Makaleler

Published on Ocak 16th, 2024

0

Nazım Hikmet’i nasıl bilirdiniz? | Serdar Taş


John Berger: “Görmemek de bir görme biçimidir.”

Adet ve alışkanlık edindiğim üzere Nazım Hikmet’in her doğum ve ölüm sene-i devriyesinde ona dair ezber edilenleri, harcıâlem yaklaşımları, beylik kabulleri soruştururum. Doğrusu bu tutumumdan ötürü bolca hakaret işittim, sövgü yedim, suçlandım, itham edildim, kınandım, yargılandım. Lakin bizi geliştirecek, menzil aldıracak olan tam da kulaklarımızın işitmekten kaçındığı, canımızı yaksa ve sıksa da hakikiliğini teslim etmek durumunda olduğumuz yaklaşımlardır.

Ne vakit Nazım Hikmet’in gereğince, yeterince enternasyonalist bir şair ol(a)madığını dillendirsem Nazım Severler Tarikatı’nın müritlerince onun şahsına ve mücadelesine küfreden, hakaret savuran biri olarak lanetlendim. “Eleştirecek ya da yargılayacak bir Nazım kalmıştı,” gibi son derece anti-entelektüel, hakikat karşıtı tepkilere maruz kaldım. Hatta eleştirel ve kuşkucu tutumu haslet edindiğini sandığım kimi sosyalist arkadaşlarımın bile, “Ne gerek var,”, “Şimdi sırası mı,” “O kadar insan dururken eleştirecek Nazım’ı mı buldun!?” gibi hayretlik verici homurtularına, sitemlerine maruz kaldım. Ancak ben bir “ikonoklast” ve “negativist”im. Beni “ayın karanlık yüzü” ilgilendiriyor. Madem “putları deviriyoruz,” o halde köhnemiş ve ekşimiş Nazım Hikmet putunun da kaidelerinden devrilmesine katkıda bulunan bir yazı yazmak, hakikate sadakatin gereğidir. Immanuel Kant çok güzel söyler: “Şayet gerçek onları öldürecekse bırakın, varsın ölsünler.”

Nazım Hikmet şayet kendisini politik olarak angaje, toplumsal meselelere dair vazifelenen ve mesullenen partili, komünist, enternasyonel bir şair olarak konumlandırmasa ve tarif etmese işimiz gayet kolay olurdu; dahası bu eleştirinin yazılmasına da gerek kalmazdı. Nasıl ki Edip Cansever’i, Ahmet Haşim’i ya da Behçet Necatigil’i halklar meselesine dair şiirler yazmadığı için kına(ya)mıyorsak Nazım’ı da kınamayacaktık. Ancak Nazım kendisini “komünist bir kavga şairi” olarak adlandıran, tarihi TKP saflarında örgütlü sosyalist mücadeleye iştirak etmiş (kaldı ki tarihi TKP epey sorunlu bir partidir), siyasal bir tavır, duruş takınmaya inanmış bir portredir ve haliyle bunun gereği de kendisinden beklenir, beklenmelidir. Hal böyleyken Nazım’ın Kürt, Ermeni, Pontus soykırımlarına dair tek bir satır olsun dizelerinde yer vermemiş olması haklı eleştirilere, sitemlere sebep olageldi.

Dünyadaki pek çok ulusal kurtuluş mücadelesini gayet haklı ve yerinde olarak mühimseyen, şiirlerinde konuklayan Nazım’ın mesela Kürt direnişlerini, başkaldırılarını ve soykırımlarını işlemek şöyle dursun Kürtlere adanmış, ithaf edilmiş bir tek şiiri bile mevcut değildir. Jokond ile Si-Ya-U şiirinde Çin Bağımsızlık Savaşı’nı selamlayan, Taranta Babu’ya Mektuplar’da Habeşistan’daki Faşist Mussolini İtalya’sının işgâlini kınayan ve direnişi coşkuyla karşılayan, Benerci Kendini Niçin Öldürdü’de Hindistan’daki İngiliz İmparatorluğu’na karşı verilen bağımsızlık mücadelesini işleyen, “inci dişli Robeson yoldaşına” selam eyleyen Nazım’ın saifelerinde her ne hikmetse ve nedense Kürtlere, Ermenilere, Rumlara, Nasturilere, Keldanilere, Alevilere, Hristiyanlara yer yoktur. Ne kadar da enternasyonalist bir tavır, değil mi!?

Hiroşima ve Nagazaki’de atom bombasıyla, nükleer kitle imha silahıyla katledilenleri gören Nazım, Ermeni Jenosidi’ni, Pontus Jenosidi’ni (Küçük Asya Felaketi), Dersim Tertelesi’ni, Koçgiri Ayaklanması’nın soykırım yöntemleriyle bastırılmasını, Şeyh Said İsyanı’nı, Ağrı İsyanı’nı, 1934 Trakya Yahudi Pogromu’nu, 6-7 Eylül Pogromu’nu, Varlık Vergisi mezalimini görmezden geldi. Yine o pek beynelmilel ve kızıl Nazım’ın dizelerinde 15 Haziran 1915’te on dokuz yoldaşıyla birlikte idam edilen Paramaz’a (Madteos Sarkisyan) da yer yoktur.

Mustafa Kemal’in Ermeni yetimhanesinden alıp Türklük dininin esaslarına göre “terbiye” ve endoktrine ederek yetiştirdiği ve Dersim’in bombardımanında kullandığı Sabiha Gökçen’in öldürme şevkini ve zevkini, haysiyeti için uçurumlardan atlayarak canına kıyan Kürt, Alevi ve Ermeni kadınları, günler boyunca kan kırmızısına kesen Munzur’u, mağaralarda Nazi Almanya’dan satın alınan zehirli kimyasal gazlarla tütsülenen arı gibi itlaf edilen çocukları görmez Nazım. Nazım’ın Kürt coğrafyasına dair takındığı tavır, görmezlenen, bilmezlenen, Sivas’tan ötesine hiç gitmemiş ve tanımayan o “yanlış ve diktatöryal cumhuriyet”in seçkinci bürokratlarının o topraklara dair kolonyal ve romantize edici imgeleminin ve fantazilerinin ötesine varamayan kolonyalist, müslemlekeci bir zemindedir.

Nazım Hikmet, Koçgiri’den Dersim’e dek uzanan ulusal ayaklanmalar ve direnişler tarihini itibarsızlaştıran, kriminalize eden, gericileştiren ve ulusal karakterini hiçe sayan “sosyal şovenist” TKP geleneğinin ve Türklük Sözleşmesi’nin bir temsilcisidir. Zaten TKP’nin resmi mecmuası Orak-Çekiç’te Kürt direnişleri ve başkaldırıları “ilkel, feodal, emperyalizmle işbirlikçi, karşı devrimci, Atatürkiye’nin ilerlemeci atılımlarını ve devrimlerini baltalayan mürteci, gerici, şekâvetçi, dinci, feodal karakterli hareketler olarak mahkûm edilir. Hatta bir müddet TKP’li olan Hikmet Kıvılcımlı’nın Kürt meselesini görece doğru kavrayan 30’lu yıllara ait yazıları kendi partisi tarafından bile hasıraltı edilmiş ve Kıvılcımlı davadaşları, adımdaşları tarafından yalnızlaştırılmış olduğu hakikati de hatırda tutmakta fayda var.

Nazım Hikmet, Mustafa Kemal’in narsisizmini, grandiyöz kişilik bozukluğunu teşhir eden, Milli Mücadele’yi kendine mâl etmek, muhalefeti ne hakla ve nasıl tasfiye ettiğini gerekçelendirmek için kaleme aldığı Nutuk’tan yola koyularak Kuvayi Milliye Destanı’nı yanlış ve tehlikeli bir şekilde işlemiş ve destanlaştırmıştır. Bunda her ne kadar Kemalist rejimin hışmına ve gadrine uğramama maksadı olduğu söylense de kanımca bu oldukça safdil ve nahif bir yaklaşımdır. Nazım’ın Kuvayi Milliye Destanı’nı muktedirler böyle buyurduğu veya ısmarladığı için yazdığına inanmak, kendimizi kandırmak olacaktır. Zira Nazım’ın eyleyişlerine, söylemlerine bakıldığında Kuvayi Milliye Destanı’nı böylesi bir yukarıdan direktife, siparişe gerek kalmadan yazması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Demem o ki görmemeyi yeğlediği ve görmeye yöneldikleriyle Nazım’ın bu destanı kaleme alışı hiç de ondan beklenilmeyecek bir şey değildir. Peki Kuvayi Milliye Destanı’nda bizim enternasyonel Nazım, Mustafa Kemal’i nasıl tasvir ediyordu, gelin bir bakalım:

“Ateşler yanıyordu.

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki.

Şayak kalpaklı adam

nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden,

güzel, rahat günlere inanıyordu.

Ve gülen bıyıklarıyla duruyordu.

Ki mavzerinin yanında..

Paşalar onun arkasındaydılar.

O, saati sordu.

Paşalar, “Üç” dediler.

Sarışın bir kurda benziyordu.

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar.

Eğildi, durdu. Bıraksalar..

İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak,

ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak,

Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı.”

Peki Nazım Hikmet, Atatürkiye yıllarında, yani Mustafa Kemal’in diktatörlük, tek adamlık, ebedi şef rejimi yıllarında ne haldeydi?

Nazım Hikmet, Kuvayi Milliye Destanı’nda övgülere boğduğu Mustafa Kemal’in diktatörlük yıllarında, 1925 ila 1937 aralığında tam dokuz defa yargılandı, çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı, bir şekilde (aristokrat soykütüğünün de etkisiyle) mahpusluktan kurtuldu. Nihayetinde sene 1938’de Donanma Davası’ndan 28 yıl hüküm giydi.

Peki Nazım hangi ceza hukukuna göre yargılanmıştı? Tabii ki 1 Mart 1926’da düzenlenen totaliter, faşizan kanunlara göre yargılandı. Faşist İtalyan ceza hukukundan iktibas edilen, yıllar yılı devrimcilerin, demokratların, sol aydınların, muhaliflerin tepesinde soğuk ve sivri bir sarkıt gibi sarkan, baş belası 141 ve 142 no.lu maddeler ise 1936’daki değişiklik ve düzenlemelerle ceza hukukuna dahil edilmişti. Bu maddelerle “sosyal bir sınıfın diğer bir sosyal sınıf üzerinde tahakküm kurmasına yönelik tüm faaliyetler” yasaklanıyordu. Yani daha önceleri, “Biz imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz,” yalanıyla “faşizan korporatizmi” düstur edinen, sınıfların varlığını, haliyle emek-sermaye çelişkisini inkâr eden Mustafa Kemal, kerhen de olsa böylece sınıfların mevcudiyetini tanımış oluyordu.

Faşist Mussolini İtalya’sından iktibas edilen bu maddelerle yargılanan Nazım, cezai indirimlerden sonra 28 yıl 4 ay ağır hapis cezasına mahkûm edildi. Nazım’ın hapisteyken yazımına başladığı Kuvayi Milliye Destanı ve Mustafa Kemal’e yazdığı nedamet ve yalakalık mektubu da zevahiri kurtarmasını sağlayamadı. İlginçtir, Nazım, 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti’nin çıkardığı bir genel af yasasıyla tahliye edildi.

Peki kurucu babaların genel olarak emek siyasası ve TKP’ye karşı muamelesi nasıldı?

Kemalist rejim halk düşmanı, kadın düşmanı, emek düşmanı, sosyalizm düşmanı, Hristiyan düşmanı, hülasa Türk ve Müslüman olmayan her şeyin düşmanıydı. Zira yeni olduğu söylenen Türkiye Cumhuriyeti “Türklük ve Müslümanlık Sözleşmeleri” temeline dayanıyordu. Haliyle hata temel üzerine çıkılmış hata katlar yıkılmaya meftun kırılgan bir yapı arz edecekti. Kemalistler, Milli Mücadele’ye destek vermek için Anadolu’ya geçen TKP kadrolarını bile kriminalize edip, güruhlara linç ettirip aşağılıkça katletmiş, Suphi ve yoldaşlarını öldüren paramiliterleri vatana hizmetten taltif etmiş, TKP kadrolarının her soluk alıp verişini, gölgesinin düştüğü her yeri takibat altında tutmuş, TKP kadrolarına mütemadiyen tevkifatlar uygulamış, sahte bir TKP kurdurtmuş, emek örgütlerini dağıtmış, Marksist metinleri Türkçeye tercüme eden çevirmenleri, yayınlayan yayıncıları bile tutuklamış, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Bayramı’nı yasaklamış, kendi kurdurduğu muhalefeti bile yasaklayıp kurucu kadrolarını İstiklal Mahkemelerinde yargılamış, Çerkez Kadınları Teavun Cemiyetini ve Türk Kadınlar Birliği’ni bile kapatmış, Adana-Nusaybin Demiryolu’nun deposunda çalışan işçileri genel greve çıktıkları için kurşuna dizdirtmiş, kendisi için hiçbir tehlike ve tehdit teşkil etmediği halde Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Sabahattin Ali, Orhan Kemal gibi aydınları mahpushane damlarından çürütmüş, İttihat Terakki’nin Ermeni ve Rum Soykırımı’na iştirak etmiş kadrolarının dönmesini sağlayıp onlara yine o halkın mallarını, emlak-ı metruke’lerini dağıtmış, taltif etmiş bir çürüme ve cürüm rejimiydi. Takrir-i Sükun Yasası’yla birlikte muhalif basın şöyle dursun kendisine Milli Mücadele yıllarında azimkâr şekilde destek veren Aydınlık, Orak-Çekiç, Son Telgraf, Tevhid-i Efkâr, İstiklal, Sebillüreşad gibi gazete ve mecmuaları bile keyfi bir şekilde yasakladı. Yani Kemalist mutlakiyetçi, merkeziyetçi, monarşist, bonapartist, jakobenist, diktatöryal cumhuriyet, emek düşmanlığını sistematikleştirmiş bir totaliter aşırılığı savunagelmişti.

Bu arada mezkur eleştirimde Milli Mücadele’nin, resmi ideolojinin terimiyle “Kurtuluş Savaşı” ya da İstiklal Harbi’nin kimden kurtuluşun, kime karşı mücadelenin adı olduğunu tartışmayacağım ya da Kuvayi Milliye’nin Ermeni Soykırımı’ndan”artakalanların”, “kılıç/tüfek artıklarının” kendi kadim topraklarına sokulmamak üzere kurulan paramiliter cinai şebekeler olduğu realitesini da işlemeyeceğim.

Kayıp Destanın İzinde kitabında Erkan Irmak, Nazım Hikmet hakkında şöyle bir bilgi verir:

“… gerek mektuplarından, gerek araştırmacıların aktardıklarından, gerekse elde olan farklı nüshalardan anlaşıldığına göre Kuvayı Milliye, ismi de dahil olmak üzere Nazım Hikmet tarafından birden fazla kere düzenlendi, kurgulandı ve değiştirildi. Kuvayi Milliye adıyla ilk baskısı ise l968’de Bilgi Yayınevi tarafından yapıldı ve o günden bugüne kadar da içeriği korunarak farklı yayınevlerince yayımlanmaya devam etti. Metnin sonuna Nazım Hikmet tarafından düşülen imzada, Kuvayı Milliye’nin ‘939 İstanbul Tevkifanesi, 940 Çankırı Hapisanesi, 941 Bursa Hapishanesi’nde kaleme alındığı yazmaktadır. Ne var ki Kuvayı Milliye’nin omurgası bu tarihlerde yazılmış olsa da metinde yer alan dizelerin oluşturulma tarihi 1938 ila 1950 arasında bir zaman dilimini kapsar.”

Sunulan bilgiler ziyadesiyle önemli, zira eğer Kuvayi Milliye Destanı’nın, Erkan Irmak’ın da belirttiği gibi 38 ila 50 yıllarında yazıldığını hesaba katarsak Nazım bu destanı 36 ila 48 yaşları arasında kaleme almış demektir; yani Kuvayi Milliye Destanı bir “gençlik günahı” olamaz. Yani Nazım’ın kelamının kemalata ermesi, kazın ayağı perdeliymiş demesini beklemeye hakkımızın olduğu yaşlarda yazmıştır bu destan şiiri. Bu da gösteriyor ki Nazım Misak-ı Millici, Kuvayi Milliyeci, Kurtuluş Savaşçı, Türk üstünlükçü, şovenist, nasyonalist, kemalist hattan ileri ve olgunluk yaşlarında da kopamamış, dahası bunun için hususi bir özen ve gayret sarf etmemiştir.

Nazım hikmet yeryüzünün pek uzak yüzeylerindeki halklar için kalemini çekincesizce ve cömertçe hokkasına daldırdı. Değil mi ki enternasyonelist, komünist, partili bir şair ve dava insanı olmak bunu gerektirir. Ancak kendisine nice mihnet eden, cefalar çektiren, yıllar yılı ömrünü maphushane damlarında çürüten Kemalist rejimin kabahatlerine dair birkaç dizede, mısrada ve 24 Kanunisani şiirinde aşikâr olan dolayımlı, çekingen eleştiriler haricinde bu rejimin Anadolu’nun ve Yukarı Mezopotamya’nın antik halklarına karşı giriştiği katliamları Nazım’ın dizelerinde tesadüf edemeyiz.

Nazım hikmet, “medeniyet götürmek” adına, “şâkileri (eşkiyaları) tepelemek” için tertiplenen Dersim Soykırımı’nı o çok enternasyonel hassasiyetinden damıtılmış dizelerle kaleme alma gereği duymamıştır. Üstelik, “Dört nala gelip uzak Asya’dan/ Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/ bu memleket bizim,” gibi altına Alparslan Türkeş’in, Nihal Adsız’ın, Baha Said’in, Rıza Nur’un bile ikirciklenmeden imzasını atabileceği dizeleri kaleme almakta bir beis görmeyen şoven bir yaklaşımın temsilcisidir o.

Onun mensubu olduğu TKP, gayet oryantalist, kolonyalist, müstemlekeci bir zihniyetle Şeyh Said Ayaklanması’nı, “İngiliz emperyalizmi tarafından kışkırtılan irticai bir hareket”, “şeyh ve ağaların, sürdürülmekte olan demokratik devrimi baltalamak üzere başlattıkları bir isyan” olarak tasvir edebiliyor ve yine aynı TKP resmi yayın organı Orak-Çekiç’te “Kahrolsun irtica!” manşeti atabiliyordu. Üstelik Şeyh Said İsyanı’nın İngilizlerin fişteklemesiyle vuku bulmadığını İsmet İnönü bile itiraf etmişken…

İbrahim Kaypakkaya’yı tam da yazının bu momentinde anmak yerinde olacaktır. Kaypakkaya, aktörü ister feodal beyler, aşiret reisleri, mirlikler olsun; ister tarikat liderleri olsun, isterse de ulusal örgütler olsun, ezilen bir ulusun ayaklanmasının muhtevası bakımından demokratik ve ilerici olduğunu söyler. Ancak Türklük Sözleşmesi’nin bir tarafı ve kabullenicisi olarak Nazım Hikmet’ten böylesi bir analiz beklemek hiç de realist değildir. Görünen o ki 24’ünde işkenceli sorgulamalardan geçirilerek öldürülen Kaypakkaya, ulusal meselede Nazım Hikmet’tin eline su dökemeyeceği bir hassasiyete, entelektüel namus ve haysiyete sahip. Bir yanda karpuz kabuğundan gemiler yaratan bir Kaypakkaya gerçekliği duruyor, öte yanda ise birçok dil bilen Nazım Hikmet’in dilsizliği, hakikati dillendiremeyen dili… Hazreti İsa menkıbelerinde İsa’nın kıt besinlere bolluk vermek gibi bir kerametinden ve kudretinden bahsedilir. Burada uygunsuz bir analoji yapma pahasına şöyle diyeyim: İbrahim Kaypakkaya’nın durumu da biraz İsa misalidir. İbrahim, dil bilmezliğine, ciddi literatür boşluğuna rağmen o kısıtlı kaynakları, metinleri fevlakade kavrayışıyla, muhakeme yetisiyle işleyerek ve ilişkilendirerek bereketlendirmiş, varsıl kılmıştır. Ancak birçok dil bilen, Dostoyevski’yi Türkçeye tercüme edecek denli Rusçaya hâkim olan, Marksist literatüre doğrudan erişimi mümkün olan Nazım, halklar meselesinde İbrahim’in ayağında turap olamayacak denli bir geri konumdadır. İbrahim şöyle der: “Önce halkların eşitliği, sonra kardeşliği.” Ancak Nazım Bedirhan’a yazdığı mektupta kardeşlik havucuyla Kürt’ü Türk’e ve onun hukukuna (hukuksuzluğuna) râzı olmaya çağırır.

Mesela 1962’deki TKP konferansında Nazım Hikmet, Fransız Komünist Partisi’nin Cezayir Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’ne karşı şoven tutumunu kınarken Kemalistlerin Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın halklarına karşı kıyım, kırım, tedip, tenkil, etnosit ve jenosit siyasasını dizelerinde işlemediğine ve bunu herhangi bir beyanatıyla kınamadığına şahit oluruz. Yine “28 Kanunisânî’yi Unutma” şiiriyle kendisinden beklemediğimiz bir cesaretle Mustafa Suphi ve yoldaşlarına Karadeniz’i makber eden Kemalistleri eleştiren Nazım Hikmet’in şiirlerinde 15 Haziran 1915 senesinde İttihat Terakki’nin “şeytan üçlüsü”nce Beyazıt Meydanı’nda asılarak infaz edilen Ermeni devrimci Paramaz ve yoldaşlarına da yer yoktur. Peki Ermeni devirmcilerin tarihi de bizim ve bu mücadelenin tarihine dair ve dahil değil mi!? Demem o ki Nazım sadece yazdıklarından değil, yazmadıklarından da sorumlu ve kabahatlidir.

Şeyhmus Diken bir yazısında şöyle der onun için:

“Bütün bunların TKP tarafından bilinmesine rağmen TKP’nin tek partili Kemalist yapıya uzun bir zaman dilimine yansıyan açıktan destek tavrı 1950’li yıllara kadar böylece sürdü. TKP, sadece 1925’teki Şêx Seîd İsyanı değil, 1930’lardaki Ağrı-Zilan, 1937-38’deki Dêrsim İsyanları karşısında da benzer tavırlar içinde oldu. 1961’de SBKP’nin (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) yönlendirilmesi ile İran Tudeh, Irak Komünist Partisi ve TKP temsilcilerinin ortak bir toplantı yapması sonucu Kürt meselesi konusunda birlikte bir karar alırlar. Bu karar, bir tasarıyla 1962’de TKP konferansına Zeki Baştımar tarafından taşınır. Ve o konferansta kimi “şoven” karşı duruşlar da olur. O konferansta Nazım Hikmet Cezayir Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nde Fransız Komünist Partisi’nin şovenist tavrını olumsuz bir örnek olarak göstererek Kürtlerin mücadelesini savunur.

Nazım’ın siyasal şeceresi incelendiğinde görülecektir ki partisi TKP ile (merkez karar bazında) çatışmalı olduğu dönemlerde bile hep örgütlü bir komünist olarak hayatının sonuna kadar yaşamış bir aydındır. Bu sebeple sadece şiirlerine değil, entelektüel hayatına baktığımızda da Nazım, Kürt coğrafyasıyla hiç tanışmamıştır. Kürtleri sadece istanbul’da yaşayan kürtler ekseni üzerinden, bir miktar da “Memleketimden İnsan Manzaraları” noktasından kısmen mahpuslukta tanıyabilmiştir. Tanıyabildiği kadarıyla Kürtler, az da olsa kimi şiirlerinde adeta bir renk olarak yer almıştır, ama Kürtlerin yaşadıkları dramları ve talepleri dillendirilmemiştir. Ne Kürtlerin ne de 1915’te Büyük Yokoluşu yaşayan yine bu coğrafyanın bir başka halkı Ermenilerin acılılarını Nazım şiirleştirmemiştir.”

Yazının bitimine doğru şunları da ifade etmeliyim:

Nazım Hikmet şairaneliğe kaçabilen, hatta kendisini bu hususta eleştiren, takriben, “Şu şairanelikten kurtulduğumda kendime gerçek bir şair diyebileceğim,” diyerek kendisine estetik bağlamda özeleştiri yöneltebilen birisidir. Nazım Hikmet, pek çok tarihi tahrifat, deformasyon pahasına Şeyh Bedreddin’i solculara, sosyalistlere, Alevilere kazandırmış, bir değer olarak sahiplenmelerini sağlamış, tarihin kör kuyularından Bedreddin’i kurtarmış birisidir. Yine Mustafa Suphi ve onlarca yoldaşının Kemalist rejimce alçakça katledilişini cesaretle işlemiş bir şahsiyettir. Ancak aynı cesaret bu coğrafyanın kadim, köklü halklarının imhası ve inkârına yönelik kurulu, yerleşik, sistematik jenosidal ve etnosidal siyasetin eleştirilmesi noktasında yetersiz, isteksiz, iştahsız, cesaretsiz, görmezden gelici, umursuz bir noktada kalmıştır. Yani Nazım Hikmet Türklük Sözleşmesi’nden azade olamamış, enternasyonel-komünist-partili-örgütlü bir şair olmanın gereğini ifa edememiştir. Nazım Hikmet’in politik karnesi ve sergüzeşti halklar meselesine dair kırık notlarla doludur ve açıkçası o halklar ve ulusların kendi mukadderatını tayin hakkı (self-determinasyon) konusunda sınıfta kalmıştır. Şüphesiz bunda TKP’nin adeta Sovyetler Birliği’nin Türkiye seksiyonu gibi çalışması da gayet etkilidir.

“Yarısı buradaysa kalbimin

yarısı Çin’dedir doktor!

Sarı nehre doğru akan ordunun içindedir

Sonra her şafak vakti doktor

her şafak vakti kalbim

Yunanistan’da kurşuna diziliyor…”

Mısralarını dizen Nazım’ın kalbi Dersim’de, Ağrı’da, Zilan’da, Sason’da, Metz Yeghern’de, Küçük Asya Felaketi’nde ve daha nicesinde de kurşuna dizilmiş midir acaba!? “Dünya halklarının ozanı” olan Nazım’ın kalbinde Kürtlerin, Ermenilerin, Süryanilerin, Pontusların, Lazların, Alevilerin acılarına yer yok mudur!? “Ben Afrikalıyım,” diyen nazım neden “Ben Dersimliyim, ben Pontusluyum, ben Ermeniyim, ben Kürdüm” diye haykıramamıştır!? 1923’te kaleme aldığı 28 Kanunisâni şiirinde Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesinden ötürü Mustafa Kemal’i eleştirebilen Nazım, yıllar sonra aynı Mustafa Kemal’i Kuvayi Milliye Destanı’nda hangi hakla, hangi iştahla ve mideyle övgülere boğabilmiştir!?

Ve Nazım Hikmet, 1938’de Mustafa Kemal’den af dile(n)mek için bir nedamet, yalvarış ve yalakalık mektubu kaleme alır:

”… senin eserine ve sana, aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilebilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirim. Büyük işlerin arasında seni bir Türk şairinin felaketi ile alakalandırmak istemezdim. Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu “inkılâp askerini isyana teşvik” damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır. Başvurabileceğim en inkılâpçı baş sensin. Kemalizm’den ve senden adalet istiyorum. Türk inkılâbına ve senin başına and içerim ki suçsuzum.”

Siz “dört nala uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memlekete” geldiğinizde burada nice halklar vardı Nazım bey!? Burası sizin hasretinizi çeken velut, mahsuldar topraklar olarak size kucak açmış bir vaziyette sizi beklemiyordu. Laz şair Abaşişi, Nazım’ın bu şovenist, ulusalcı dizelerine yanıt olarak yazdığı şiiri buyuruyorum o halde:

isa nenaz mu itkven nazimi çkimi

doğru söze ne denir nazım’ım?

isa nenaz miz mu utkun

doğru söze ne denir?

çkun; xirxineri ntsxenepete var moptit

biz; kişneyen atlarla gelmedik

mitiş dobadona var goptit

kimsenin vatanında gezmedik

mitti mitiş getasule var bzonit

kimsenin bostanını eşmedik

hak borthit!

biz buradaydık!

e be nazım usta/ anlaşamadık seninle bu husuta.


Serdar Taş – 16.01.2024

Tags: ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑