Konseyi 20 Ağustos 1980 tarihli 478 No.lu kararı ile Knesset’in bu kararını uluslararası hukukun ihlali olarak kınamıştı. Türkiye de 30 Kasım 1980 tarihinde, temsil seviyesi “İkinci Kâtip” seviyesine düşürdü.
ASALA’ya karşı elele
1982’de petrol fiyatlarındaki düşmeler sayesinde Arap ülkelerine bağımlılıktan biraz olsun kurtulan Türkiye, İsrail’le daha açık ilişki kurmaya başladı ama esas neden Lübnan’da konuşlanan ASALA’yı MOSSAD yardımıyla etkisiz hale getirmekti. 4 Nisan 1985’de Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu, İsrail’in Washington Büyükelçisi Meir Rosenne ile buluştu. Amaç, ABD’nin Türkiye’ye yardımlarında İsrail’in aracılık etmesini sağlamak ve Türkiye’yi soykırım iddialarıyla bunaltan Ermeni lobisine karşı denge unsuru olarak kullanmaktı. Bu tarihten itibaren, bölgede Türkiye’den başka dostu olmayan İsrail bu işi seve seve yaptığı gibi, basınında Ermeni Soykırımı’na veya azınlıklara ilişkin tek kelime haber yayınlatmadı.
İsrail’le ilişkiler, Aralık 1987’de Filistin’de patlak veren İntifada eylemiyle tekrar zora girdi. Çünkü Soğuk Savaş’ın yavaş yavaş sona ermesiyle, Türkiye’nin eli birazcık rahatlamıştı. Türkiye iki arada denge tutturmaya çalıştı, İsrail her zamanki gibi alttan aldı, ses çıkarmadı.
İlişkiler 1991 yılında yeniden Elçilik seviyesine çıkarıldı ve ilişkiler yeniden hız kazandı. İsrail ile Savunma İşbirliği, Güvenlik ve Gizlilik, Çevre Sorunlarında ve Doğa Korunmasında İşbirliği, Terörizm ve Diğer Suçlarla Mücadele, Telekomünikasyon ve Posta Alanında İşbirliği ile Sağlık ve Tıp Alanında İşbirliği anlaşmaları, F4 ve F16 Uçaklarının Modernizasyonu Projesi ile Türkiye-İsrail Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması, Serbest Ticaret Alanı Anlaşması ile ticaret, ekonomi, sınai, teknik ve bilimsel alanlarda işbirliği anlaşmaları yapılırken iki ülke arasında gümrüklerin sıfırlanması bu işbirliklerinden bilinenler.
500. Yıl bahanesi
Doğu Bloğu’nun yıkılmasıyla ortaya çıkan yeni durumu konuşmak için, 25 Ocak 1994’te İsrail Devlet Başkanı Ezer Weizman and siyaset adamı Şimon Peres, “İspanyol Yahudilerinin Osmanlı Devleti’ne getirilişinin 500. yılı kutlamaları” bahanesiyle Türkiye’yi ziyaret ettiler ve Süleyman Demirel’le görüştüler. Bu ziyarette, askeri ve istihbarat ilişkileri teyid edildi ancak eski parlak dönem geride kalmıştı. Aynı yıl Manavgat Nehri’nin suyunu İsrail’e satma konusu gündeme geldi. İsrail düşmanı kesimler hop oturup hop kalkınca, Manavgat’ın altın kıymetindeki suyu denize akmaya devam etti.
İsrail’in cesaretlenip Türkiye’ye ilk kez tepki göstermesi, 16 Eylül 1994’de DYP-SHP hükümetinin Başbakanı Tansu Çiller (yardımcısı Erdal İnönü idi) ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in FKÖ lideri Yaser Arafat’ı Ankara’da ağırlamasıyla oldu. Kasım 1994’de İsrail’e giden Çiller, ortamı yumuşatmak yerine Kudüs’te Filistinlilerin merkezini ziyaret edince kıyamet koptu. Koptu da ne oldu derseniz, MİT ile MOSSAD ve CIA arasındaki işbirliği bütün hızıyla devam etti. TSK, İsrail’in en büyük müşterilerinden biri olmaya devam etti.
23 Şubat 1996 yılında DYP-CHP hükümeti Başbakan Tansu Çiller, yardımcısı Deniz Baykal iken Süleyman Demirel’in İsrail ziyareti esnasında iki ülke arasında Askeri Eğitim ve İş birliği Anlaşması (AEİA) ve 14 Mart 1996’da Serbest Ticaret Anlaşması (STA) ve 28 Ağustos 1996’da RP-DYP hükümetinin Başbakanı Erbakan, yardımcısı Tansu Çiller iken Savunma Sanayinde İş birliği Anlaşması (SSİA) ile Türkiye ordusunun modernizasyonu yüksek oranda İsrail’e emanet edildi. Ağustos 1999 Gölcük Depremi’nden sonra İsrail bölgeye yardım ekipleri göndererek sempati toplamaya devam etti.
2000 yılında DSP-ANAP-MHP hükümeti başbakan Bülent Ecevit, yardımcıları Mesut Yılmaz, Devlet Bahçeli idi. MHP’li Milli Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu basının soruları üzerine ‘İsrail’le bugüne dek yapılan 13 anlaşmanın tamamının gizli anlaşmalar olmasından dolayı TBMM`nin onayına sunulmamıştır, içeriklerini açıklayamam” dedi.
2001 yılında Sabra ve Şatilla Katliamı’nın faillerinden “Beyrut Kasabı” lakaplı İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un Türkiye ziyaretinden sonra Bülent Ecevit, “Şaron’u Türkiye’de daha çok görmeyi arzu ettiklerini ifade etti.
AKP’nin İsrail politikaları
2002 yılında AKP iktidara geldiğinde kurucu ekibinin içinde anti-semitizm şampiyonu RP kökenli bürokratların bulunmasına karşın, iktidarının en azından ilk yıllarında AK Parti, İsrail’e karşı sert söylemlerde bulunmadı.
2002 yılında 170 adet Amerikan M60 tanklarının yenilenmesiyle 1 milyar dolarlık anlaşma İsrail’in Filistin’e yönelik şiddetli saldırılarının gerçekleştiği bir sırada imzalandı. Ayrıca istihbarat için insansız hava araçları da İsrail’den alındı. Ancak bunlardan da AKP’yi sorumlu tutmak doğru olmazdı, çünkü anlaşmalar daha önce kotarılmıştı.
2003 yılında Irak’ın ABD tarafından işgali sırasında, İsrail istihbarat servisi MOSSAD’ın Irak’ın kuzeyinde yaşayan Kürt grupları politik ve maddi açıdan desteklediği, İsrail’in daha önce bölgeden göç etmiş Yahudilerin ellerindeki tapulara dayanarak Kuzey Irak’ta toprak edinmeye çalışması ve Kürt komandolara eğitim verilmesi gibi söylentiler üzerine Türkiye-İsrail ilişkileri limonileşti.
2004 yılında Hamas liderlerinden Şeyh Ahmet Yasin ve Abdülaziz Rantisi’nin İsrail ordusu tarafından öldürülmesi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İsrail’i “devlet terörü” yapmasıyla suçlamasına neden oldu. Bu iki devlet arasındaki en ciddi gerilimdi.
Ancak Mart 2005, önce CB Abdullah Gül, sonra Başbakan Erdoğan da İsrail’e gitti. Erdoğan Kudüs’te Beyrut Kasabı Şaron’la görüştü. Şaron Erdoğan’ı “Yahudi milletinin başkenti ve İsrail’in başkenti Kudüs’e hoş geldiniz” diyerek karşıladı. Halbuki hatırlanacağı gibi 1980’den beri Türkiye Kudüs’ün başkent statüsünü protesto ediyordu. Bu tarihçeyi bilmediği anlaşılan Erdoğan’dan Şaron’un konuşması itiraz gelmedi, İsrail de bunu zafer hanesine yazdı. Dahası Şaron ile Erdoğan arasında kırmızı telefon hattı kuruldu ve 60’a yakın ikili anlaşmaya imza atıldı. Bunların “ödülü” olarak da Erdoğan’a Yahudi Üstün Cesaret Madalyası verildi.
2006’da Hamas’ın 132 sandalyeli Filistin parlamentosunda 74 sandalye ile iktidara gelişi Türkiye-İsrail ilişkilerini yine zora soktu. O tarihe kadar İsrail-Filistin arasındaki müzakereler Mahmud Abbas başkanlığındaki El-Fetih üzerinden yürütülürken, Türkiye Hamas üzerinden bu sürece dahil olmaya o tarihte başladı. Bu da ilişkileri daha da gerdi. 16 Şubat 2006 tarihinde Hamas’ın lideri Halid Meşal’in ve üst düzey Hamas yöneticilerinin Türkiye’ye gelişi İsrail Başbakanlık sözcüsü Ranaan Gissin tarafından “Biz eğer Abdullah Öcalan ile görüşseydik siz ne hissederdiniz?” tepkisiyle karşılaştı.
Haziran 2006 tarihlerinde CB Ahmet Necdet Sezer İsrail’i ziyaret etti ama AKP Hükümeti tarafından bir oldu bittiyle önce Hamas temsilcisiyle sonra İsrail temsilcileriyle görüşmek durumunda kaldı. Sezer’in İsrailli yetkililere, davet kararının kendisinin bilgisi dahili olmadığı ve bu davetin Türk toplumunun gerçek görüşünü ve devlet politikasını yansıtmadığını ifade etti. CB Sezer’in Knesset’te yaptığı uzun konuşma büyük alkış aldı.
İsrail CB Şimon Peres de Kasım 2007 tarihlerinde Türkiye’ye gelmekle kalmadı o da TBMM’de bir konuşma yaptı. Onu İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in Şubat 2007’de Türkiye ziyareti izledi. Dışişleri Bakanı Ali Babacan Ortadoğu bölgesine gerçekleştirdiği ziyaretler kapsamında Ekim 2007 tarihlerinde İsrail’i ziyaret etti. İsrail Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı Ehud Barak, Şubat 2008’de Türkiye’yi, Savunma Bakanı Vecdi Gönül Ekim 2008’de İsrail’i, İsrail Başbakanı Ehud Olmert Aralık 2008’de Türkiye’yi ziyaret ederek baş döndürücü bir trafik sergilediler. Elbette bu ziyaretlerde hangi konularda ne gibi sözler alındı, verildi, ne gibi anlaşmalar imzalandı öğrenemedik.
Çok değil Olmert’in ziyaretinden bir hafta sonra İsrail’in Gazze’ye düzenlediği “Dökme Kurşun Operasyonu” üzerine Türkiye “devlet terörü” söylemine geçti. Bu olaydan sonra Türkiye’nin ise Orta Doğu’da kendine biçtiği “arabulucu”, “düzen kurucu aktör” rolü sona erdi.
Ocak 2009’da “Gazze-Orta Doğu için Model” başlığı altında düzenlenen Davos Zirvesi’nde Filistin-İsrail çatışmasına çözüm arayışları tartışılırken Başbakan Erdoğan’ın Şimon Perez’e yönelik “One minute” çıkışı ile ilişkiler kopma noktasına geldi.
2010’da Anadolu Kartalı Tatbikatı ile devam eden negatif seyre Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol’un, Kurtlar Vadisi ve Ayrılık dizilerindeki İsrail karşıtı sahnelerin izahatı için tüm İsrail basının önünde İsrail Evimiz Partisi’ne mensup milletvekili ve Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon tarafından Knesset’teki makamında daha alçak bir koltukta oturtulması “Alçak Koltuk Krizi” adıyla diplomatik literatüre girdi.
Mavi Marmara krizi
31 Mayıs 2010’da İHH İnsani Yardım Vakfı ve Özgür Gazze Hareketi’nin organize ettiği ve Gazze’ye insani yardım taşıyan altı gemiye İsrail’in baskın düzenlemesi ve dokuzu Türk vatandaşı 10 kişinin ölmesiyle (kısa Mavi Marmara Olayı) Türk-İsrail diplomatik ilişkilerini dibe oturdu. Diplomatik seviye ikinci katipliğe düşürülürken İsrail’den alınması planlanan Spike güdümlü tanksavar füzeleri, Barak-8 uçaksavar füze sistemleri ve ağır piyade muharebe araçları ve elektronik savaş sistemleri gibi askeri teçhizat alım projelerinden vazgeçildi. En çok da bu konu can acıttı elbette.
Haziran 2010’da Akdeniz’in İsrail kıyılarına yakın bir yerde, geniş bir doğal gaz alanı olan “Leviathan Gaz Alanı” keşfedilmesi ve ardından İsrail ile Kıbrıs Cumhuriyeti arasında anlaşmalar imzalanması üzerine Türkiye, İsrail’e yeniden kızdı.
2011 yılında İsrail Çalışma Bakanı Ben-Eliezer ve Türkiye Dışişleri Bakanı Davutoğlu arasındaki gizli görüşmeler basına sızdığında anlaşıldı ki İsrail tarafından alınan gemilerin Türkiye’ye iadesi şartı ve saldırıların araştırılması için bir heyet oluşturulması karşılığında Türkiye İsrail’le barışmaya can atıyordu. Ancak konu basına yansıyınca barış birazcık gecikti.
2012’de İsrail’in Gazze’ye yönelik Bulut Operasyonu yüzünden Türkiye güya yine İsrail’e kızdı, hatta CB Erdoğan Siyonizmi “insanlık suçu” olarak tanımladı ancak İsrail-Türkiye görüşmeleri 2013 yılında Obama’nın devreye girmesiyle yeniden başladı. Türkiye ve İsrail tazminat ve özür konularında anlaştılar. Haziran 2016 tarihli Tazminat Usul Anlaşmasına göre Mavi Marmara mağdurların ailelerine 20 milyon Amerikan Doları İsrail tarafından Türk Adalet Bakanlığı’nın hesabına yatırıldı ve oluşturulan özel bir fon üzerinden mağdurların ailelerine dağıtılacağı açıklandı. Ailelere ne kadar verildi bilmiyoruz ama bu anlaşmayı eleştiren muhalifelere Erdoğan’ın “Oraya giderken dönemin başbakanına mı sordunuz?” dediğini biliyoruz.
Türkiye ile İsrail arasındaki son gerilim, ABD’nin büyükelçiliğini Doğu Kudüs’e taşıması sırasında oldu. Elçiliğin 14 Mayıs 2018’de açılacağının belirtilmesi üzerine Filistinlilerin gerçekleştirdiği protestolarda 60 civarı Filistinli’nin İsrailli askerlerin açtığı ateş sonucunda öldürülmesi, 2.800’ün üzerinde Filistinli’nin yaralanması üzerine CB Erdoğan İsrail’i soykırımla suçladı.
Uzun süren diplomatik krizin ardından İran’ın nükleer programı tehlikesi dahil olmak üzere iki ülkenin Orta Asya’da da iş birliği yapabileceği ve Doğu Akdeniz gazının paylaşımı konuları gündeme geldiğinde, İsrail Cumhurbaşkanı Yitzhak Herzog Mart 2022’de Türkiye’ye gelerek buzları bir kez daha eritti. İki ülke yeniden büyükelçi atama kararı aldı. İki ülke arasında, askeri anlaşmaların yarattığı bağımlılığın yanısıra 2002 yılında 1,41 milyar dolar olan ticaret hacmi 2022’de 8,91 milyar dolara kadar çıktı. Neyse ki denge Türkiye’den yanaydı.
7 Ekim 2023’te Gazze’nin hakimi HAMAS’ın terör saldırısından sonra yaşananları ise Metin Cihan’ın sosyal medya hesaplarından izleyebilirsiniz.
Ayşe Hür – 20.04.2024