Makaleler

Published on Şubat 7th, 2024

0

Depremzede ve Türkiyezede olmak ve mazlumun zulümdeki payı | Serdar Taş


Klasik Batı teizmine göre Tanrı iyiydi, lütufkârdı, hayırhahtı, şefkâtliydi, inayetliydi, kâdir-i mutlaktı, yani mutlak kudret sahibiydi. Peki o halde her şeye kâdir Tanrı doğal afetlere, salgınlara, kıtlıklara, tsunamilere, orman yangınlarına ne diye mâni olmuyordu!? Yoksa Tanrı sanıldığı kadar iyi ya da kudretli değil miydi!? İşte 1755’teki Büyük Lizbon Depremi, bütün bu soruları sordurtmuş, Tanrı’nın hikmetinden, kudretinden ve inayetinden sual olunur bir hale gelmesine yol açmıştı.

1 Kasım 1755 sabahı saat 9.30-40 sularında, Azizler Günü Yortusu esnasında tahripkâr bir depremle handiyse Lizbon’un tekmili yerle yeksan olur. Tüm Azizler Günü münasebetiyle kent nüfusunun ekseriyeti kiliselerde ibadet halindedir ve bu durum, depremin ölümcüllüğünü daha da arttırır. İstatistiki veriler tıpkı bugün olduğu gibi o gün için de güven vermiyor, ancak takriben 20 ila 50 bin arasında insanın öldüğü düşünülüyor. Şimdi bile oldabildiği gibi o günlerde de halk, bunun Tanrı’nın ilahi planının ve gazabının bir parçası olup olmadığına dair yakıcı bir meraka ve münakaşalara gark olur. Ancak Lizbon’la birlikte yavaş yavaş Tanrı da ölür. Depremin enkazı altında sadece Lizbonlular değil, Tanrı da kalır ve can çekişir.
Büyük depremin ardından artçı sarsıntılarla kent iyice hırpalanır, ayrıca tsunami kenti yutar, bu da yetmezmiş gibi sarsıntının devirdiği mumlar günler süren bir kent yangına yol açar. Ancak bu depremin bir çağ yangınına, düşünce devrimine sebep olacağını ilk anda düşünmek pek mümkün değilmiş gibi görünse de deprem, Aydınlanma Çağı düşünürlerince derin ve yoğun tartışmalara konu olur. Depremler artık teolojinin gevezelikle söylem ve spekülasyon ürettiği bir mecra olmaktan çıkar.

Fransız ansiklopedist düşünür Voltaire, Alman filozof Gottfried Wilhelm Leibniz’i (1646-1716) ve özellikle theodise öğretisini, Tanrı’nın iyiliği üzerine makalelerini hedef alır. Leibniz’e göre bütün ahlaki ve doğal kötülüklere rağmen mevcut dünya, mümkün dünyaların en iyisiydi. Verili, sunulu, kurulu dünya, Tanrı’nın yapabileceğinin en iyisiydi. (İnsanın Tanrı’ya, “Yapabileceğinin en iyisi bu mu!?” diye sorası geliyor hakikaten de.) Çünkü dünya hem en büyük ve geniş çeşitliliğe sahipti, hem de en basit doğa yasalarına tâbiydi. Leibniz ahlaki ve tabii kötülüklerin genel iyinin cüzleri olduğuna kanaat getirmişti. Tanrı bu dünyayı bütün olasılıkları hesaplayarak, hiçbir faktörü ihmal etmeksizin, onu en iyi olduğuna hükmettiği haliyle yaratmıştı. Leibniz mutsuzluğun ve günahın olmadığı dünyalar tasavvur etmesine rağmen böylesi dünyaların iyilik bakımından bizim dünyamızdan çok daha aşağı olacağını düşünüyordu. Mecazi bir ifadeyle Tanrı, kozmik yabanıl, ayrık otlarına rağmen kusursuz bir bahçıvandı.

Leibniz’in nezdinde Tanrı, bu dünyayı yaratmazdan evvel, en iyi dünyayı seçip yaratabilmek için olası bütün dünyaları mukayese etmişti. Tanrı büsbütün zevk, sevinç, ışık, nezaket ve sevimlilikle bezeli bir dünya halk etmektense onun hamuruna biraz acı, karanlık ve ekşilik katarak daha harmonik bir gezegen var etmişti. Dikkatinizi çektiyse burada kötülükleri teolojik olarak gerekçelendirmeye gayret eden, Tanrıyı kurtarmaya çabalayan, Tanrıyı konuşturan bir Leibniz’le karşı karşıyayız. Zaten kaçınılmaz olarak Tanrı’ya dair hükümlerimiz insana dair, yani antropomofik ve antroposentrik olmak zorunda değil mi!?

Şüphesiz Leibniz aptal değildi. O dünyadaki kötülüğün tezahür edişlerinin Tanrı’nın faziletli, inayetli ve hakkaniyetli oluşuyla çeliştiğinin farkındaydı. Bununla beraber o, dünyada vuku bulan kötülüklerin hesabının Tanrı’ya sorulmasına ve fatura edilmesine öğretisinde izin vermeyi reddediyordu. Bu, dünyanın derinliğiyle yüzeyini birbirine karıştırmak mahiyetine geliyordu onun nezdinde. Şu sulak gözyaşı vadisindeki bütün fahiş ve bariz kötülüklere, her şeye rağmen ve her şeyden önce Tanrı’nın nihai olarak iyiliği inancından ve önkabulünüden hareket etmek gerektiğine inanıyordu. İlk Günah’ın bir neticesi olarak ahlaksızlıklarımız ve kötülüklerimiz erdemlerimize baskın çıkıyordu ve Leibnizz’e göre bir Caligula, bir Nero herhangi bir depremden çok daha kötü ve tahripkârdı.
Ancak Voltaire dünyamıza içkin olan kötülüğün katıksız niceliği ve niteliğini gözeterek bu dünyanın mümkün dünyaların en iyisi olamayacağına hükmetmişti ve Leibniz’in mevzubahis kavramını sorunlu buldu. Lizbon Depremi Voltaire’nin teodise’yi terk etmesinde ziyadesiyle etkili olan, vurucu, sarsıcı bir hadiseydi. Bunca kötülük Tanrı’nın inayetiyle, iyiliğiyle çelişiyordu. Yine böylesine katastrofik ve apokaliptik hadiselerin olabiliyor olması da Tanrı’nın kadir-i mutlaklığına ve iyicilliğine ters düşüyordu. Tanrı dünyayı nizam ve intizam üzre yaratmışsa bu “totum revolutum” (toplu kaos) da neyin nesiydi!?

Peki Voltaire’in çözümü neydi? İlginçtir, bunca itirazına rağmen Voltaire bir tanrıtanımaz değildi. Şaşırtıcı şekilde umutsuzluk ve kötümserlik de vaaz etmiyordu. Huşu içeren bir teslimiyetti önerdiği. Bir nevi “que sera, sera” (her şey olacağına varır) düsturunu benimsemişti. Adem ve Havva misali olmalıydık ve Tanrı’nın başlangıçta bizim için Cennet Bahçesi’nde amaçladığı gibi bahçemizi sessizce ve dingince işlemeliydik. (Birisi Voltaire’e Adem’in ilk eşi Lilith’in Cennet Bahçesi’ni şiddetli geçimsizlikten terk ettiğini hatırlatması gerekiyor sanırım.) Bu yüzden Tanrı’nın yolunun nasıl haklılaştırılacağına dair havalı, muhayyel, çalımlı felsefi spekülasyonlar geliştirmekten kaçınılmalı, biraz daha iyi olmamız umuduyla biraz daha iyilik, ihsanda bulunmayı savunuyordu. Bu çözüm önerisi, Tanrı’nın iyiliğine inananları teselli ve tatmin etmeyebilir, ancak evinde sessizce ve bir başına toprağını işleyen, bostanında çalışan ve memnuniyetle çimlerini biçen bizler arasında yankılanacaktı.

Şimdi meseleyi 6 Şubat 2023’te on bir şehri etkileyen Maraş merkezli depreme getirmek istiyorum. Zira depremin sene-i devriyesindeyiz, ancak onca ölümden sonra hayatta kalamayan nice şey var. Peki depremi bu kadar kıyametimsi kılan neydi!? Ben elbette bir jeolog edasıyla konuşmayacağım. Siyaset etme biçimimizi ve ülkedeki insan dokusunu dert edinen bir yerden sesleneceğim.

Türkiye’de devlet kuruluşundan itibaren halka, topluma ve bireye karşı olageldi. Depremin yıkıcılığının ölçeğinin bu denli devasa olmasının sebebi, devlet öncelikli, devlet merkezli, devleti her şeyleştiren, devleti tanrının yerine ikame eden ve bireyi, toplumu hiçbir şeyleştiren, yokumsayan zihniyetin ta kendisidir. İşin korkunç yanı ise halkın devleti kutsayan, her şeyleştiren bu anlayışı fazlasıyla kanıksamış olması. Doğu despotik devlet geleneğinin yöneticileri yüce, ulu, kutsi, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi, “zillullah-ı fi’l âlem” olarak konumlandıran, devlet fetişize eden geleneğiyle muhatabız. Esasında depremzede değiliz, devletzedeyiz, Türkiyezedeyiz. Bu depremde de devletin enkazı, molozları altında kaldık. Bu ülkedeki esas zelzele, deprem, devletin bizatihi kendisidir. Depremin değil bu devletçil, totaliter, tiranik, despotik mentalitenin ölümcül olduğuna bir defa daha şahit olduk. Deprem bir doğal afet değildir; depremin yıkıcılığı insani ve içtimai kuraklık ve fukaralıkla ilgili. AKP de easında bir siyasal parti değil, devletleşmiş bir çete, mafya yapılanması ve onun yegâne dini rantiyerizm. “İnşaat ya resulallah!” da onun amentüsü…

Deprem mevcut devlet modelinin sürdürülemezliğini, halka karşıtlığını vurgulu bir şekilde ifşa etti ve devleti her yerde teşhir etmenin gerekliliğini bir kere daha kavramayı dayattı. Çünkü Babadolu’da her yer cürüm ve cinayet mahalli. Hanesini harabe, virane üzerine kurmuş zorba bir devlet geleneğinin devamcısı olan bir çetedir AKP. Devletleşmeye teşne ve talip olan bu siyasi partilerin önünde halk, kişiliksizleştiriliyor, aşağılanıyor. Türkiye CHP’nin tüzel kişiliği şahsında bir “parti devlet” olarak, totaliter bir devlet olarak kuruldu, hatta TC’nin ilk anayasası (ki biz ona babayasa diyelim) CHP parti tüzüğüne dayandırıldı ve bu siyasal genetik, otomatikman her siyasal partinin devletleşmeye meyilli olmasına, devletin bütün kurumlarına nüfuz etmesine ve devletin bizatihi kendisi olmasına yönelik şehvetini körükledi. Devlet ilkel ve rantiyer bir büyüme modeliyle ve İslam-imparatorluk devlet geleneğinden de devraldığı ganimetçi ve gaspçı genetikle her türlü gaspı, istimlakçı, patrimonyalist eğilimi, kötülüğü, tabiat, hayvanat, nebatat düşmanlığını yürürlüğe koyuyor. Türkiye halkının öncelikle bu devlete kutsiyet atfeden, “fenafil devlet” düsturunu benimseyen, yani devlette eriyecek, devletle yekvücut olacak kadar devleti mühimseyen, ilahlaştıran, inandığı Allah’a bile devletle şirk koşacak denli devlete perestiş eden ve adeta devleti tanrının yerine ikame eden zihniyetten kurtulması gerekiyor. Maalesef bu kopuşun sağlanması pek mümkün değil. Zira felaket anlarında, boyunları ilmeğe geçirilmişken ya da kellesi kütükle balta arasındayken, yani can boğazdayken ses çıkarmak görece cesaret olmayıp çare de teşkil etmez. Ancak bu insani, içtimai felaketin molozları kaldırıldıktan, sular çekildikten, karlar eridikten sonra da devlete karşı bu öfkeyi sabit kılmak elzem olsa da Türkiye tarihi halkın devletin suçlarına taammüden, kasten iştirak ve eşlik etmesinin, rızalık göstermesinin, en iyimser tabirle görmezden gelmesinin de tarihidir. Demem o ki mazlumun da zulümde payı var…

Sözlerime Etienne de la Boetie’nin Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev isimli fevkalade kitabından bir pasajla nihayet veriyorum:

“Zavallı sefil insanlar, akılsız halklar, kötü durumlarında kalmak için direnen ve iyiliklerini göremeyen uluslar! Sizler gözünüzün önünde, en güzel ve en parlak kazançlarınızın götürülüşüne, tarlalarınızın yağmalanmasına, evlerinizin ve eşyalarınızın çalınmasına seyirci kalıyorsunuz. Öyle bir yaşam sürüyorsunuz ki, hiçbir şeyin size ait olduğunu söyleyebilecek durumda değilsiniz. Şimdi, mallarınıza, ailelerinize ve yaşamlarınıza yarım yamalak bile sahip olmak, size büyük bir mutluluk gibi gözüküyor. Tüm bu zarar, bu kötülük, bu yıkım size düşmanlardan gelmiyor; hiç kuşkusuz tek bir düşmandan, yani öylesine yücelttiğiniz, uğrunda cesaretle savaşa gidip kendinizi ölüme atmaktan çekinmediğiniz o kişiden geliyor. Size böylesine hakim olan kişinin iki gözü, iki eli, bir bedeni var ve herhangi bir insandan daha başka bir şeye sahip de değil. Yalnızca sizden fazla bir şeyi var: O da sizi ezmek için ona sağlamış olduğunuz üstünlük. Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa, nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar sizinkiler değilse bunları nereden almıştır? Sizin tarafınızdan verilmiş olmasa üzerinizde nasıl iktidarı olabilir? Sizinle anlaşmadıysa sizin üstünüze gitmeye nasıl cesaret edebilir? Kendinize ihanet etmeseniz, sizi öldüren bu katilin yardakçısı olmasanız ve sizi yağmalayan bu hırsıza yataklık etmeseniz o ne yapabilir? Zarar versin diye meyvelerinizin tohumunu dikiyorsunuz. Hırsızlıklarına eşya sağlamak için evlerinizi doldurup döşeyip, kızlarınızı da şehvet tutkusunu tatmin etsin diye yetiştiriyorsunuz. Çocuklarınızı onlara yapabileceği en iyi şey olan savaşlarına götürsün diye, katliama götürsün diye, onları tutkularının uşakları ve intikamlarının uygulayıcıları yapsın diye büyütüyorsunuz. Derin haz duygularını incelikle ele alabilsin ve pis ve rezil eğlencelerinin içinde yuvarlanabilsin diye ölesiye çalışıp bitkin düşüyorsunuz. Onun daha güçlü ve sert olması ve böylece dizginleri daha da sıkması için kendinizi zayıflatıyorsunuz. Hayvanların bile sezinleyemeyeceği ya da kalkınamayacağı tüm bu kötülüklerden kurtulabilirsiniz. Bunun için kurtulmaya çabalamanız gerekmez, yalnızca kurtulmak istemeniz yeterli olacaktır. Kulluk etmemeye karar verdiğiniz an özgürsünüz demektir. Onu itmenizi ya da dengesini bozmanızı istemiyorum. Fakat yalnızca onu desteklemeyin: işte o zaman onun altından kaidesi çekilmiş bir heykel gibi tüm ağırlığıyla düşüp parçalandığını göreceksiniz.”

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑