Makaleler

Published on Şubat 11th, 2024

0

Bir tahsilli cehalet örneği olarak İlber Ortaylı | Serdar Taş


“Cehennemin en karanlık yerleri, buhran zamanlarında tarafsız kalanlara ayrılmıştır.” (Dante Alighieri)
“Çağımızın bazı kişilerinin ünü, onlara hayranlık duyanların aptallığıyla doğru orantılıdır.”
“Memleketini güzel bulan insan daha yolun başındadır, her yeri kendi yurdu gibi gören insan güçlüdür, bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan mükemmeldir. Yolun başında olan ruh sevgisini dünya üzerindeki tek bir noktaya sabitlemiştir, güçlü insan sevgisini her yere yaymıştır, mükemmel insan ise sevgisini söndürmüştür.” (Saksonyalı bir keşiş)

Uyarı: Öfkeli bir yazı bu. Değil mi ki öfke zihni diri, zinde, hayatiyetli tutar; eblehleşmekten, budalalaşmaktan alıkoyar. Öfkeli olmak, yüreğe sahip olmak demektir. Öfke duyabilmek kaburga kemiklerinin ardındaki o kıymetli cevahiri sadece bir et külçesi olarak muhafaza etmemek demektir. Öfkeme sahip çıkıyorum, öfkemi seviyorum, öfkemi besliyorum. William Blake’in cennet ile cehennemin evliliği kitabındaki aforizması düşüyor aklıma: “Öfkeli kaplanlar, eğitimli atlardan daha bilgedir.”

Bu yazıyla muradım, muktedirlerin unutturuşlarına inat “karşı hafıza” oluşturulmasına  katkıda bulunmak, unutturulanları bilincin yüzeyine dilim dimağımca ve kendi payımca taşıyabilmek. Değil mi ki hafıza bir mücadele alanıdır. Neyi nasıl ve neden hatırladığımız bize dair çok şey söyler. Ne de olsa bizler hafızamız ve hatıralarımızdan mürekkebiz. Baş edemediğimiz, hatırlanıldığında ağırlığı altına ezildiğimiz şeyleri unutmaya eğilimli bir hayvan olduğumuzu bilmez değilim. Ancak unutuluşun kuyusunda mahsur kalmış unutulanları/unutturulanları kurtarmak ve kolektif bilince taşımak ezilenler için bir ödev, yükümlülüktür.

Geçmiş geçmedi, gelecek gelmeyecek, şimdi ise yaşan(a)mıyor. Geçmeyen geçmişin şimdi üzerindeki tahakkümünü kırabilmek için geçmişe dönmek gerekiyor olması ne kadar da tuhaf, değil mi!? Egemenlerin tarihi kendilerine temellük ettikleri, tekellerine aldıkları bir durumda ezilenlerin başat silahı hatırlayış, kolektif hafızadır. Kendi kolektif belleğine sadakat göstererek şimdiyi ve bir ölçüde de geleceği inşa edebilir ezilenler. Sözü Amerika’nın öteki tarihini kaleme alan haysiyetli anarşist tarihçi Howard Zinn’e bırakıyorum:

“Devletlerin hafızasını kendi hafızamız olarak kabul etmemeliyiz. Uluslar ortak çıkarlara sahip topluluklar değildir ve hiçbir zaman da olmadılar. Bir ailenin tarihi olarak sunulan herhangi bir ülkenin tarihi, fatihler ve fethedilenler, efendiler ve köleler, kapitalistler ve işçiler, egemen ırk ve egemen cins ile ezilenler arasında bazen su yüzüne çıkan ama çoğunlukla bastırılan şiddetli çıkar çatışmalarını gizler ve böylesi bir çatışma dünyasında, bir kurbanlar ve cellatlar dünyasında, Albert Camus’nun da belirttiği gibi, düşünen insanların görevi cellatların tarafında yer almamaktır.”

“Algı kapıları temizlenirse her şey insana olduğu gibi sonsuz görünecektir. Zira insan her şeyi ancak mağarasının dar yarıklarından görecek kadar kapamıştır kendini.” (William Blake)

Şunu da itiraf etmekten imtina edemeyeceğim: Esasında İlber Ortaylı’nın, kendisine dair böylesine tafsilatlı bir yazıyı hak ettiğini düşünmüyorum, ne var ki popüler kültüre dair portreler, olgular ve popüler kültür okumaları zamanımızın ruhunu/ruhsuzluğunu idrak etmek için oldukça önemli ve elzem. İlber Ortaylı’yı işleme ihtiyacım, onun mevcut hegemonik zihniyetin, resmi ideolojinin inşasında ziyadesiyle etkili, nüfuzlu bir kamusal şahsiyet, başka bir deyişle “organik aydın” olması ve Babadolu coğrafyasında hatırı sayılır bir kesimce kabul görmesi, otorite telakki edilmesi ve kanaat üretmesidir. Kanaatlerin düşünceye düşman olduğu her daim hatırda tutulmalı. Zihnimizi kanaatlerin, kanıların, vehimlerin, zanların, peşin hükümlerin muhasarasından kurtararak ancak otantik ve meditatif bir düşünüşe erişebiliriz. Ayrıca bu yazıda bilimsel bir makale tutarlılığı ve iddiası gözetmiyorum. Görüleceği gibi dipnot, kaynakça bile koymadım. Deneme kıvamında ve duruşunda kaleme adım. Öte yandan İlber Ortaylı bahsini izaha girişirken entelektüel mefhumuna dair bahiste bulunmak, meselenin künhüne vâkıf olmak için faydalı olacaktır.

“Aslan ve öküz için tek yasa zulümdür.” (William Blake)

Tarih disiplini resmi tarihçilere, magazin ve dedikodu tarihçilerine, noter ve kapıkulu tarihçilerine bırakılamayacak kadar ehemmiyetli ve evveliyetlidir. Tarih, İlber Ortaylı, Murat Bardakçı, Erhan Afyoncu, Mustafa Armağan, Ahmet Kuyaş, Zafer Toprak, Halil İnalcık gibi belge fetişisti, arşiv kutsayıcı, malumat sevici, data/veri koleksiyoneri, memur fıtratlı, apolojist (mazretçi, özürleyici), “gün gerekirci” tarihçilere asla bırakılamaz. Onlar ister ki sadece belgeler konuşsun (elbette yaşamasına ve erişimine müsaade edilmiş belgeler); yorumsama, akıl, muhakeme, vicdan sussun. Ancak bilinmelidir ki belgelerin dili yoktur, belgeler konuşmaz, belgeler konuştuklarından daha çok susar, fâş ettiklerinden daha çok gizlerler. Belgeler, arşivler bir şeyler söyleyebilirler, ancak söylediklerinin ardında ve altında nice söylenmemiş mahfuzdur. O halde tarihçinin uhdesinde olan, belgelerle doğru ve etik bir ilişki kurmak suretiyle belgelerle konuşmak, belgeleri konuşturmaktır. Tarihçi hiç de nesnellik kaygısı taşımadan belgelere içkin bağıntıları kurmalı ve olgusal olanı, gerçekliği mümkün mertebe meydana koyabilmelidir. Değil mi ki nesnel tarihçilik yoktur, iyi ve kötü tarihçilik vardır. Tarihçi resmi tarihin yok saydığı, unutturduğu bağlantıları nisyan ve sarf-ı nazar kuyusunun diplerinden çekip çıkarmalı; yeni bağıntılar, ilişkiler kurabilmelidir. Tarih, duygudaşlığı, halden anlarlığı, ortak kader duygusunu, kadir kıymet bilirliği, “modus vivendi”yi, “amor mundi”yi ihlal, imha ve reddeden tarihçi süprüntülerine ve müsveddelerine bırakılamaz.

“Hayranlık budalaların niteliğidir. akıllı kişi hayranlık duymaz, saygı duyar, değer verir, anlar. Hayranlık duyma durumu, düşünce zayıflığıdır.” (Thomas Bernhard)

entelektüel olmanın, tarihçi olmanın halk dalkavukluğu, kitle kuyrukçuluğu olmadığını biliyorum. entelektüel ne popülisttir ne de elitist. entelektüelin sayın seyircilere, tribünlere oynayan, berdevam ışıltılı vitrinlerde olan yaldızlı bir yaratık olmadığını biliyorum. entelektüelin mesnetsiz iyimserliği temsil etmediğini, aksine okurlarını ve dinleyenlerini kah iç sıkıntısına, bungunluğa, ufunete, kasvete sevk etmesi gerektiğini; keyif kaçırıcı, çileden çıkarıcı, rahatsız edici, suyu çalkalayıcı ve bulandırıcı bir kamusal ve sembolik şahsiyet olması gerektiğini düşünüyorum. John Berger verdiği bir mülakatta, “şayet ahir zamanların yeni ekonomik düzeninin başındakilere karşı tehlike oluşturuyorsam bundan ancak gurur duyarım,” derken tam da bu sorumluluğu dile dökmer. entelektüelin kulaklarımızın işitmekten ve aşina olmaktan memnuniyet duyduğu şeyleri terennüm ve tekerrür eden kişi olmadığını biliyorum. entelektüelin saray sofralarını teşrif eden, devlet ricalinin huzurunda bir müsamere çocuğunun usluluğunda iki büklüm esas duruşta durayazan, önünü ilikleyen, kudretlilere hizmet etmek adına ve aşkına her an hazır ve nazır olan memur fıtratlı bir kişi olmadığını biliyorum. entelektüel herkesçe sevilen biri olamaz. hem zaten herkesçe sevilen biri gerçekten de sevilesi ve saygın biri olamaz. entelektüel “ama, fakat, lakin” bağlaçlarına müracaat etmeyen bir ilkeliliği; değer, erdem ve hakikat bilincini temsil eder. entelektüel insanlığın, bu vicdansız, bu batasıca, bu belki de “mümkün dünyaların en kötüsü” olan dünyamızın vicdanıdır. entelektüel olmak kötülüğün kaçınılmazlaştığı, her yerdeleştiği, zamanın kokusunu bile ele geçirdiği, taşları bile çürüttüğü vakitlerde ufka, uzaklara, ötelere, ütopyaya bakmak ve yönelmektir; john berger gibi, adonis gibi, mahmud derviş gibi, eduardo galeano gibi, franz fanon gibi, naom chomsky gibi, howard zinn gibi, jean paul sartre gibi, malcolm x gibi…

halbuki entelektüel, bizim gibi doğu despotik devlet geleneklerinin ve önder tapıncının câri olduğu, anti-entelektüelist, filistenist (darkafalı, zevksiz), obskürantist, misolojist (logos, akıl nefreti) şark toplumlarında her dem aşağılandı, alaya alındı, karikatürleştirildi. entelektüel sırça sarayında, kendi kuytusunda kıyısında, seçkin salonlarda elinde purosu, piposu, kadehiyle, boynunda kaşkoluyla, başında fötr veya melon şapkasıyla ya da kasketiyle, yapmacık, zoraki elegant ve arogant halleriyle mâbadı tavanda, her hususta kanaati olan, malumatfuruş, kadın meftunu, kitapsevici, müşkülpesent, şiir-şarap gecelerinin müdavimi, içkili “dost” meclislerinin demirbaşı, züppelik, küstahlık timsali bir şahsiyet olarak tasvir edilerek parodileştirildi, istihza edildi.

“Evrensel riyakârlık vakitlerinde hakikati söylemek devrimci bir eylemdir.” (George Orwell)

Entelektüelin de sosyal bilimci gibi bir parça paradoksu, toplumu anlamak uğruna onun haricinde durmak zorunluluğudur. Sosyal bilimci nasıl ki toplumu, yani nesnesini anlamak, kavramak için ona mesafe almak, yani “kirpi mesafesi takınmak” zorundaysa, entelektüel de bir nebze bu uzaklığı kurmak zorunda. Zira fotoğrafa yaklaştıkça çözünürlük azalır, perspektif bozulur. Entelektüel elbette hayata katılır, sırası gelince Edward Said gibi “leviathan”a taş da fırlatır, yani kavgaya iştirak da eder; ancak o başlıbaşına, büsbütün bir pratisyen, aktivist değildir. Muziptir, muzırdır, haşarıdır, haylazdır, yaramazdır, yetinmezdir, uyumsuzdur, huzursuzdur, endişelidir. Korkabilir, ancak korkak değildir. Ortega y Gasset gibi kitlelerin psikopatolojisinden, kolektif bilinçaltının işleteceği kötülüklerden ve vicdansızlıklardan ürker. Entelektüelin mevcut gündemin yanısıra derinleşmesini, özelleşmesini sağlayan kendi şahsi gündemi de vardır. Aktüaliteyle senli benli, haşır neşir olmanın onu derinleşmekten yoksun bırakacağını gayet iyi bilir. Entelektüel yanpiri, yamuk bakar. Şeytanın İncil’i okuması misali okur geçmekte, gelmekte, geçilmekte, olmakta olanı. Haliyle entelektüelin derinleşme tutkusundan ötürü inziva, çekilme halleri de vardır şüphesiz. Toplumun içinde çözünmenin, erimenin tehlikelerinin ve kişiliksizleştiriciliğinin ayrımındadır o.

Entelektüel sorun çözmekten ziyade kriz yaratır. Normallik kazanmış anormallikleri, sorunları, çelişkileri ve olguları ifşa eder, ipliğini pazara çıkarır, kriz çıkarır, tok karın iyimserliğini yerle yeksan eder, mışıl mışıl uykulardan uyandırır, aydınlıktaki karanlığı imler, kışkırtır, provoke eder. Değişen şeylerdeki değişmeyenleri ibraz eder. Çünkü makro iktidar, hiçbir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştirir. Eski şarabı yeni bir tulumda takdim eder. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir denir ya hep; oysa değişen şeylerde de değişmeyen bir şeyler var. “Tecrübelerimizden öğrendiğimiz bir şey var: Tecrübelerimizden hiçbir şey öğrenmediğimiz.”

Peki İlber Ortaylı’yı nasıl bilirsiniz diye sual eylense ne söyleyebilirim? O halde kendime sorduğum bu soruyu yanıtlamak gayretiyle evvela kolları sıvıyorum, sonra da kılıcımı kınından sıyırıyorum: İlber hocaefendi, resmi tarih doğrulayıcısı ve noteridir, saray tarihçisidir. Magazin ve dedikodu tarihçisidir o. Rıza imalathanesinin memurlarından, emirerlerindendir. Tahsilli ve ehliyetli cehaletin baş mümessillerindendir; yani bir cehl-i mürekkeptir, malumat fıçısıdır. Tarih bilgisine haizdir, lakin tarih bilincinden, irşat edicilikten yoksundur. Saray sofralarının müdavimidir kendileri. Seçkincilik (elitizm) yanılsaması yaratmasına rağmen tarihi popülistleştiren, avamlaştıran, magazinleştiren bir dekadan bir şahıstır ve bir kapıkulu tarihçisidir. Hiçbir halkın kolektif travmasına, acılarına ve tedirginliklerine aldırış etmeyen ortaylı “Türklük sözleşmesi”nin azimli bir müdavimi ve müdafisidir. Yineleyeyim: Nesnel tarihçilik yoktur, iyi ve kötü tarihçilik vardır. Bu bakımdan Ortaylı çok ama çok kötü bir tarihçidir.

Neden bugüne değin Ortaylı’ya dair dişli, etraflı, oturaklı bir eleştiri dile ve kaleme dökülmedi!? İlber Ortaylı atını dilediği yere sürebilme, köpeksiz köyün değneksiz gezeni olma rahatlığını nereden bulmaktadır!? Ne zamandan beri şaşmaz, yanılmaz, tarihe değin her türlü meselenin son sözünü söyleyen bir “nokta koyucu”, üzerine söz söylenemez, keramet-i kendinden menkul bir otorite oluverdi o!? Ortaylı’ya yönelik sessizliğin kaynağı, onun iktidar nezdindeki nüfuzu ve saygınlığı, ona dokunulduğunda dokunanların mevcut konumlarının aşınacağına, irtifa kaybına uğrayacağına dair çekince ve devletin has evladı olması mı!? Yoksa yergiye de övgüye de değmeyecek biri olarak görülmesi mi!? Yahut resmi tarih tezviratları hususunda baya baya Ortaylı’yla mutabık olunması mı!? Peki Ortaylı resmi, devletlü anlatıları, söylenceleri, tevatürleri, mitleri ve safsataları yol açtığı, sebep olduğu etkileri, neticeleri, kötülükleri, tahrifat ve tahribatları hiç umursamadan bu kadar rahat, aldırışsız nasıl ve ne hakla dillendirebiliyor!? Siz de onun gamsızlığından, gayri-ciddiliğinden ve rahatlığından rahatsız oluyor musunuz!?

Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derlermiş ya hani, biz de entelektüel, tarihçi, düşünür yokluğunda Ortaylı gibi “kümbeti çok kerameti yok”, “tarih malumatı çok, tarih bilinci yok” olan şahısları “hocaların hocası”, “yücelerin yücesi” olarak mübalağalı sıfatlarla perdahlamak vakayi adiyeden olageldi. Hâlbuki o, “Yeni Türkiye”nin vakanüvisi, saray tarihçisi ve soytarısı olmaktan daha fazla bir şey değil. Gottfried Benn, resmi tarih yazıcılığı hakkında şunları söyler:

“Bana öyle geliyor ki korkusuz bir insanın çıkıp diğer insanlara şu yalın gerçeği öğretmesi kadar devrimci bir tutum olamaz: ‘Sen neysen o’sun ve hiçbir zaman başka türlü olamayacaksın. Senin hayatın hep buydu, şimdi de budur ve hep bu olacaktır. Parası olan uzun yaşar, sözünü geçirebilen yanlış yapamaz; güçlü olan, doğrunun ne olduğuna karar verir. İşte tarih budur…”

Türkiye’de tarihe dair nesnellik kazanmış anlatıların kahir ekseriyeti olgusal değildir, vakalara dayanmaz. Türkiye’de nesnellik, “genelleşmiş, kitleselleşmiş öznellik”tir. Edward Hallet Carr, tarihi okumadan önce tarihçinin biyografisini okumanın gerekliliğinden söz eder ve tarihçinin belgelerle “belge fetişizmi”ne düşmeden etik bir diyalog geliştirmek gibi bir mesuliyeti olduğuna dikkatimizi çeker. Öyle ki tarihi vakalara, hadiselere tanık olan muteber tarihçiler bile, tarihi kendi şahsi, sınıfsal ve sosyo-kültürel aidiyetlerine ve konumlarına göre yazmakta beis görmeyecektir. Tarihi vakalar, canlandırmamız mümkün olmayan biricik hadiselerdir. Bu mümkün olsaydı bile tarihe dair muhtelif görüşlerin, kabullerin, ihtilafların zuhur etmesi kaçınılmaz olacaktı. Bu bakımdan tarihe dair kesinlik, nesnellik arz eden bir fikrin ortaya koyulmasının ya çok zor ya da imkânsız olduğunu görmek doğru olacaktır. “Nesnel bir tarih yazımı mümkün müdür?” sorusuna E.H. Carr, tarihçinin nesnelliğinin, nesnel olmadığının farkında olma yeteneği ile ölçüldüğü, büyük tarihçinin ele aldığı olguları inceleyip geleceğe yansıtırken o anda kendisinin bulunduğu konumu aşıp aşamaması yorumlarıyla ilgili olduğunu dillendirir.

Yazıya derinlik ve yükseklik katmak adına Edward Said’in entelektüel metnine değinmek, bu münasebetle Ortaylı ve onun şahsında onun nevinden zevatın neden entelektüel olamayacağını da belirtmek yerinde olacaktır. Entelektüel nosyonunu aydın kavramıyla karıştırmamak gerektir. Gramsci’nin kavramsallaştırdığı “organik aydını” ile Said’in ideal evrensel değerlerle ve erdemlerle donanmış, müspet içeriğe sahip entelektüel mefhumunu karıştırmamak gerekir. Bu veçheden bakıldığında Ortaylı hâkim sınıfın ideolojisinin taşıyıcısı, yayıcısı, resmi ve ekşimiş tarih yalanlarını ekşi bir suratla dolaşıma sokan bir organik, iliştirilmiş, “ankaste” aydındır. Sakallı Celal’in, “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün,” vecizesinin tecessüm etmiş halidir. Mevcut totaliter rejimin âkil adamları, köşe yazarları, kumpas/tuzak gazetecileri, medyokratları, akademisyenleri, konservatif edebiyat taifesinden, devletin ve onun Akp halinin hegemonyasını inşa eden “üstyapı memurları” ve organik aydınlardan biridir zât-ı şahaneleri.

said’e göre entelektüel evvela hakikatin ardına düşen, hakikati dillendiren, hakikatin özlemini çeken, şeyleri adıyla çağıran, eşyayı adlı adınca telaffuz edendir. entelektüel namus/nomos ve sorumluluk her şeyden önce iktidarın, kudretlinin karşısında olabilmek ve cesaretle hakikati bağırabilmektir. entelektüel kâr, ödül, taltif, ikbal, mevki, makam, mansıp beklentisiyle eylemez. Entelektüel, unutulanları/unutturulanları uzun ve zahmetli bir arama-kurtarma faaliyetiyle hatırlatan bir hafıza ve hakikat direnişçisidir. enteleküel, kral sofralarını teşrif eden (şereflendiren) bir saray gözdesi olamaz.

“Eğer entelektüel ile kastınız elleriyle değil de sadece kafasıyla çalışan kişiyse bankanın veznedarı entelektüel, Michelangelo ise entelektüel değildir. Hele bugün, bilgisayar sayesinde herkes entelektüel. İşte bu nedenle entelektüelliğin kişinin mesleğiyle veya sosyal statüsüyle bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Bana göre entelektüel yaratıcı bir biçimde yeni bilgi üreten kişidir. Yeni bir aşılama yöntemiyle elma ağacını daha verimli hale getirebileceğini anlayan köylü benim için bir entelektüeldir. Öte yandan, ömrü boyunca Heidegger hakkında aynı dersi anlatıp durması bir profesörü entelektüel yapmaya yetmez. Eleştirel yaratıcılık, yani yaptığını eleştirebilmek ve daha iyi yapmanın yollarını keşfetmek, entelektüel işlevin tek işaretidir.”

Umberto Eco



Uzmanlaşmaya ve profesyonelleşmeye karşı çıkan, eşyayla ve olgularla amatörçe, yani aşkî, kalbî bir rabıta kuran kişidir o. Belirli bir uzmanlık mecrasına sıkıştırılmayı reddeder. Dinmek ve durmak bilmeyen bir merakla, aşkla, şevkle, şehvetle engeller ve çizgiler arasında bağlantı kurar, görmezden gelinen bağıntıları gösterir. Entelektüel doğduğu, yurttaşı olduğu, dilini konuştuğu, kültürünü bölüştüğü ülkenin sürgünü, yabancısı ve marjinalidir. İçine doğduğu aidiyet ve kimlikler manzumesine karşı mesafeli, eleştirel ve sırası gelince yargılayıcı bir tavır takınır. Entelektüel olmak, evine dışından, uzağından bakabilmektir. Adorno, “Kişinin evindeyken kendisini evinde hissetmemesi ahlaki bir meseledir,” derken ne de güzel söyler. “Sürgün, marjinal, yabancı, amatör olarak iktidara karşı hakikati söylemeye çalışan bir dilin müellifi” olarak entelektüel bir “iç sürgün”dür. Bulunduğu toplumun yerlisi olmamak, onu yadırgamak, daima onun bir sürgünü olmak, daima tedirgin, rahatsız ve huzursuz olan ve eden bir yabancı konumunda olmak, burada ama buralı olmamak gibi ahlaki ve erdemli bir konumun temsilcisidir entelektüel.

Entelektüel her şeyden önce dili mesken tutar ve meşgale edinir, dilde yaşar. Annediline vâkıf olması “sine qua non”, yani vazgeçilemez, onsuz edilemez bir koşuldur. Dilin verili, halihazırdaki, câri kullanımıyla yetinemez. Dilin olanaklarını kuvveden, potansiyelden fiile çıkarır. Eril ve erkekçil dilin grameriyle, aksanıyla, aksamıyla, vurgulamalarıyla, tonalitesiyle konuşmaz. Entelektüel olmak dişil, kadınsı bir tutum ve konum almaktır bu bakımdan. Dilin klişelerce, beylik ifadelerle, kullanıla kullanıla eskimiş hela terliği misali aşınmış mecazlarla işgâl edilip de ifadesizleşmesine, olanaklarını yitirmesine, edilgenleşmesine karşı dilin onurunu, kudretini korur, kucaklar ve majör dilin içinde minör bir dil, yarık açar. Dili neredeyse kusursuzca, fevkalade kullanma mecburiyetini ve mesuliyetini duyumsar entelektüel.

Entelektüel, her türlü topyekünleştirici, indirgemeci, “özcü” yargıya karşı aklın ve vicdanın safındadır. İnsanın ve tabiatın sayısallaştırılmasına, nicelleştirilmesine, işlevselleşmesine, araçsallaşmasına, şeyleştirilmesine, hiçleştirilmesine karşıdır. Her durumda ve koşulda şaşmaz ve yılmaz şekilde doğruluğun ardında, müstakil, bağımsız, muhalif konumundan taviz vermeyen bir güzergahta menzil alır entelektüel. Yani entelektüel hak bildiği yolda bir başına yürüme kararlılığını, inadını ve ısrarını gösteren kudretli bir bireydir. Kanaatlere, kabullere, kanılara, sanılara, vehimlere, statükoya papuç bırakmaz. “Kimseden medet ummayan, iflah olmaz bir ruh”tur. Kendi eflakında kanat çırpan, serazat bir kafadır o Tevfik Fikret’in deyişiyle.

“Kimseden ümmîd-i feyz etmem, dilenmem perr-ü-bâl
Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendimö tâirim
İnhinâ tavk-ı esâretten girandır boynuma
Fikri hür, irfanı hür, vicdânı hür bir şâirim”

“Kimseden bir fayda ummam, dilenmem kol kanat
Kendi boşluk, kendi gökkubbemde kendim gezginim
Eğik bir baş boyunduruktan ağırdır boynuma
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim”

(Tevfik Fikret)

Bilirkişilerin, kanaat önderlerinin, profesyonellerin, uzmanların tekelindeki kanaat dünyasının oligarşisinin rutinini, kabullerini sarsalayan, çalkalayan kişidir entelektüel. Ödün vermek önce kişinin kendine, sonra da topluma ihanet etmesidir. Entelektüel her türlü aidiyetten, siyasal angajmandan, adanmışlıktan müstesna olmalı ve ideal ahlaki normlara, erdemlere yaraşır davranmalıdır. Kati surette hiçbir partinin, cemaatin, mezhebin, ideolojinin, kastın müntesibi değildir. Ancak bu onun kendine münhasır bir dünya görüşü, ütopyası, ideal dünya tahayyülü elbette vardır.

“Entelektüel, yeni politik eylem biçimlerinin, insanları seferber etmenin ve seferber olmuş insanları bir arada faaliyete geçirmenin yeni biçimlerinin, projeler oluşturmanın ve bunları ortak olarak gerçekleştirmenin yeni biçimlerinin kolektif arayışını örgütleyebilir ya da düzenleyebilir. Grupların ne olduğunu, ne olabileceklerini ya da ne olmaları gerektiğini ifade etme ve aynı zamanda keşfetme çabası içindeki grup dinamiğine yardımcı olarak, keza toplumsal dünyayı dolduran engin toplumsal bilginin toplanmasına ve birikmesine katkıda bulunarak ebelik görevini yerine getirebilir.” (Pierre Bourdieu)



Şimdi sormak isterim sana ey sevgili okur: Edward Said’de dile gelen bu entelektüel namusun, haysiyetin, hassasiyetin hangisi Ortaylı’da tecessüm etmiştir acaba!? Entelektüel olmak, televizyon kanallarının bilirkişisi, müdavimi, gediklisi olarak Hegel’i salaklıkla, şarlatanlıkla itham etme cehli midir? Entelektüel olmak, “öküz öldü, ortaklık bozuldu” kabilinden bugün kitabına önsöz yazdığı bir “tarihçi taslağını” öteki gün cahilin, hödüğün teki olarak ilan ve itham etmek midir!? Entelektüel olmak, hiçbir itiraza muhatap olmayacağını bilmenin şımarttığı ve kışkırttığı sahte özgüvenle ve kaknem suratla mesnetsizce, yersizce, uygunsuzca hakaret saçmak mıdır!? Her devrin ve hükümetin adamı, kazananı ve itibarlısı olmak mıdır!? Bütün iktidarlara mavi boncuk dağıtmak, birilerinin suyuna gitmek, nabza göre şerbet vermek midir!? kendi şahsi kütüphanesini cumhurbaşkanlığı külliye kitaplığı’na bağışlamak mıdır!? yasal tefecilik şebekesi olan bankaların reklamında oynamak mıdır? tarihçi olmak, bütün iktidarların tarihçisi, gözdesi olmak mı demektir!? Entelektüel olmak, kolektif bir cürüm teşkilatı gibi işleyen bir cemaatin serveriyle (Fethullah Gülen) teşrik-i mesai içinde olmak, kanaat teatisinde bulunmak mıdır!? “Konuşulması gereken yerde susmak” ve bu suskunluk sarmalını daha da tahkim etmek midir? Bir taraftan “ortalama/alelade insan”ın kanaatlerini, kabullerini horgörürken diğer taraftan da vasatiyet/sıradanlık rejimine hizmet etmek midir? En bıçak sırtı, can alıcı, kıyıcı, yakıcı ve açık sinir uçlarıyla meydanda olan meselelere ve hadiselere dair tuzukuru ve tokkarınlı bir umursamazlıkla ve ekşi suratlı bir narsisizmle lise müfredatı düzeyinde kanaatler savurmaktır!? tarihçi olmak,”tarihin sonu tezi”ni ve “büyük anlatıların ve ideolojilerin öldüğü ideolojisi”ni dolaşıma sokarken kendisi de kocaman bir anlatı olan kapitalizme karşı tek bir söz bile söylemekten hassaten sakınmak mıdır? Tarihçi olmak bir taraftan Samuel Huntington’nın “medeniyetler çatışması” tezinin koluna girerken öte taraftan Fethullahçı “dinlerarası diyalog” tezinin sırtını sıvazlamak ve kaşımak mıdır!? Bir insan düşünün ki arş-ı âlâ’ya uzanan riyakârlıklarına rağmen baş tacı edilsin. Ne demişler: Türkiye’de (Babadolu’da) her şey olabilirsiniz, lakin rezil olamazsınız.

Ortaylı düşünce, düşünme ve düşünür korkusu olan ve bu mefhumlarla arası hiç hoş olmamış, entelektüeli “entel” sıfatıyla aşağılayan ve entelektüel meşguliyeti hakir gören, istihfaf eden kültürün müritlerindendir son tahlilde. Düşünceyi terörize ve kriminalize eden, vasatlığı kutsayan; güya seküler olan ancak softalıkla, sofulukla, dinbazlıkla, yobazlıkla derdi olmayan, bu “suskunluk sarmalı rejimi”ne iştirak eden biridir. Ortaylı muktedirlerden aldığı salahiyete yaslanarak ortalık yere öyle bir kuruluyor ki, kendisine karşı gelişen bir çimdik, bir tutam eleştiriyi (yargılamayı ya da suçlamayı bile değil) ayranı kabararak hadsizlikle, cehaletle mühürlüyor. Ortaylı ucuz kesinlikleri, kestirme çıkarımları, peşin hükümleri, binyıllanmış önyargıları, milliyetçi ve muhafazakâr yargıları rahatlıkla, arlanmadan tedavüle sokuyor. Milliyetçi ve dini sınırlılıkları aşıp da evrensel ölçekli ideallerle, normlarla buluşmaktan imtina ediyor. Kemalizm gibi totaliter ve faşizan bir hareketi ve ideolojiyi kutsuyor. Mevcut, verili değerleri, uzlaşımları soruşturmak şöyle dursun berdevam onları takdir, tasdik ve tembih ediyor. Saray tarihçisi ve dalkavuğu geleneğinin temsilcisi olarak elbette ondan ezilenlerin, baldırıçıplakların, ayaktakımının, yeryüzünün bodrum katındakilerin fısıltılarına, çığlıklarına, itirazlarına kulak vermesini bekleyemeyiz. O, kazananların, avcıların tarihçisidir. Ortaylı’nın kitaplarında av olanlara, ceylanlara yer yok. Ne de olsa İlber bey “derdiyok taifesi”nden bir beşer. Mütefekkir, münevver, müverrih, müellif yoksunluğunda kitle iletişim araçlarının berkittiği ve perdahladığı bir figür olarak temayüz etti o. Türklük ve İslamiyet sözleşmeleriyle öyle kafayı bozup abesle iştigal ediyor ki dünyanın evrensel dertlerine karşı umursuz bir konum takınıyor.

 Ayrıca İlber Ortaylı’nın değinilmeden geçilemeyecek karanlık yüzlerinden birisi de kadın düşmanlığı, kadın aşağılayıcılığıdır. Ortaylı, defaatle kadınların aklen noksan, kifayetsiz bir cins olduğunu; kadın akademisyenlere, tarihçilere, araştırmacılara ve çevirmenlere güvenilemeyeceğini muhtelif mekân ve zamanlarda dile getirmiş bir kadın düşmanı, mizojeniktir. Kadının ontolojik olarak erkekten aşağı bir cins olarak kodlayan islami gelenekle ne kadar da uzlaşıyor!

İlber Ortaylı esasında Gramsci’nin kavramsallaştırdığı “organik aydın” tasnifine uygun düşüyor. İktidarın teknisyen aydını, devletle bütünleşik, yapışık aydındır o. Peki onun konumunu var kılan tarihsel arka plan nedir? Gelin şimdi bu hususa biraz değinelim…

Türkiye’de aydının krizi Geç Osmanlı’dan tevarüs edildi. Osmanlı aydını, modernleşen Batı karşısında geride ve geç kalmışlık duygusuna kapıldı. önce askeri alandaki (seyfiye) reformlarla, modernizasyon atılımlarıyla başlayan modernleşme teşebbüsleri, yenik başlanılan bir müsabaka gibiydi. Osmanlı aydınları, az gelişmiş bir ülkenin az gelişmiş babalarının az gelişmiş evlatlarıydı. Türk aydını daima bir “arada kalmışlık”, sıkışmışlık, eksiklik, yetersizlik, gecikmişlik duygusuyla mühürlenmişti. Batı, hatta Rus aydınları bile ülkelerindeki mutlak monarşileri nasıl yıkabileceğiyle meşgulken Osmanlı münevverleri devleti nasıl muhafaza ve müdafaa edebileceğinin tasasına düşmüştü. Çünkü osmanlı aydını devletle kaimdi, devletsiz yapamayan ve düşünemeyen bir zavallılıkla lekelenmişti. Devlet ve önder tapıncı onun alametifarikasıydı. “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” tedrisatından geçmişti Osmanlı aydını. Bu yüzden devlet öncelikli ve devleti başat değer telakki eden bir zihniyet genetiğine sahipti. Üç kıtaya yayılmış cihangir bir ceddin evladı, afadı olan Osmanlı aydını, imparatorluğun bilhassa Balkan Savaşları’yla önlenemez bir parçalanışa maruz kalıp da misak-ı milli sınırlarına kadar daralmasından ötürü bir eziklik ve aşağılık kompleksi duyumsuyordu. Bu yüzden mâzinin o parıltılı, şaşalı günlerini büyük, irikıyım ulusal anlatılarla, mitoslarla şimdiye ve geleceğe taşımak, yaşandığı varsayılan o ışıltılı dünü bugüne çağırmak gibi bir marazla ve nostaljiyle maluldü. Osmanlı aydınının Batı’yla kurduğu rabıta daima hastalıklı ve şizofrenik olageldi. En pespaye görüş de Batı’nın teknolojisini, bilimini alıp ahlakını almamaya dayanan riyakâr ve seçmeci yaklaşımdı. Batı’yla bir yaklaşma-uzaklaşma (ambivalans) ilişkisi içinde olageldi Osmanlı aydını. İslamcı-muhafazakâr organik aydınlar batılılaşmayı kategorik olarak bir ihanet, soysuzlaşma, ahlaksızlaşma olarak telakki edip mahkûm edegeldiler.

Gecikmişlik hissiyatı ve yetişme telaşıyla Osmanlı aydını “gecikmeli modernleşme treni”ne arka kompartımanlardan dâhil oldu ama asla modernitenin ritmini, kıvamını yakalayamadı, zira modernleşme bu ülkede kendi iç dinamiklerine dayanan bir proses (süreç) olarak değil de ithal edilmiş bir proje olarak tecrübe edildi. Bu nedenle kendi aklını kullanabilme cüretini gösteren aydınlanmacı ve müstakil aydınlar bu topraklarda zuhur edemedi. Doğu, modernleşmeyi bir tercih, yeğleyiş olarak değil, bir dayatma ve zorunluluk olarak deneyimledi. Batılılaşma demincek de belirttiğim gibi bir köksüzleşme, Batı gibi olma, mukallit (taklitçi) olma hali olarak algılanıp pek çok muhafazakâr aydınca kınandı, refüze edildi. Dikotomik bir bakışla Batı, modern ve yeni olan ile özdeş tutulurken Doğu ise eski, köhnemiş, pre-modern, yani modernlik öncesi olarak kodlandı. 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’yla daha bir gün öncesine değin küffar, gavur, dinsiz, Allah’sız, dışarlıklı, yabancı, netametli, tekinsiz, kuşkulu bir hasım olan Batı, bir anda gıpta edilen, imrenilen, kıskanılan, öyle olunması arzulanan bir muasır medeniyet modeli ve kıstası olarak kendisine yönelinmesi elzem bir uygarlık ve kültür dairesi halini almıştı. İthal ve taklit edilen modernleşme modeli, haliyle sırıtmış, aksamış, doku ve kimya uyuşmazlığına yol açmış, modernleşme aşısı Babadolu’da tutmamıştı. Sakallı Celal’in dediği gibi, “Türkiye durmaksızın Doğu’ya giden bir gemidir. Bazıları bu geminin güvertesinde batıya doğru koşarak Batı’ya gittiklerini sanır.”

Hatta tahsilli cehaletin bir diğer temsilcisi ve sansasyonel “herbokolog” Celal Şengör bile Türkiye için “takım elbiseli Afganistan” deme gereğini duymuştur. Yanlış Cumhuriyet’in bânileri, modernleşmeyi yerel dinamikleri görmezden gelerek ve küçümseyerek oturtmaya çalıştı. Onların Babadolu güruhunun sosyo-kültürel haritasını tanıdığını düşünmüyorum. Kılık kıyafet yönetmeliğine, şapka kanununa uymadığı gerekçesiyle Karadeniz’in Rize, Kastamonu gibi kimi şehirleri topa tutulabilmişti. Anadolu ve Mezopotamya’nın yerli, otokton halklarından olan Rumlar ve Ermenilere karşı yürütülen kıyım siyasası, kimi sol figürlerce bile (ki Mihri Belli de onlardan biridir) kapitalizmin ve emperyalizmin yerli mümessillerine karşı verilen bir mücadele olarak gerekçelendirilebilmişti. Modernleşme meselesine yeniden dönecek olursak, modernleşememe bir kusur, hata ayıp addedildi adeta. Behemehal modernleşilmeliydi ve muasır medeniyet seviyesine erişilmeliydi. Yerel şartlar ihmal edilerek modernleşme militarist, merkeziyetçi ve yukarıdan yöntemlerle saygısızca ve merhametsizce yerleştirilmeye çalışıldı.

Ayrıca söylemeliyim ki Tanzimat devri aydınları, hatta pek çok “Cumhuriyet” dönemi aydını babayı, yani Osmanlı’yı öldürmemiş, bilakis yaşatmak için varını yoğunu ortaya koymuş, bir ruh çağırıcı ve nekrofil derekesine düşmüş, babalarından (Osmanlı’dan) aldıkları bu mirası altın mahfazalarda korumak istemişti. Osmanlı’dan kopuşu temsil ettiği iddia edilen Kemalist rejim, 2. Abdülhamid devrinde kurulan; iç ve dış borçları denetleyen Duyun-u Umumiye’nin (Genel Borçlar İdaresi) dış borçlarını ödemeyi taahhüt ederek Osmanlı’nın devamcısı olduğunu kabul etmişti. Ne kopuş ama, değil mi!? Yine Osmanlı’nın Şeriye ve Evkaf Vekaleti’ni (Şeyhülislamlık) Diyanet İşleri Bakanlığı ismiyle sürdürmüştü Kemalist rejim. Yani Kemalist yanlış cumhuriyet ve Tanzimat aydınları babayla çatışmamış ve ondan bağımsız bir kişilik geliştirememiş, büyüyememiş, hep ergen kalmıştı. Babasının aziz hatırasının üzerine titremiş, muhafazakâr bir süreklilik hukuku kurmaya çabalamıştır onunla. Babasızlıktan korkmuş, baba yokluğunda evin babası olmaya soyundukça da daha da despotlaşmış, ali kıran baş kesen bir konum almıştır.

Şimdi İlber Ortaylı bahsine geri dönelim: Ortaylı’nın temsil ettiği vasatiyet rejminin kültür ve tarih oligarşisi, entelektüele dair çarpık, marazi bir algı oluşturdu. Bugün için entelektüel fildişi kulesinden, sırça köşkünden ahkam kesen, burnubüyük, derdiyok, fuzuli bir kişi olarak aşağılayıcı, küçümseyici, menfi tınılarla ve çağrışımlarla örülü bir şekilde kullanılıyorsa bunda Ortaylı ve şürekası ziyadesiyle etkilidir. Oysa entelektüel, hayata dahil olmak, yaşamı daha yaşanılır kılmak, “yaşasın yaşam!” duyarlılığını var kılmak için mevcut ve zorunludur. İndirgeyici kategorileri, genellemeleri bozguna uğratan, düşünceye çağrılı kılan, iletişimi imkânsız ve çıkışsız kılan düğümleri çözen bir kişidir entelektüel. Herkesin çıkışsızlık gördüğü yerde çözüm, yolak ve çığır açar. Herkesin yürüdüğü ve yüzeyinde yaban otlarının bile bitmediği patikalardan yürümez o. Kendi yolunun ve yönünün yolcusudur, adeta kendi adımlarıyla kendi yolunu açar. Said, “Kültürler cerrahi müdahalelerle doğu ve batı gibi geniş ve çoğunlukla ideolojik karşıtlıklar halinde ayrılamayacak kadar iç içe geçmişlerdir, içerikleri ve tarihleri birbirine bağımlı ve melez bir nitelik sergiler,” der. Ancak Ortaylı ise aşina olduğumuz, cümle âlemin malumu olan özcü, entiteci ve dikotomik Doğu-Batı karşıtlığını ve medeniyetler çatışması tezini temcit pilavı gibi ısıtıyor, yeniden üretiyor, “Işık doğudan doğar,” kayırmacılığını asla ıskalamıyor. Batı’yı öz değerleri dejenere eden, türklük ve müslümanlık bilincini tahrip ve tarumar eden bir medeniyet sahası olarak konumlandırıyor oluşu titiz okurların dikkatini celbedecektir.

Şimdi sizlere bir kitaptan bahsetmek istiyorum: Barış Köprüleri, Dünyaya Açılan Türk Okulları… Fethullahçı okulların güzellemesine dayanan derleme bu kitap, yine Fethullahçı bir yayınevi olan Ufuk Kitap‘tan 2005 Eylül‘ünde yayımlandı. Peki editörleri ve yazarları arasında kimler mi var!? Eser Karakaş, Toktamış Ateş ve tabii ki pek muhterem ve mutemet tarihçimiz İlber Ortaylı. Eksik olmasın! İlber Bey’in yazısının başlığı da şöyle: Globalleşen Dünyaya Alternatif Türk Okulları. Takriben beş sayfalık bir yazı bu. Öncelikle Fethullahçı okulları globalleşen Batı’ya ve kapitalizme alternatif bir kültürel, (belki de) dinsel, kurum olarak görmesindeki zayıflığı, zaafı bir kenarda tutalım. Ortaylı, birtakım Hristiyan misyoner grupların, en başta da Roma Katolik Kilisesi’nin, daha sonra da süratle kuvvetlenen Protestan Anglosakson grupların Avrasya’da, Ortadoğu’da, Afrika’da, Hint’te ve Çin’de misyonerlik faaliyetleri yürütmesi, yerleşmesini ve okullaşmasını can sıkıcı ve yakıcı bir sorun olarak belliyor ve şunu demeye getiriyor: Okullaşan, kurumsallaşan ve misyonerlik faaliyetlerini yürütenler Hristiyanlar değil de islami hassasiyetleri ve hususiyetleri olan Türklerin hegemonyasındaki okullar olursa hiçbir şekilde sorun teşkil etmeyecek. Yani Batı’nın, Hristiyanların hakkı değilmiş de, ya da bu faaliyetleri onlar yürütürse sorunmuş da biz yürütürsek sorun değilmiş gibi bir iltimas, ikicilik, kayırmacılık, türk-islam merkezcilik ve şovenizmi geliştirmekte hiçbir sakınca görmüyor İlber hocahazretleri. “Siz yapınca kötü, biz yapınca iyi” çocuksuluğu, en hafif ifadeyle.

ortaylı’nın yazısından edindiğim izlenim şu: geleneksel batı düşmanlığı, modernite karşıtlığı, kıskançlık ve haset. Modernleşmeyi bir ihanet, aslını inkâr olarak okuyan islamcı-muhafazakâr görüşle intibak içinde, amiyane tabirle “gavurlaşmak” olarak telakki eden bir görüş bu. Modernleşmeyi çağın gerekliliklerine uyarlanma olarak okuyan resmi Kemalist görüşten bile uzak yani.

Ayrıca yabancı ülkelerde, gavur ellerindeki el oğlunun, el kızının Türkçe öğrenmesinden ötürü de koltukları kabarıyor, milliyetçi duyguları gıdıklanıyor, okşanıyor Ortaylı’nın. Bu durumdan da gelecekte “Türkofil” yani “Türksever”, iyi yetişmiş bir zümre ortaya çıkaracağından ötürü gayet memnun. Bir de küçük sınıflarda titizlikle ve dikkatle yetiştirilen bu gavurlar, tam da Ortaylı’nın ağzına lâyık bir terbiyeyle, adab-ı muaşeretle Türk geleneksel hayat tarzını öğreniyorlar. Peki ne gibi terbiye kuralları bunlar? Büyüklere saygı, temiz olmak, içki içmemek gibi birçok kültürde karşılaşılan vasati edep kaideleri. Ortaylı, içki konusunda da ahlakçı bir tutum takınarak iki içmemeyi de ahlak setinin içine yerleştiriyor. (İçki ve sigara yasağının totaliter, yasakçı zihniyetin yüzlerinden biri olduğunu hatırlatmak gerekiyor kendilerine sanırım.) Rusya gibi bir gencin içki içmemesinin şaşılası olduğu bir ülkede gençlerin içki içmemesini sağlamasını okullar adına bir iftihar ve iltifat kaynağı olarak aferinliyor. Büyüklerine kayıtsız koşulsuz hürmet eden, adeta “yetişkinlerin sömürgesi” olan nesiller, gençler imal ettiği gerekçesiyle de okulları takdir ediyor paternalist İlber hazretleri.

Petersburg ve Moskova gibi kentlerde ailelerin, hatta şehrin bürokratlarının bu okullara adeta âşık olduğundan dem vuruyor. Buradan giden gençlerin ve öğretmenlerin gittiği yerin mahalli yaşamına çarçabuk intibak ettiğini de vurgulamadan edemiyor. Buralardan oralara hicret eden delikanlılar onun nezdinde derviş havasında gidiyorlar. Hani vaktiyle uçlara, sınırlara alperenler, dervişler o “karınca ezmezlik” politikasıyla, mülayimlikle, yumuşak başlılıkla İslam’ı yaymışlardı ya, işte böylesi bir derviş meşreplikle buralı öğretmenler de gavurlara, küffara İslam’ı yayan misyonerler olacaktır artık. Bak hele! Her şey Türklük ve İslamiyet için! böyle böyle oradaki okullarda bir entelijansiya da yetişiyor zat-ı şahanelerine göre. İslam neferleri yetişiyor olmasın sakın!? Bunlar İslam’ı ve Türklüğü kılıçla değil de kalemle yayan “mızraksız ilmihalciler” yani…

Ortaylı, kültürler arası, “dinler arası diyaloğu” ve iletişimi gerçekleştirdiği vesilesiyle de okulları bir güzel methediyor. kendi kültürümüzü tanıtmak ve benimsetmek için mezkur okulların pek kıymetli, gerekli ve başarılı olduğunu düşünüyor. Ortaylı’nın indinde, “Bu okulların içinde türkiye havası var, türk ananesi var, türkçe var.” Fethullahçı eğitim müesseseleri “çok büyük hayranlık ve bağlılık uyandırıyor.” Okullar Ortaylı’ya göre, “büyük ölçekli müthiş bir eğitim seferberliği.” Hatta öyle ki “nihai safhaya” ulaşılmaya başlandığını da söylemekten geri durmuyor. Sanırım “nihai safha”yla kast ettiği şu: Artık küffar, gavur, kültürümüzü tanımakla kalmıyor, yavaş yavaş müslümanlığı da kanıksıyor ve kabul ediyor. Kim bilir, belki bir gün bütün bu küffar topraklarının Fethullahçı öncüler, alperenler sayesinde İslam’ın rengine büründüğünü, islam’la “müşerref” olduğunu görme talihine de nail olur İlber hoca ahir ömründe, şu kavanoz dipli dünyada.

Ortaylı fırsat buldukça, defaatle Fethullah Bey’le buluştuğunu, onunla fikirleştiğini; okulların vaziyeti ve Turan coğrafyasına dair kanaat teatisinde bulunduğunu muhtelif televizyon kanallarında da ibraz etmişti. Hoca efendinin inançlılığından, sükunetinden, “belirgin konularda hassas” oluşundan (eğitim gibi), dinlemesini bilen, muallim (öğretmen) kimliğini temsil edişinden, sorulara açık oluşu ve sarih (açık, belirgin) cevaplar verişinden, sabrından etkilendiğini de belirtiyor haşmetmeap! Gelin basında da yayımlanan beyanına bir göz gezdirelim:

“Ben Türk coğrafyası üzerine konuştum, eksik olmasın o da ilgiyle dinledi. Zaten her görüşmemizde bunları konuşuruz. Okulları konuşuruz. 1,5-2 saatlik görüşme yaptık… Ben her zaman için söylerim, kendisi inanıyor. Sakin birisi. Belirgin konularda hassas. Bu eğitim konusunda falan. Merak ederim sorarım, bana anlatır. Bu çok önemli bir şey, bir cemaat liderinin, her şeyden önce bir öğretmenin sakin ve sabırlı olması lazım. Mühim meselesi bu. Gerisi ilgilendirmez kimseyi.”

O bahr-ı umman, allame-i cihan İlber hocamız yetinmiyor:

“Şimdi Fethullah Gülen hoca, ‘okul açınız! bu lazımdır!’ dediği an, bir sürü insan keseyi açıyorsa bunu önemsemek lazım. Bu büyük servetlerle hakikaten dünyanın en ücra köşelerinde en olmadık biçimde okullar yapılmış, kütüphaneler kurulmuştur. Bunu böyle görmek lazım. Bu… Türkiye’nin dünyada yansıttığı intiba açısından da çok şey kazandırır. Bunu da gene böyle değerlendirmeli.”

Devamında da bu okulların ihmal edilmemesi gerektiğini önemle vurguluyor paşam. Bu okulları beğenmeyenlere de sesleniyor zat-ı fevkaladeleri:

“Bunu yapabiliyor musun? Beğenmiyorsun diyelim, o zaman kendin yap! Yap ki seni de görelim! Ben bu okulların alternatifi olan başka okul tanımıyorum… Onun için bu okulların üzerinde durmak lazım. Tenkit edenlerin kendilerinin aynı şeyi yapmaları gerekiyor.”

Bu arada yönteme dair Ortaylı’ya bir tavsiyede bulunalım: Bir şeyi beğenmiyor olmak yahut eleştirmek, o şeye alternatif bir şey ortaya koymayı mecbur kılmaz. Bu lafazanlık ve safsatadan öteye varmayan bir klişe.

Bahse konu okulların İslam coğrafyasında yeterince, mebzul miktarda olmamasının dünyanın istikbali için hiç de hayırlı olmadığını söyleyecek kadar ileri gidiyor zat-ı fevkaladenin fevkindeleri! Vay ki ne vay! Arap ve İran coğrafyasında bu okullara müsaade edilmemesini biz ve onlar için kayıp addediyor. Hatta ve hatta bu okullara izin vermeyişlerinin gerçeklerden ne kadar kopuk olduklarına, ayaklarının ne kadar da yere basmadığına, ne kadar da safdil ve naif olduklarına delalet olduğunu söylüyor. Pes doğrusu! Fethullahçı neferler bile okullarını bu denli imanla, şehvetle savunmamıştır yahu!

Bu arada Fethullah Gülen faslını kapamadan ve sırası gelmişken şuna da değinmeliyim: Ortaylı, Fethullah Gülen’le yakınlığından ötürü asla nedamet getirmemiş, özür dilememiş; üstelik mevzubahis ilişkiye dair soruları da her seferinde kızgınlıkla, seviyesizce, ergence köpürmelerle geçiştirmiştir. Bu da onun sicili kabarık bireysel tarihine değin sorunlu ve karanlık bir başka cüzü oluşturuyor.

Ortaylı’nın Mustafa Armağan denilen tarihçi müsveddesiyle kurduğu düzeysiz rabıtaya da değinmek yerinde olacaktır. Mustafa Armağan’ın Petersburg’da Osmanlı İzleri isimli kitabına önsöz yazan hazret, Mustafa Armağan’ın Mustafa Kemal’e ve manevi kızı Afet İnan’a hakaretlerinden sonra şöylesi bir beyanatta bulunuyor:

“Mustafa Armağan, kendi etnik kökeni yüzünden etnik milliyetçilik yapıyor. Normal bir adam Kazım Karabekir’le Mustafa Kemal’i ne diye düşman gibi gösterir!? Ne derdin var İstiklâl Harbi komutanlarıyla!? Rahat bırakın İstiklâl Harbi komutanlarını! Kimse bunlara bir şey demiyor. Mahallenin delisi gibi ben çıkıp söylüyorum. Herif kendine göre tarihi çarpıtıyor. Bunlar cahil adamlar, ne bilirler tarihi! Bir bok bildikleri yok! Ne okuyacak, ne bilecek! Allah’ın hödüğü, suratına baksan halde turp sattırmazsın! Hepinizi ananız babanız üniversitelerde okutmuş. Dünya tarihini okuyacak kapasiteniz var. Birinci Dünya Harbi’nden sonraki İtalya’yı, Fransa’yı, Balkanları okuyacak kaynaklarınız var. Bunlara cevap da verilir ama böyle şey olur mu!?”

Star’daki köşesinde kelle avcılığına soyunan ve devletin tazı köpekliğini yapan Cem Küçük’ün editörlüğünde yayımlanan Resmi Tarih Yalanları kitabında da bu iki şahısın yazılarının mevcut olduğunu da hatırlatmakta fayda var.

Yine bir “Teke Tek” buluşmasında Alman filozof Hegel için şöyle buyurur hazret: “… öyle her şeyi bilip bilmeyen biri daha var biliyorsun: Hegel.” Kafadarı ve ekürisi, dışkı perver cemiyetinin mensubu Celal Şengör geri durur mu: “Abi Hegel’den bahsetme, çünkü o salak! Bi’ felakettir Hegel!” Sonra Ortaylı devam eder: “Salak değil ama, şarlatan!” Oldu mu size “şarlatan hegel”!? Hatta programın bir yerinde Hegel ile Schoppenhaur’ın sidik yarışı içinde olduğunu söyler. “Dedikodu ahlakından” ancak bu kadarı peyda oluyor, n’eylersiniz!

Edward Said, entelektüel olmanın en önemli alametifarikalarından birisinin düşünce titizliği, dil ustalığı, dil hassasiyeti ve haysiyeti olduğunu söyler. Ortaylı’nın dille kurduğu gevşek, laçka, sorumsuz, itinasız, ihtimamsız ilişki bile onu ciddiye alınır biri olmaktan uzaklaştırıyor. Ayrıca iktidarın kendisine tanıdığı yetkiye ve ona tahsis ettiği genişçe meydana dayanarak çalçene itham ediyor, tahkir ediyor, yargılıyor, aşağılıyor, cehalet yaftası yapıştırıyor Ortaylı. Oysa bu haliyle tahsilli cehaletin bir mümessili ve numunesi olmaktan öteye varamıyor. Bunlardan gayrı söylenebilir ki Ortaylı malumat şampiyonudur. Sathi bilgilerle, bilgiciklerle, bilgi kırıntılarıyla dolu bir malumat fıçısıdır kafası, malumatfuruştur o özlüce. Tarihe dair haberdarlığı, enformasyonu oldukça kabarıktır, şişkindir; ne var ki içgörüden, tarih ve sınıf bilincinden büsbütün ıraktır. Düzey tarihçisi değildir, yüzey tarihçisidir o.

Bilgiyi iktidarı soruşturan, sorgulayan, özgürleştiren, derinleştiren, görgü ve oturaklılık kazandıran bir istikamette değil de iktidarı tahkim eden bir zeminde kullanır. Ortaylı adeta bir ideolog, saray tarihçisi edasıyla, kaygısızca, derdiyok edalarında, göbeğini kaşıyarak, parmağını burun deliklerine daldırarak başkalarının acısına ve matemine karşı umursuzca habire, boyuna konuşur. Bu kadar çok konuşup da hiçbir şey söylememek ancak ilber ortaylı cinsinden bilirbilmezlerin harcıdır. Derinliksiz, sathi, sığ, ansiklopedik malumatlarla ve bilgi kırıntılarıyla bezelidir yazı ve konuşmaları. Entelektüel, Ortaylı gibi nasihat vermez, tembihte bulunmaz. Bir Ömür Nasıl Yaşanır gibi narsisit bir başlıkla kişisel gelişim konseptinde kitap yayımlama kibri de ancak Ortaylı sikletinde birinden beklenirdi. Hani eşeği bol köyün semercisi zengin olurmuş ya, bizim hal-i pür melalimiz de böyle heyhat. Ne de olsa Ortaylı’nın burnu paranın kokusuna karşı epey keskin ve hassas. O halde gelsin kişisel gelişimcilikten çil paralar! Öte yandan entelektüel bilgisi ve görgüsüne yaslanarak asimetri, eşitsizlik üretmez. Bir “belletmen”, insan terbiyecisi gibi yukarıdancı, paternalist, vaazcı, nasihatçi, üstenci edayla yönelmez kimselere. Müktesebatını paylaşır, bölüşür. Entelektüel sadaka vermez, dayanışır. Güney Çeğin’in fevkalade sözünü hatırlatalım o halde: “Dayanışma ancak haysiyet sahibi insanlar arasında mümkündür.”

Entelektüel yoksunluğunda ve kitle iletişim araçlarının kitle imha silahı gibi kullanıldığı zamanede Ortaylı yaldızlanmış, sivriltilmiş bir figür olarak takdim ediliyor. Türkolog bir büyüğümün dediği gibi Ortaylı, “tatlandırılmış tarihçi” sınıfındandır. En fahiş, ayan beyan tarihi hakikatler hususunda bile devletlü, resmi tarihçiliğin sırtını sıvazlar, asla mayınlı mevzulara girmez. Zülfüyare dokundurmayan, etliye sütlüye karışmayan, suya sabuna dokunmayan, sözü meclisten içeri kılmayan, hakikat gailesi olmayan, fincancı katırlarını ürkütmeyen, yaraya işemeyen, “kümbeti çok kerameti yok” bir karikatür tarihçidir o. Çok dilli oluşu hiçbir şey ifade etmez, zira mühim olan dile gelmektir, mühim olan dilsizleştirilenlerin dilini dillendirebilmektir, maduna dil olabilmektir. Mühim olan o dilleri hakikatin hizmetine sunabilmektir, mühim olan o dilleri mistifiye edilmiş, tahrif ve tahrip edilmiş hakikatleri bulup çıkarmak için seferber etmektir. İlber hocanın yaptığına eşeği boyayıp küheylan diye yutturmak denir. O, mevcut halleriyle bir tarihçi olmaktan ziyade tıpkı Murat Bardakçı gibi tarih dedikoducusu, nostaljiperest, müesses nizam memuru, bekçisi olmanın ötesine geçememiyor bu halleriyle.

İktidarla tehlikeli yakınlıklar ve ilişkiler içerisinde oluşu, herhangi bir insana bile yakışmayan müptezel bir konum. Entelektüel içine doğduğu, atandığı kimliklerle, aidiyetlerle mesafeli olmayı bir duruş haline getirmekle kalmayıp onu kıyasıya eleştiren, yargılayan bir duyarlılığın, hassasiyetin, soğukkanlılığın temsilcisidir. Entelektüel Ortaylı gibi her defasında, zemin ve zaman buldukça İslam’ın faziletlerinden, Türklüğün kudretinden, Osmanlı’nın görkeminden dem vurmaz. Ortaylı bu bakımdan vasatiyet, sıradanlık, cehalet ve hipokrasi (riyakarlık) rejimini üreten bir karanlık işçisi olmaktan öteye geçemiyor. Onun nice eylemi karanlığı daha da koyulaştırıyor. Söylemek de bir söylememe biçimidir ve Ortaylı’nın söylediklerinin ardında nice söylenilmemiş saklı. Söyledikleri kadar söylemedikleri ve sustuklarından da sorumlu ve suçludur o. Yön duygusu geliştir(e)memiş haliyle ciddiye alınmaktan oldukça uzakta olan Ortaylı, aklın ve vicdanın yüce mahkemesinde, tarihin huzurunda sanık sandalyesine oturtulmalı, yargılanmalı, mahkûm ve teşhir edilmedilmelidir. Tıpkı Halil İnalcık gibi Ortaylı da resmi tarih anlayışıyla, Osmanlı’nın ve Türkiye’nin cürümleriyle, günahlarıyla asla hesaplaşmadığı gibi kısık sesli bir değiniden bile kaçındı. Tarihi büyük adamların biyografisi, savaşların, ateşkeslerin, diplomatik ilişkilerin tarihi olarak resmeden klasik tarih yazımının arazisinde otlandı, yalağından su içti. Tarihi adeta halklar ve devletlerarası bir vuruşmanın, dövüşmenin arenası olarak tasvir eden bu konvansiyonel ve konservatif (tutucu) söylemleri tasdik edegeldi. “Üç tarafı denizlerle, dört tarafı da düşmanlarla çevrili güzel ve güzide ülkem edebiyatını” mütemadiyen tedavüle soktu. Dahili ve harici düşman paranoyasına istinat eden ve tarihi komplo teorileriyle izaha girişen bakış açısıyla paslaşmaktan imtina etmedi. Gençlere o her zamanki küstahlığıyla “rafine tarih ve rafine edebiyat” okumayı salık veren Ortaylı, “onca rafine metin okumuşluğuna” karşın nasıl oluyor da bunca kaba, vülger, banal, beylik yargılar zortlatabiliyor peki!?

Siz hiç Ortaylı’dan artık bir mecaz ve mitos olmaktan çıkıp ciddi ciddi dünyamızı tehdit eden “Tufan”a, yani ekolojik krize dair doygun hassasiyette bir beyanat işittiniz mi!? Onun ağzından Türkiye’deki ekolojik soykırıma, kadınkırımına dair duyarlılık belirten bir beyanat duydunuz mu!? Siz hiç Türkiye’deki kadın ve çocuk taciz ve tecavüzlerine, ensest vakalarına dair etine dolgun bir sitem, yargı işittiniz mi ondan!? Siz İlber hoca’nın dudaklarından Kaz (İda) Dağı’nın altın, gümüş ve uranyum arayıcıları/avcılarınca yok edilişine, Kürdistan ormanlarının ve dağlarının taammüden yakılışına, 12 bin yaşındaki görmüş geçirmiş, kadim Hasankeyf’in Ilısu barajı belasına dinamitlerle parçalanmasına ve sular altına gömülmesine dair herhangi bir beyanın süzüldüğüne tanık oldunuz mu!? Siz hiç onun Konya’daki 1.300.000,00 m2’lik tarım ve enstitü arazisinin imara açılmasına sesini çıkarttığına tanık oldunuz mu!? Siz hiç onun Buzul Çağı’ndan yadigâr Dipsiz Göl’ün define kazısı hırsıyla bir çamur çanağına çevrilmesine karşı çıktığına şahit oldunuz mu!? Muğla’nın koylarının dinamitlerle patlatılıp işletmeye dönüştürülmesine, Ege’nin ormanlarında bir otellik yangınlar çıkarılmasına, Ayder Yaylası’nın rantiyerliğe feda edilmesine ses çıkardığını gördünüz mü!? O çok üzerine titrediği aziz İstanbul’un “İnşaat ya resulallah!” nidalarıyla kurban edilmesine dişli bir karşı koyuş duydunuz mu ondan!? Sanırım birilerinin İlber Ortaylı’ya bu coğrafya soykırımını dert edinmesi gerektiğini söylemeli, çünkü eğer böyle giderse o üzerine titrediği necip Türk milletinin misak-ı milli sınırları rantiyerizm dini uğruna yaşanamaz, çölleşmiş, hayatiyetsiz, çorak, kıraç bir araziye dönüşecek.

Peki siz onun ağzından hiç kapitalizm, neoliberalizm ve onun eşitsiz gelişim yasasının eleştirisini, hür teşebbüsün o kadar da hür olmadığı, serbest piyasanın o kadar da serbest olmadığı gerçekliğini işittiniz mi!? Bana neyi dert edindiğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim! Ortaylı hangi hakiki, sahici meseleyi dert edinmiştir acaba!? Hangi saklı kalmış ya da tutulmuş belgeye erişip de tarihimizde kırılma yaratan bir gerçeklikle bizi buluşturmuştur hazret!? Hangi hakikati uykusundan uyandırıp da uyanık tutmuş, hangi hakikatle bizi buluşturmuştur!? Söylenmişe dair mevcut söylem enflasyonuna katık olmak, geviş getirmek midir tarihçilik!? Mesela kendisiyle dalga geçebilmiş, alay edebilmiş midir!? Onun sahifelerinde, “Şalvarı şaltak Osmanlı/Eğeri kaltak Osmanlı/Ekende yok biçende tok/Yemede ortak Osmanlı” diyen köylünün narası, ya da “Tahsildar da çıkmış dağları gezer/Elinde kamçısı fakiri ezer/Yorganı döşeği mezatta gezer/Hasırdan serili çulumuz bizim,” diyen Âşık Serdarî’nin hançeresine rastladınız mı!? siz hiç bütçesi onlarca bakanlığın bütçesine denk ve yüz binlerce personeli olan Diyanet İşleri Bakanlığı’nın işleyişine dair kınayıcı, yargılayıcı olmak şöyle dursun düşük perdeli de olsa eleştirel bir cümle sarf ettiğini işittiniz mi!? Ondan Küçük Asya Felaketi’ni, 6-7 Eylül Pogromu’nu, Ermeni Jenosidi’ni, Seyfo’yu, Kürt kıyımlarını, 34 Trakya Yahudi Pogromu’nu, Varlık Vergisi mezalimini, Madımak Katliamı’nı, Gazi’yi, Çorum ve Maraş Pogromu’nu, Türkiye’nin sınırötesi işgâl operasyonlarını eleştirel bir optikten süzerek irdelediğine şahit oldunuz mu!? Siz hocaefendinin sayfalarında Yunus Emre’nin, “72 millete bir nazarla bakmayan halka alim müderris olsa da hakka/hakikate asidir,” diyen, “Uslu değil delidir, yüce saraylar yapan/akıbet viran olur cümlenin imareti” diyen duyarlılığına rastladınız mı!?

Kanaat önderi bir tarihçi olmak, gebe kadınların sokağa çıkmasını kınayan, gebe kadınların bedeninden utanç duymasını telkin ve tembih eden, gebe kadınların kamusal alana, insan içine gebe haliyle çıkmamasını buyuran Ömer Tuğrul İnançer derekesindeki bir dinbazın, softanın, bir tarikat ceo’sunun elceğizini eski bir istanbul âdeti olduğu mazeretiyle öperek “hürmetini”, itaatini ibraz etmek midir!? Şahsi kütüphanesini bir halk kütüphanesine bağışlamak dururken sırf reis-i cumhura yalakalanmak, şirin gözükmek ve payelenmek beklentisiyle alelade yurdum insanının erişemeyeceği Cumhurbaşkanlığı Külliye Kitaplığı’na bağışlamak, Kültür Bakanlığı danışmanı olmak mıdır tarihçi olmanın gereği!? Ortaylı birer tefecilik örgütlenmesi olan banka reklamında oynarken acaba hangi kudurgan ve kızışık arzularının esaretindeydi!? “Benim yurdum bu dünya değildir,” çığlığını atan Julien Benda’nın sesini sesime katarak sormak isterim: Bir aydın, entelektüel, tarihçi, kanaat önderi, düşünür, kamusal şahsiyet, kültür elçisi, akademisyen, müzeci; böylesi bir dünyanın şöylesi bir Türkiye’sini bu denli ihtirasla, fırsatını buldukça şovenizmle yurt, sıla, mesken beller mi!?

Düşünür ve tarihçi olmak, bilgiyi bir özgürleşme aracı olarak değil de tahakküm aygıtı olarak mı kullanmaktır!? Kürtlerin eşit yurttaşlık ve kolektif hak öznesi olma taleplerine karşı burnu kaf dağında bir beyaz türk edalarıyla suskunluk, kaale almazlık ve kardeşlik siyasasına iştirak etmek midir!? Tarihçi olmak devlete perestiş etmek, bilgisini ve görgüsünü ona amade kılmak, onun için seferber etmek midir!? Tarihçi olmak, o “şanlı mâzinin” hayaletlerini berdevam şimdiye, bugüne çağırmak mıdır!? Entelektüel olmak, tıpkı Thomas Carlyle’cı tarih anlayışıyla tarihi büyük adamların biyografisinden ibaret ve ona indirgeyerek okumak mıdır!? Entelektüel olmak ırkçılıkla, şövenizmle öpüşen bir milliyetçilik perspektifinin göbek deliğine düşmek midir!? Entelektüel olmak, komünizmi reel, tarihi uygulama teşebbüslerine ve yenilgisine dayanarak, “Komünizmle Mücadele Dernekleri” densizliğinde ve çizgisinde suçlamaktır mıdır!? Tarihçi olmak, dünyevi bir ruhban sınıfı temsilcisi olmak, guru olmak, mürit olmak, kişisel gelişimci olmak, resmi tarih noteri olmak, dedikodu ve nostalji tarihçisi olmak, “ne haşmetli ve azametli vakitlerdi tarihçisi” olmak, ata/soy/cet sevicilik/devlet sevicilik yapmak mıdır!? Entelektüel olmak, İslam adına ve aşkına kutsallık kisvesine büründürülen işgalleri, ilhakları mazur ve makul görmek midir!? Tarihçi olmak kendi kabullerini, kanıksayışlarını, ezberlerini, kanaatlerini, vehimlerini yinelemeyenleri ve onunla mutabık olmayanları hakaretlere, küfürlere, ithamlara, lekelemelere, aşağılamalara boğmak mıdır!? Tarihçi olmak, hukukun en başat prensiplerinden biri olan, “sui misal emsal olmaz” düsturunu kerelerce çiğnemek; daha beterini gösterip de mevcut kötüye razı etmek, onu reva gördürtmek midir!?

Ayşe Hür’ün Ortaylı’ya dair söylediklerine burada yer vermek uygun olacaktır:

“Hiç muhalif olmamıştır ki İlber Ortaylı. Hep düzenin insanıydı yani. Zaten muhalif olsa Topkapı Sarayı’nın müdürlüğüne gelmezdi. Kitaplarında siz hiç Dersim Olayı’nı veya Şeyh Sait İsyanı’nı, veya efendim nedir 49’lar Olayı’nı, Ermeni Tehciri’ni, Pontus’u hiç duydunuz mu onun ağzından!? Bugüne kadar hiç duymadığımız, resmi tarihin örtbas ettiği, bize yok dediği ama halkın, aslında onu yaşayanların için için bildiği, kuşaktan kuşağa anlattığı hangi acıyı, hangi trajediyi onun ağzından öğrendik!? O hep işin yaldızlı, parlak, pırıltılı yanlarını konu etti, onun için de devlet sevdi onu her zaman.”

Ayşe Hür’ün de dediği gibi Ortaylı daima düzen adamı oldu. Mütehakkimlerin, efendilerin huzurunda her daim önü ilikli, mülayim, makbul, uslu bir çocuk kıvamında oldu. Osmanlı’ya dair kanaat üreten “tarih mafyalarının” ve “çamur tarihçiliğinin” üretim tesislerinde çalıştı. Asla sınıfsal, etnik ve cinsel imtiyazlarla, eşitsizliklerle bezenmiş ve inşa edilmiş resmi tarih öğretisini dert edinmedi, melalden anlamadı, halkların endişe ve korkularını umursamadı. Hatta gençleri yeterince mâzisine sahip çıkmadığı mazeretiyle azarladı, kınadı. Millici, ulusal, mahalli, dini değerlere abanarak evrensel değerleri her zaman reddetti ve küçümsedi. Uluslararası ilişkileri dost ve düşman ilişkisi/karşıtlığı olarak kodlayan geleneksel ve totaliter anlatıyı kanıksadı ve kanıksattı. Mesela Osmanlı ceddinin işgalleriyle ve yayılmasıyla övünç ve gurur duyarken bu işgallerin ne pahasına gerçekleştiğiyle hiç ilgilenmedi. Yani ayıba ayıp diyemeyen bir ayıp olarak ömür çürüttü Ortaylı. Ne de olsa ayıba ayıp demek ayıbın kendisinden daha ayıptır Babadolu’da. Aynı anda hem Atatürkçülere göz kırpıp hem de siyasal islamcılara mavi boncuk dağıtan, ne ayranım dökülsün ne de yoğurdum ekşisin düzeysizliğinde yaşayageldi. Yani tarafını, safını asla belirgin tutmadı, bulanık suyun ürettiği zehirle ve toksikle beslendi.

Bu toprakların otokton, kadim halklarının korkularını ve tedirginliklerini umursamadığı gibi Defterimden Portreler kitabında Yavuz Sultan Selim’in Alevi katliamlarını adeta kaçınılmazlaştırır ve normalleştirir o:

“Doğu Anadolu coğrafyasında Alevi Türkmen kıyımından dolayı suçlanır. Oysa o asırda devletin dirliği açısından etnik unsurları öne çıkarmak veya harcamak ön planda olan bir sorun değildi.”

Yani dirlik düzen, müesses nizam mevzubahis olduğunda devlet için toplu kıyımlar, kitle katliamları gayet tabii bir olguydu ve bu olgu, Ortaylı’nın nazarında o kadar da önem teşkil etmeyen, şöyle bi’ dokunulup, değinilip geçilen bir mesele olmaktan daha öteye ve öneme varamıyordu. Ayrıca Alevi kırımı ve Osmanlı’nın Türkmen nefreti göçmen kuşların bile malumuyken Yavuz Sultan Selim’i “yavuzluklarından” ötürü sigaya çekmemiz ne diye hadsizliklik oluyormuş!? Ayrıca bu pasajdaki bir diğer sorun da “Doğu Anadolu” diye tabir ettiği, ancak esasında Kürdistan ve Batı Ermenistan olan o coğrafyasındaki katliamı sadece “Türkmen Alevi Katliamı” olarak takdim etmesi. Yani Kızılbaş Kürtlerin de katliamdan geçirildiğini dillendiremeyecek denli bir yok sayma tutumu anlayacağınız.

Başkalarının acısına karşı bu kadar umursuz, bigane olmak da ancak Ortaylı gibi yaraya işemez, yanığa üflemez, gölge vermez, gitti gelmez uçtu konmaz, su olsa içilmez, yol olsa geçilmez bir sembolperestten, devlet kutsayıcıdan, bilimsel metot sefilinden, sosyoloji ve felsefe fukarasından, resmi tarih ideologundan, deontoloji (meslek ahlakı) yoksunundan, dokunulmazlara asla, kat’a, zinhar dokunmayan bir korkaktan, hamaset ve celadet tarihçisinden, belge fetişistinden, medyanın puslu ve kusmuklu sathında arz-ı endam eden bir medyokrattan beklenebilirdi.

Ortaylı nevinden kabartılmış ve köpürtülmüş tiplemelerin, devletin ehliyeti ve salahiyetiyle akil adam yaftasıyla nakil adamlığını ve “mektepli cehalet”ini, cehl-i mürekkepliğini Ahmet Refik’in Osmanlı Devrinde Zorbalar kitabından alıntı yaparak izah etmeye çalışalım:

“Cahilliğin nüfuz sayesinde hâkim olması büyük bir felâkettir. İlmi, marifeti, irfanı, hatta haysiyet ve onuru mahveden en öldürücü hastalık, ilimden ziyade bağlılıkla ortaya çıkan cahillere karşı gösterilen saygı ve itibardır. Bu itibar ve hürmetin ise nüfuzla ortaya çıktığına şüphe yoktur. Bir zamanlar Anadolu’nun en muzlim noktasında türeyen bir cinci hoca, cahilliği ve ihtirasıyla beraber, sırf bağlılığı sayesinde uzun müddet herkesin başvurduğu biri olmuştu. Halk hocanın kıymetsizliğine ve ehliyetsizliğine bakmıyordu; onun eteğini veya elini öperek kazanacağı mevkiye, alacağı memuriyete bakıyordu. İhtimal ki emeline ulaştıktan sonra, “hoca efendi” ile alay bile edecekti. Fakat asıl içtimaî felâket, halkın hocaya yaltaklanmasında, memleketin siyasî idaresinde hiçbir kıymete sahip olmayan bir şahsı yaltaklanmasıyla, hürmetiyle, riyakârlığıyla büyültmesindeydi. Memleketi felâkete sürükleyen şahsiyetler ancak yaltaklanmanın olduğu, hırslı ve izzetinefisten mahrum bir muhit ortasında sivrilirler. Ve bu hal, memlekette ilim ve marifete karşı genç nesillerde büyük bir boşvermişlik husule getirir.”

Sözlerimi Şarkışlalı Âşık Serdarî’nin fevkalade şiirine yer vererek nihayete erdiriyorum. Zira tarih İlber Ortaylı’nın ezber ettiği yerden, saray erkânından değil, Serdarî’nin hançeresinden, seslendiği yerden yazılabilir ancak. Tarihçi ve entelektüel mazlumun, madunun, mağdurun, ezilmişin, sarf- ı nazar edilmişin, yani görmezden gelinmişin yanındadır. Diyebilirim ki sırf bu şiiriyle bile Serdarî, entelektüel onuru ve tarihçilik etiğini Ortaylı’dan çok daha fazla temsil ve hak ediyor. Meslek etiğinden, tarih metolojisinden, politik erdemlerden, entelektüel özerklikten, hakikati söyleme cesaretinden, dil hassasiyetinden, ifade ciddiyetinden, özgürlük özleminden yoksun Ortaylı’ya karşı bizler Serdarî’nin dizelerindeki haysiyeti ve hassasiyeti savunmayı inatla sürdüreceğiz.

nesini söyleyim canım efendim
gayrı düzen tutmaz telimiz bizim
arzuhal eylesem deftere sığmaz
omuzdan kesilmiş kolumuz bizim

sefil ireçberin yüzü soğuktur
yıl perhizi tutmuş içi koğuktur
ineği davarı iki tavuktur
bundan gayrı yoktur malımız bizim

reçberin sanatı bir arpa tahıl
havasın bulmazsa bitmiyor pahıl
tecelli olmazsa neylesin akıl
dördü bir okkalık dolumuz bizim

benim bu gidişe aklım ermiyor
fukara halinden kimse bilmiyor
devletin sikkesi selam vermiyor
kefensiz kalacak ölümüz bizim

evlat da babanın sözün tutmuyor
açım diye çift sürmeye gitmiyor
uşaklar çoğaldı ekmek yetmiyor
başımıza belâ dölümüz bizim

zenginin sözüne beli diyorlar
fukara söylese deli diyorlar
zemane şeyhine velî diyorlar
gittikçe çoğalır delimiz bizim

sekiz ay kışımız dört ay yazımız
çalığından telef oldu bazımız
kasım derken buz tutuyor özümüz
mayısta çözülür gönlümüz bizim

tahsildar da çıkmış köyleri gezer
elinde kamçısı fakiri ezer
yorganı döşeği mezatta satar
hasırdan serilir çulumuz bizim

zenginin yediği baklava börek
kahvaltıya eder keteli çörek
fukaraya sordum size ne gerek
düğülcek çorbası balımız bizim

serdarî halimiz böyle n’olacak
kısa çöp uzundan hakkın alacak
mamurlar yıkılıp viran olacak
akıbet alınır öcümüz bizim


Serdar Taş – 11.02.2024

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑