Tarih

Published on Temmuz 24th, 2023

0

100 yıl önce Lozan’da, “Kürt Meselesi” nasıl ele alındı? | Ayşe Hür


Lozan’da Kürt temsilcisi var mıydı, Lozan’daki ve TBMM’deki Kürt temsilcilerinin tavrı nasıl oldu? 100 yıl sonra Lozan, Türk olmayan halklar için ne anlama geliyor?

1 Kasım 1922’de Saltanat’ın İlgası’ndan hemen sonra resmi adıyla Yakın Doğu İşlerine İlişkin Lozan Konferansı (bundan böyle kısaca Lozan) için Murahhaslar (Delegeler) Heyeti’nin seçimine geçilmişti. 2 Kasım 1922 tarihli gizli celsede, İkinci Grup ateşli biçimde heyetin TBMM tarafından seçilmesini önermesine rağmen Mustafa Kemal’in isteğiyle, heyeti Heyet-i Vekile’nin seçmesi önerisi 61 ret, 8 çekimser oya karşı 121 oyla kabul edilmişti.

4 Kasım 1922 tarihinde TBMM’de Lozan Heyeti’nin yapacağı işlerin görüşülmesi sırasında Dersim Milletvekili Diyap Ağa söz almış ve şöyle demişti:

Allah muinleri olsun. Hangisini münasip görmüş ise öyle eylesin. Hamdolsun gidenler dinini, diyanetini bilir adamlardır. Heyet içinde bulunanlar zannederim, kendi dinine, diyanetine hiyanet etmek istemez. (Alkışlar) Hepimiz biriz. Ne Türk, ne Kürtlük davası vardır. Hep biriz, kardeşiz. (Bravo sesleri, alkışlar) Bir kişinin beş on oğlu olur. Biri Hasan, biri Ahmed, biri Hüseyin, biri Mehmed isimli olabilir. Fakat hep bir insandırlar. Biz de öyleyiz. Yoksa ayrı, gayrimiz yoktur…

Bu tavrın bir “yol kazası” olmadığı dokuz yıl sonra, Enver Behnan Şapolyo’nun “Hiç Millet Meclisi kürsüsüne çıktın mı?” sorusuna Diyap Ağa verdiği şu cevaptan da anlaşılacaktır:

Bir kere de Lozan Konferansı sırasında kürsüye çıktım. Aha bizim memleket ahalisi Kürtmüş, orada bir Kürt Hükümeti kuracaklarmış, bunu duyunca kızdım kürsüye çıkıverdim. Gene sustular: ‘Lâilaheillâh Muhammedünresullâllahdedim. ‘Gerek Şafiî, gerek Hambelî, gerek Hanefî hepimizin kıblesi birdir. Meclisimiz, kulübümüz, dinimiz, milletimiz birdir. Biz Türk’üz. Hepiniz Lâilaheillâh demişsiniz. Şimden sonra mı, ayrı bir din, ayrı bir millet olacağız.dedim. Gene el çırptılar, İsmet Paşa ayakta kürsünün yanına gelmiş, sakalımın dibine yaklaşmıştı. O da coştu, o da el vurdu.

Tekrar 4 Kasım 1922’ye dönersek, aynı oturumda söz alan Erzurum Milletvekili Süleyman Necati (Güneri) ise şöyle diyecekti:

Bendenizi buraya gönderenlerin büyük bir kısmı da Kürt olduğundan burada o vatan kardeşlerimizin hissiyatına tercüman olmak üzere bu kelime ile düşmanlarımızın ifade etmek istediği maksadı dilimin döndüğü kadar arz edeceğim. (…) Kürtlerin tarihi daima Türklerle beraberdir. (“Şimdi de öyledir” sedaları) Vaziyet-i içtimaya gelince: Kürt heyet-i içtimaiyesi asırlardan beri İslamiyetten sonra gelen Türklerle o kadar karışmışlardır ki, bugün ikiye tefrik edilen millet yine yek vücuttur. Bugün öyle bir Türk yoktur ki, dayısı, damadı veyahut yeğeni Kürt olmasın. Ve öyle bir Kürt yoktur ki nun damadı, yeğeni veyahut dayısı Türk olmasın. Binaenaleyh benim annem Kürt… Beni annemden nasıl ayırırsınız? Ve anneannem nasıl olur da, Avrupalıların bir takım entrikaları ve icat ettikleri bir takım efsanelerin arkasından gider?

Ama en coşkulu konuşmayı ise Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey yaptı:

Avrupalılar diyorlar ki “Türkiye’de yaşayan ekalliyetlerin en büyüğü, en kesretlisi Kürtlerdir.” Bendeniz Kürdoğlu Kürdüm. Binaenaleyh bir Kürt mebusu olmak sıfatıyla sizi temin ederim ki Kürtler hiçbir şey istemiyorlar. Yalnız büyük ağabeyleri olan Türklerin saadet ve selametlerini istiyorlar (alkışlar). Biz Kürtler vaktiyle Avrupa’nın Sevr paçavrası ile verdiği bütün hakları, hukukları ayaklarımız altında çiğnedik ve mütün manasiyle bize hak vermek isteyenlere iade ettik. Nasıl ki Elcezire Cephesi’nde çarpıştık (alkışlar), nasıl ki Türklerle beraber kanımızı döktük, onlardan ayrılmadık ve ayrılmak istemedik ve istemeyiz (alkışlar) binaenaleyh sözüme hitam verirken heyet-i murahhasanızdan rica ederim ki, ekalliyetler mevzubahs edildiği zaman Kürtlerin hiçbir mütalebesi olmadığını ve Kürtlerin kanaatine tercüman olarak buradan söylediklerimi söylesin ve iddia etsin. Binaenaleyh tekrar rica ederim ki Suriye’de o mevhum Suriye’de terk ettiğimiz hudutları kurtarsınlar. Bu memleketin, bu vatanın eczası, en mühim parçası olan Kerkük’ü, Süleymaniye’yi, Musul’u unutmasınlar. (“Zaten orası bizimdir!” sesleri)

Başkanlık yarışı

Heyetin başkanlığı için Heyet-i Vekile (Bakanlar Kurulu) Reisi Rauf Bey başta olmak üzere Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey, sabık Dahiliye Vekili Fethi Bey ve hatta Kâzım Karabekir Paşa gibi Milli Mücadele’nin ağır topları beklenti içine girmişlerdi. Özellikle Rauf Bey, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getiren Mondros Mütarekesi’ni imzalamış olmanın ezikliğiyle, o kötü hatırayı bir zaferle silmek arzusu içindeydi. Ancak Mustafa Kemal’in Lozan için uygun gördüğü isim, Saltanat’a ve Halife’ye bağlılığıyla bilinen Rauf Bey değil; Mudanya Mütarekesi’nin başarılı görüşmecisi, her daim kendisine sadık “Garp Cephesi Kumandanı” İsmet Bey’di. Lord Kinross bu seçimin nedenini şöyle özetleyecekti: “Avrupa’yı iyi tanıyan ve uzlaşma eğiliminde olmayan Rauf Bey, kendi bildiğini okuyacak, kolay idare edilemeyecekti. Oysa İsmet Paşa’yı istediği gibi yönetebileceğini biliyordu.”

Sıkıntılı bir süreç sonunda, “Baş Murahhas” olarak atanan/seçilen İsmet Paşa sabırlı ve inatçı bir kişilikti. Kendi çabasıyla öğrendiği için az buçuk Almanca ve Fransızca biliyordu.

Birinci Meclis’in “ırkçı-Türkçü” milletvekili Dr. Rıza Nur ise İsmet Bey’i kendisinin seçtirdiğini iddia eder hatıratında. Kullandığı terminoloji Lozan’da Kürtler, Ermeniler ve diğer halklar konusundaki tavrının ipuçlarını içerir:

Rauf’un Abaza gayretini güttüğünü gözlerimle gördüm. Türk’ün işini görecek bir Türk yok mu? Türkler bu kadar kabiliyetsiz mi de bir abaza böyle mühim bir işin başında bulunacak? Bunu hele asla hazmedemedim. Vekillerin bir kısmı gitti. Üç, dört kişi kaldık. Herkes gitmiş, ben bakıyorum, Mustafa Kemal de kalktı gidiyor. Halbuki onunla yalnız konuşmak istiyorum. Kapının yanından çekip kenara aldım. Heyecan ve şiddet içinde dedim ki: “Paşa! Artık hiç değerli bir Türk yok mudur ki Abazalık gayretinde bir adam böyle mühim bir mevkie tayin edildi. Hem de o adam bu işi yapamaz. Rezil oluruz.” Durdu, durdu ‘Hakkın var. Ben bu işi düzeltirim. Kimi yapalım ama?” dedi. “İsmet hepsinden münasiptir. Bir Türktür’ dedim. Mustafa Kemal “Peki ben bu işi düzeltirim” dedi. Ayrıldık, Mustafa Kemal gitti. Birgün sonra Yusuf Kemal’e ‘istifa et, İsmet Hariciye Vekili olacaktır’ diye telgraf çekmiş…

Heyette Kürt temsilcisi var mıydı?

Peki, Kürtleri bu kadar yakından ilgilendiren bir konuyu tartışacak 36 kişilik heyette “Kürt” kadrosundan temsilci var mıydı? Görünüşte vardı. Bu kişi “danışman” kadrosundan bizzat Mustafa Kemal tarafından atanan Diyarbakır Milletvekili Zülfü (Tigrel) Bey’di. Zülfü Bey TBMM’nin, Osmanlı Mebusan Meclisi’nden devraldığı İttihatçı mebuslardandı. 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra arkadaşı Diyarbakır Mebusu Pirinçcizade Fevzi Bey’le birlikte 1915 Ermeni Kırımı suçlusu olarak 15 Ocak 1919’da İngilizler tarafından Mısır’daki Seydibeşir kampına, oradan Malta’ya götürülmüş, sürgünden döndükten sonra doğrudan Ankara’ya gelerek TBMM’ye Diyarbakır Milletvekili olarak katılmıştı. Daha sonra CHP adını alacak Halk Fırkası’nın kurucularından olan, 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükun Kanunu’na evet oyu veren, 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCH) kuruluş toplantılarına katılan Zülfü Bey’in Diyarbakır Milletvekilliği öldüğü tarih olan 1940’a kadar sürmüştü. Yani, Zülfü Bey Kürt asıllıydı ama Kürt toplumunu temsil eden biri değildi. Aksine Mustafa Kemal’in ve İsmet İnönü’nün en yakın adamıydı.

Mustafa Remzi Bucak’ın ve Kadri Cemil Paşa’nın eserlerinde, Lozan’ın 23 Nisan 1923 tarihinde başlayan ikinci döneminde Türk heyetine dahil edildiğini iddia ettikleri Fevzi (Pirinççioğlu) Bey konusunda ise İsmail Göldaş şunları söyler:

Bu yanlış bilginin kaynağı Doza Kürdistan’ın anlatımı, bugüne kadar aynı biçimde sürdürülmüştür. Kürtlerle ilgili kaleme alınan birçok kitapta da bu bilginin doğruluğu araştırılmadan aynen yeralmıştır. Diyarbakır milletvekili, I. Grup üyesi ve CHF kurucularından “Kürt” Feyzi Bey, Lozan’a gidecek olan ikinci dönem Türk delege heyetinde götürülmemiştir.

Heyet Lozan’a gidiyor

Baş Murahhas İsmet Bey, İkinci Murahhas Dr. Rıza Nur, Üçüncü Muruhhas Hasan (Saka) Bey idi. Heyette “danışman” olarak 21 kişi, “basın danışmanı” olarak üç kişi, “sekreter” olarak sekiz kişi, nihayet “tercüman” olarak bir kişi vardı. Hükümet her sayfası bakanların tümü tarafından imzalanan 14 maddeden oluşan üç sayfalık bir “talimatname” hazırladı. Heyet, talimatnameyi cebine koyup Ankara’dan yola çıktı. Yanlarında, kendilerini Ermeni komitacıların ve “Çerkes” Ethem Bey’in adamlarının olası saldırılarından koruyacak 10 kadar da asker vardı. Beş günlük bir tren yolculuğundan sonra 11 Kasım’da Lozan’a varan heyeti istasyonda Türk ve Mısırlı öğrenciler sevinç gösterileriyle karşıladılar. Aynı anda Ermeni ve Rumların da aleyhte gösterileri sürüyordu.

13 Kasım’da başlaması planlanan konferans, Britanya’daki seçimler ve İtalya’daki kabine değişikliği bahanesiyle sebebiyle Britanya ve İtalya delegeleri gelemediği için 20 Kasım 1922’de, saat 15.30’da başladı. Daha sonradan gecikme gerekçesinin uydurma olduğu öğrenilecekti. Müttefik delegeler, Türklere karşı ortak politika oluşturmak için Paris’te toplanmışlar, henüz sonuca ulaşamadıkları için de bu bahaneleri ileri sürmüşlerdi. Ancak bu günleri Türk tarafı da davet üzerine Paris’e gitmiş, Fransız Cumhurbaşkanı Raymond Poincaré ile gayriresmî görüşmeler yaparak değerlendirmişti.

İlk kez Kürtlerden söz ediliyor

Nihayet 20 Kasım 1922 günü Casino de Mont Benon’da yapılan açılış töreninde, İsmet Bey Britanya Dışişleri Bakanı Lord Curzon’la birlikte salona girdi. İtalya Başbakanı Benito Mussolini, Fransa Başbakanı Raymond Poincaré de salonda hazırdırlar. Konferansı İsviçre Konfederasyonu Başkanı Robert Haab ev sahibi sıfatıyla açtı.

“Kürdistan” terimi ilk kez 12 Aralık 1922 tarihindeki “Azınlıkların Korunması” oturumunda kullanıldı. Lord Curzon “Kürdistan dağlarının çeşitli yerlerinde ve Türk-İran sınırı üzerinde yaşayan” önemli bir Nesturi ya da Asuri Hristiyanlarından sözetmiş, İsmet Bey de cevap verirken Ermenilerin “Kürtlere yaptığı haksızlıklar”dan bahsetmişti. 15 Aralık 1922 tarihinde, bu konudaki alt komisyonda yine daha önce belirtildiği gibi Rıza Nur’un birkaç kez kullandığı Kürt kelimesinden sonra, 9 Ocak 1923 tarihli oturumda Kürtler hakkında Azınlıklar Alt Komisyonu Başkanı İtalyan temsilcisi M. G. Cesare Montagna’nın 7 Ocak tarihli raporuna atıfla şunlar söylenmekteydi:

Alt Komisyon önce, bütün etnik azınlıkların, başka bir deyimle, Müslüman olmayan azınlar gibi Müslüman azınlıkların da -örneğin Kürtlerin, Çerkezlerin ve Arapların- tasarıdaki koruma tedbirlerinden yararlanmalarında direnmişti. Türk temsilci heyeti, bu azınlıkların korunmaya ihtiyaçları olmadığını ve Türk yönetimi altında bulunmaktan tamamiyle memnun olduklarını söylemiştir. Lord Curzon durumun gerçekte böyle olduğunu ummak istediğini söyledi. Ne olursa olsun, Alt Komisyon’u inandırıcı sözler üzerine koruma tedbirlerini yalnız Müslüman olmayan azınlıklara uygulamayı kabul etmiştir. Alt Komisyon, II. Maddenin bu azınlıklara yeter ölçüde koruma sağlayacağı umudundadır, Lord Curzon buna pek güvenmemekle birlikte, böyle olduğunu ummak istemektedir.

Görüldüğü gibi Montagna’nın raporunda Kürtlerden “Müslüman azınlık” olarak sözedilmekte ancak Türk tarafının verdiği güvencelere itimat edilerek, tedbirler “Müslüman olmayan azınlıklarla” sınırlanmakta, Kürtlerin komisyonlarda ifade edilen tüm hakları kullandıkları, bu yüzden korunmaya ihtiyaçları olmadığı söylenmekte idi.

Musul tartışmalarında Kürtler

Konferans sırasında resmi celselerde Musul meselesi çok az konuşulmakla birlikte gayriresmi görüşmelerde ve TBMM’de en ateşli tartışmalar Musul konusunda yaşanmıştı. Lozan tutanaklarına göre İsmet Paşa 26 Kasım akşamı Lord Curzon’dan bu konunun açık bir toplantıda tartışılmasından vazgeçilmesini ve aralarında özel olarak görüşülmesini istemiş, Lord Curzon da bu isteği memnuniyetle kabul etmişti. Bu gizliliğin nedeni, Musul Meselesi’nin son derece girift tarihçesiydi.

Bu tarihçeyi şöyle özetleyebiliriz: Mondros Mütarekesi imzalandığında Osmanlı ordularının elindeydi. Ancak bu durum, Britanya’nın “Kudüs Fatihi” General Allenby’nin Musul’u almasını beklemeye tahammülü olmamasından dolayıydı. Yoksa Musul’un düşmesi çok yakındı. Nitekim Britanya Hükümeti, ancak Mütareke’nin 7. ve 16. maddelerinin daha sonraki bir askerî müdahaleye izin verdiğine kanaat getirdiğinde anlaşmayı imzalamıştı. 7. madde, İtilaf Devletleri’ne güvenliklerini tehdit edecek durumda stratejik noktalarını işgal etme hakkı tanırken, 16. madde’de “Hicaz, Asir, Yemen, Suriye ve Irak’taki kuvvetler en yakın İtilaf Devletleri’nin kumandanlarına teslim olunacaktır” deniyor. Musul da Irak sınırları içinde olduğuna göre, herkes Musul’daki güçlerin de teslim olacağının farkındaydı. Dahası, Musul Kumandanı Ali İhsan (Sabis) Paşa, Musul’un güneyindeki bir köyü basarak yüz kadar kişiyi öldürünce, 7. maddenin uygulanması için bahane aramaya gerek bile kalmamıştı.

Ali İhsan Sabis Paşa Musul’u İngilizlere terk etmeye razı olduktan hemen sonra “Kürt Lawrence” diye ünlenen İngiliz Binbaşı E. W. C. Noel, Süleymaniye’ye giderek, başta bölgenin etkin liderlerinden Şeyh Mahmud Berzenci olmak üzere Kürd aşiretleri ile bir Kürd federasyonu kurulması doğrultusunda anlaştı. Şeyh’e silah, mühimmat ve yüklüce bir aylık verilecekti. Ancak İngilizler, hayal ettikleri türden bir Kürd federasyonun aşiretlerin dinsel, ailesel ve tarihsel nedenlerle birbiriyle kavgalı olması yüzünden hayata geçmesinin güç olduğunu; Şeyhin de kendilerini pek dinlemediğini görünce (Berzenci kendisini “Kürdistan Kralı” ilan etmiş, yeşil zemin üzerine kırmızı hilalli milli bayrağı göndere çekmiş, adına posta pulları bastırmıştı) Şeyhin yetkilerini kısıtladılar. Bunun üzerine Şeyh Mahmud Berzenci, İran’dan bazı Kürd gruplarının yardımıyla 21 Mayıs 1919’da ‘cihat’ çağrısı yaptı, Süleymaniye’deki İngiliz birliklerini esir alıp bağımsız Kürdistan Hükümeti’ni ilan etti. İngilizlerin buna tepkisi sert oldu. 17 Haziran 1919 günü Baziyan Geçidi’nde yapılan savaşta İngilizler Berzenci güçlerini ağır bir yenilgiye uğrattılar. Yaralı ele geçirilen Mahmut Berzenci, Bağdat’ta yargılandı, idam cezasına çarptırıldı ama idamının yaratacağı toplumsal sonuçlar düşünülerek, Ağustos ayında Britanya sömürgesi Hindistan’a sürgüne gönderildi. İngilizler Eylül 1922’de Şeyh Mahmud Berzenci’yi Hindistan’dan getirip, Süleymaniye merkezli “Özerk Kürdistan”ın başına koydular. Bunun nedeni, Lozan’da Türkler karşısında ellerini güçlendirmekti. Ancak evdeki hesap çarşıya uymayacak ve Şeyh adeti olduğu üzere kendi başına hareket etmeye başlayacaktı.

İstatistik savaşları

Musul Sorunu, 23 Ocak 1923 tarihli oturumda ele alındı. Türkiye’nin Musul Vilayeti’ni neden bir başka devlete bırakmaya razı olmadığını etnografik, tarihi, siyasal, ekonomik ve askeri nedenlerle açıklamak istediğini belirten İsmet Bey’in oturumda sunduğu “etnoğrafik neden” (yani nüfus istatistikleri) şöyleydi:

Süleymaniye Sancağı, 62.830 Kürt, 32.960 Türk, 7.210 Arap olmak üzere toplam 103.000 kişi.

Kerkük Sancağı 97.000 Kürt 79.000 Türk, 8.000 Arap olmak üzere 184.000 kişi.

Musul Sancağı, 104.000 Kürt, 35.000 Türk, 28.000 Arap, 18.000 Yahudi, 31.000 diğer gayri müslimler olmak üzere toplam 216.000 kişi.

Musul Vilayeti Toplam nüfusu 263.830 Kürt 146.960 Türk 43.210 Arap, 18.000 Yahudi ve 31.000 diğer gayri müslimler olmak üzere toplam 503.000 kişi.

Yani İsmet Bey’e göre Musul Vilayeti’nde toplamda 410.790 Türk ve Kürt yaşamaktaydı, Musul şehrinde Türkçe, Kürtçe ve Arapça olmak üzere üç dil birden kullanılmaktaydı, fakat bu şehirde oturanlardan Arapça konuşanlar ve Arap sayılanlar, aslında Türk’tü. Bunlar uzun süre Araplarla ilişki kurmuş olmalarından dolyı her iki dili birden öğrenmişlerdi! Dahası Yezidiler de Kürt’tü, yalnız aralarında mezhep ayrılığı vardı. Bu yüzden onları da birbirlerinden ayrı tutmak doğru olmazdı!

Lord Curzon bu rakamlara alaycı bir dille itiraz etti:

İsmet Paşa bu istatistiklerin her türlü gerçek değerden yoksun olduğunu belirtmeme izin verir mi? Önce bunların düzenlendiği tarih, başka bir deyimle, yıllarca öncesinin istatistikleri olduğu göze çarpmaktadır, bu Türk istatistiklerinin ve rakamlarının yalnız askerlik hizmetine alınma ve bu hizmetten bağışık bulunma çizelgelerini hazırlamak için düzenlendiğini İsmet Paşa çok iyi bilir. Böyle olunca benim başvuracağım rakamlar neler olacaktır? Bunlar 1921 gibi yakın bir tarihte Vilatyette bütün olup bitenleri büyük bir özenle kaydetmiş olan İngiliz subaylarının rakamlarıdır. İsmet Paşa bana ‘Süleymaniye’ye ve Güney Kürdistan’a ilişkin rakamları nasıl bilirsiniz?’ diye sormuştur. Bu konuda kendisinden daha çok bilgili olmam gerekir, çünkü İngiliz siyasi görevlileri, 1917 Ekim’inden ya da Kasım’ından başlayarak, Türklerin Revanduz’daki askeri hareketleri yüzünden geçen bir kaç hafta için geçici olarak geri alınmalarına kadar Süleymaniye’de aralıksız oturmuşlardır. İngiliz subaylarından biri şimdi de orada bulunmaktadır. Bu süre içinde, bu kazada rakam elde etmek için Türk temsilci heyeti hangi yollardan yararlanabilmiştir? Şimdiki halde Süleymaniye kazasında tek bir Türk bile yoktur, yıllardır durum böyledir. Bu yüzden vereceğim rakamları söylediğim zaman Konferans bunların bilimsel bir temele dayandığına güvenebilir.

Bugün Musul vilayeti nüfusuna ilişkin gerçek rakamlar işte şunlardır: Araplar 186.000, Kürtler, 455.000, Türkler 66.000, Hıristiyanlar 62.000, Yahudiler 17.000.

Lord Curzon ardından Kürtler konusunda uzun konuşmasında şunları söyledi:

Kürtlerin Türk soyundan olduğunu tarihte ilk defa bulup çıkaran, belgelerinden birini kaleme alırken, Türk temsilci heyeti olmuştur. Bugüne kadar hiç kimse bunun böyle olabileceğini aklına bile getirmemiştir. Bu halkın kökeni oldukça karanlıktır. Dipnotlarından birinde İsmet Paşa Kürtlerin Turan asıllı olduğu görüşünü öne süren tek bir kaynak göstermiştir, fakat bu görüşe en yetkili yazarlar katılmadıkları gibi gerçekte de bildiğim kadarı, bu görüşü hiç kimse paylaşmamaktadır. Kürtler bir İran dili konuşmaktadırlar, görünüşleri Türklerden tamamiyle başkarır, görenekleri ve kadınlarla ilişkileri bakımından da Türklerden ayrılmaktarırlar. Ben Kürtlerin memleketinde bulundum, Kürtlerin yanında kaldım, bu konuda bir uzman olduğumu iddia etmemekle birlikte, her zaman bir Türkü bir Kürtten ayırdebileceğime bahse girerim, kör değilsem, birini ötekiyle karıştırmam. Şimdi Türk olarak sahip çıkılmak istenilen bu Kürtler, yüzyıllar boyunca dağlarda kendi başlarına bağımsız yaşamışlardır. Kürtler, İstanbul’dan gelen her türlü madahalelere karşı direnmişlerdir. Türk hükümeti Güney Kürdistan üzerinde hiçbir zaman etkili bir otorite kuramamıştır. Türk valilerinin bu memlekete giremedikleri sık sık olmuştur, yolculuklarını oraya kadar uzatabilmek için uzun süre bekledikleri çok görülmüştür, bir kez buraya gelince de ancak çok zayıf bir otorite kullanabilmişlerdir. Savaş sırasında, bu bölgenin Kürtleri, Türklere ne şekilde olursa olsun hiçbir yardımda bulunmamışlardır, gerçekte savaşlardan birine herhangi bir yardımda bulunmuşlarsa bu yardım İngilizlere yapılmıştır. (…) İsmet Paşa Ankara parlamentosunda bir çok Kürt milletvekili olduğunu söylemiştir. Olabilir, fakat parlamentoda Güney Kürdistan’ın tek bir milletvikili olduğunu ciddi olarak iddia etmekte midir? Herhangi bir zaman Süleymaniye’den tek bir milletvekili çıkmış mıdır? Ankara’nın Kürt milletvekillerine gelince, onların nasıl seçilmiş olduklarını kendi kendime sormaktayım. Halk oyuyla seçilmiş tek bir milletvekili var mıdır? Bütün bu insanların doğrudan doğruya atanmış oldukları ve bunlar arasında bir takımının, dil bilmedikleri için Meclis’in çalışmalarına katılmadıkları herkesçe bilinmektedir. Bu yüzden Ankara’da Kürt topluluğunun parlamentoda temsil edildiği iddiasına ağırlık vermek gerektiğini sanmamaktayım.

Türklerle Kürtler arasındaki genel ilişkilere gelince, Kürtlerin Türk yönetiminden hoşnutsuzlarını sürekli olarak açıkladıklarını herkes bilmektedir. Dört yıldır İngiliz Hükümetine hayal kırıklığına uğramış Kürtlerden gelen ve Kürdistan’ın özerkliği ya da bağımsızlığıyla ilgilenmemizi isteyen protestolar yağmaktadır. Fakat Türk Temsilci Heyetinden İngiltere’nin bir tek Kürdü bile İngiliz sisteminin içine sokmasını bir an bile düşünmemesini rica ederim. Aldığımız bütün bilgiler göstermektedir ki, Kürtlerin kendi bağımsız tarihleri, görenekleri, gelenekleri ve karakterleriyle, özerk bir soy olarak ortaya çıkmaları gerekmektedir. Yönetimimizin amaçlarından ve gerçekten -tam olmasa bile- elde edilen sonuçlardan biri, bu bölge için özerklik sistemi kurmak olmuştur, bu mahalli özerklik sisteminin kendi yönetimi ve yazılı bir Kürt dilini öğretmeye çalışacak kendi okulları olacaktır. Bu koşullar altında, neden bu halk Ankara’ya teslim edilsin ve niçin orada bir plebisite başvurulsun? Bu plebisiti isteyen Ankara’dır. Kürtler hiçbir zaman plebisit istememişlerdir. Bu zavallı halk, bunun ne anlama geldiğini de bilememektedir…

Milletvekili seçimleri ve plebisit meselesi

İsmet Paşa akşam oturumunda bu konuşmaya cevap verdi. Cevabında Türkiye’de oturan herkesin aynı ölçüde seçmen olduğunu, onların seçtiği kişilerin mecliste eşit haklara sahip olduğunu, Meclis’te Musul’dan milletvekili olmadığını ama bunun nedeninin Musul’un işgal altında olmasından dolayı serbest seçim yapılamaması olduğunu söyledi. Lord Curzon tekrar söz alarak İsmet Paşa’nın bu milletvekillerinin nasıl seçildiğini, kaç oy aldığını, kimlerin onlara oy verdiğini açıklayamadığını, Musul konuşulurken Musul temsilcisi olmamasının da eksiklik olduğunu belirttikten sonra Musul’da plebisit (halk oylaması) yapmanın neden imkansız olduğuna dair konuştu:

Plebisit bir sınırın saptanması bakımından zararlı ve uğursuz bir yoldur. Önce kimlerin oy vereceğini, oy verme yaşının, o ülkede oturma şartlarının ve süresinin ne olacağını kararlaştırmak gerekir. İsmet Paşanın söylediği gibi Musul nüfusunun büyük bir kısmı göçebedir. Bu nüfus içinde kimler oy verecektir ve bunlar hangi ilkelere göre seçilecektir? İkinci olarak oy verme sırasında güvenliği sağlamakla kimin görevli olacağını sağlamak gerekir. Hangi ordu Kürdistanda asayişi sağlamaya gelir? Plebistler, iç içe girmiş bir halka değil de birleşmiş bir halka ve çözümlenecek sorun karmaşık değil de basitse uygulanabilir.

Bu arada, İsmet İnönü’nün her konuşmaya “Biz Türkler ve Kürtler” diye başlaması sadece İngilizleri değil, meclisin ırkçı-Türkçü kanadından gelen İkinci Delege Dr. Rıza Nur’un da tepesini attırmıştı. Rıza Nur İsmet Bey’in “Kürt olduğunu” nasıl keşfettiğini şöyle anlatacaktı:

Akşamları yemekten sonra İsmet’le bir iki saat laf yapıyoruz. Sonra çalışıyoruz. Benim Türkçülüğüme ait tetkikatımı souyor. Kendisi hareketli Türkçülüğünden bahsediyor. Türk ocağında aza olduğunu söylüyor. Bir akşam nasılsa gaflet edip bana dedi: Bitlis’te Türk var mıdır? İsmet pek kurnaz. İçi dışına taban tabana zıt bir adamdır. Nasıl gaflet edip de bu lafı, bu sırrını [ağzandın] kaçırdı. O aleme kendisini Malatyalı bir Türk gösteriyor. Halbuki babası Malatya’da sade mahkemede zabıt katipliği etmişti. O da az bir müddettir. Kenisine ‘Şehirde Türk vardır’ diyerek teselli edici bir laf söyledim. Fakat bu sırra vakıf oluşum beni alt üst etti. Vicdanımı bir gazap ateşidir kapladı, içimi yaktı. Demek İsmet Kürttür. Hem de koyu Kürt! Türk değilmiş ha! Biz bu heyetin başından abaza diye Rauf’u attırdık. Türk diye bir halis Kürt getirmişiz, vah yazık!…

Hasan Hayri Bey’in telgrafı

Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey’in muhtemelen bu günlerde Ankara hükümetine desteğini Nuri Dersimi şöyle anlatıyor:

Bir gün Hasan Hayri, Dersim aşiret liderleri ve ben Xozat’ın Ferhadan aşireti lideri Cemşid’in evinde bir toplantı yapmıştık. Bu toplantıda Hasan Hayri söz alarak şunları anlatmıştı: Lozan Barış Konferansı’nda Sevres Anlaşması söz konusu olurken, Kürtlerin Türklerden ayrılmak isteyip istemedikleri konusunda bir soru ortaya atılmıştı. Bu konu 1922’de bir telgrafla Millet Meclisi’nden soruldu.

Akdedilen gizli bir oturumda Mustafa Kemal Kürt mebusların fikrini öğrenmek istemişti. Ben söz aldım ve Kürtlerin Türklerden ayrılmayacaklarını kesin bir dille açıklayarak, bu sözlerimi Hz. Muaviye’den bugüne kadar cereyan ederek olayları syarak tarihen ispata çalıştım.

Bu sözlerimden son derece memnun kalan Mustafa Kemal sevincinden ayaklarını yere vuruyor ve beni çılgınca alkışlıyordu. Hatta ertesi gün Kürt milli kıyafetiyle meclise gelmemi benden rica etti. Ben ve diğer Kürt mebus arkadaşlarım, ertesi gün Kürt milli kıyafetiyle meclise geldik ve Lozan Konferansı’na telgraflar çekerek Kürtlerin Türklerden ayrılmayacağını söyledik.

Lord Curzon rest çekiyor

30 Ocak 1923 günlü oturumda İtilaf Devletleri, Türkiye’ye sekiz maddelik bir “barış projesi” sundular. Projenin son maddesi “Irak hududu, yani Musul Meselesi Milletler Cemiyeti’ne havale edilecek” şeklindeydi.

Anlaşmazlıklar böylesine keskinken, Lord Curzon son kozunu oynadı ve müttefiklerine, 2 Şubat 1923 tarihinde Lozan’dan ayrılacağını, o tarihe kadar anlaşma imzalanmazsa sorumluluk kabul etmeyeceğini söyledi. Bu blöfü duyan İsmet Paşa öyle telaşlanmıştı ki, Ankara’ya ne yapması gerektiğini soran telgrafa kendi görüşünü ekledi. Ona göre, Musul meselesinin halli daha sonraya bırakılarak, Lozan Barış Antlaşması hemen imzalanmalıydı! Delegasyonun diğer iki önemli adamı, Hasan Bey kararsız iken, Rıza Nur fikre şiddetle karşı çıkıyordu. Ankara’da, Başbakan Rauf Bey ve Hükümet, İsmet Bey’le aynı şeyi düşünürken mebusların büyük çoğunluğu Musul’un silah kullanılarak alınmasından yanaydılar.

Bu cepheleşme TBMM’de Birinci ve İkinci Grup arasındaki görüş farklılıklarına da yansıdı. Mustafa Kemal’in başını çektiği Birinci Grup, Misak-ı Milli’den bazı tavizler verilmezse barışa kavuşulamayacağını düşünüyor, Ali Şükrü Bey ve Hüseyin Avni Bey’in başını çektiği İkinci Grup ise Musulsuz bir andlaşmaya razı değildi. Sonunda TBMM, İkinci Grup’un baskısıyla görüşmelerde taviz verilmemesi yönünde bir karar aldı. Elbette bu durum görüşmeleri kilitledi ve 4 Şubat’ta görüşmelere ara verildi. İsmet Bey Köstence üzerinden 16 Şubat’ta İstanbul’a döndü.

İzmit Basın Konferansı’nda Kürt özerkliği

İsmet Paşa ve ekibi Lozan’da ter dökerken, Mustafa Kemal’in 14 Ocak 1923’de başlayan ve 20 Şubat’a kadar 35 gün süren Batı Anadolu gezisi kapsamında (kendisine 18 Şubat’ta İsmet Bey de katılmış, ikili 20 Şubat’ta İstanbul’a birlikte dönmüşlerdi) 16 Ocak akşamı başlayıp 17 Ocak sabahına kadar, İzmit Kasrı’na davet ettiği dönemin ünlü gazetecileriyle yaptığı sohbet toplantısına Vakit’ten Ahmet Emin (Yalman), Tevhid-i Efkar’dan Velit Ebuzziya, İleri’den Suphi Nuri (İleri), Tanin’den İsmail Müştak (Mayakon), Akşam’dan Falih Rıfkı (Atay), İkdamdan Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), İzmit İleri’den Kılıçzade İsmail Hakkı ile Kızılay Derneği Başkanı Dr. Adnan (Adıvar) ile Halide Edip (Adıvar) özel olarak çağrılmıştı. Kürtlerle ilgili olarak şunlar konuşuldu:

Ahmed Emin Bey – Kürt sorununa temas buyurmuştunuz. Kürtlük sorunu nedir? Bir iç sorun olarak temas buyurursanız çok iyi olur.

Mustafa Kemal – Kürt sorunu bizim yani Türklerin çıkarına olarak da kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi bizim milli sınırımız içinde var olan Kürt unsurlar o şekilde yerleşmişlerdir ki pek az yerlerde yoğundur. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede ve Türk unsurunun içine gire gire öyle bir sınır doğmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek türlüğü ve Türkiye’yi mahvetmek gerekir. Sözgelimi, Erzurum’a kadar giden Erzincan’a, Sivas’a kadar giden Harput’a kadar giden bir sınır aramak gerekir. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de gözden uzak tutmamak gerekir. Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklikle oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, o­nlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken o­nları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait sorun yaratmaları daima mümkündür. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmişlerdir. Yani o­nlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz.

İleriki yıllarda koyu renkli olarak işaretlediğim cümleler sansürlenecekti ancak 1923 Ocağında ima edilen bu özerkliğin anlamı neydi? Mustafa Kemal Kürtlere bu vaadi, Lozan’da Musul’un İngilizlerden kopartılamayacağının anlaşıldığı, dolayısıyla Meclis’teki Kürt milletvekillerinin kıyameti koparması ihtimalinin olduğu günlerde yapılmıştı. Özerklik vaadiyle, Kürt muhalefetinin yumuşatılması hedeflenmiş olmalıdır. O zamana dek, Kürtleri Milli Mücadele’ye katılmaya razı etmek için hem özerklik hem de özerk bölgenin kalbi olacağı belli olan Musul’u kurtarma hedefinin canlı tutulması gerekmişti. Ama Mustafa Kemal’in kafasındaki modernleşme projelerine hız vermek için, bir an önce Lozan’ın imzalanmasına ihtiyacı vardı.

Lozan Barış Görüşmelerinin 4 Şubat 1923’te kesintiye uğraması üzerine, Lozan delegasyonu Ankara’ya döndükten sonra, 27 Şubat-6 Mart 1923 tarihleri arasında TBMM’de özellikle Musul’suz bir anlaşma imzalamaya hazır olan Birinci Grup ile buna karşı çıkan İkinci Grup üyeleri arasında ateşli tartışmalar yaşanmıştı.

TBMM’de 27 Şubat’tan 6 Mart 1923’e kadar süren görüşmelerde, Mustafa Kemal’e muhalif mebusların oluşturduğu İkinci Grup hükümetin Musul politikasını ağır şekilde eleştiriyordu. Meclisteki Kürt asıllı milletvekilleri, Musul’un Kürt vatanı olduğunu söyleyerek Musul’un kesinlikle bırakılmamasını istiyorlardı. 6 Mart’taki görüşme sırasında Birinci Grub’un kurucusu Mustafa Kemal, ikinci Grubun lideri konumundaki Ali Şükrü Bey’in üzerine yürümüştü.

Ancak Lozan heyetindeki “Kürt temsilcinin” görevini yapdığına dair de kuşkular vardı. Örneğin Zülfü Bey’in “Kürdistan mümessili” olarak heyete katıldığı iddialarını Kadri Cemil Paşa (Zınar Silopi) anılarında şöyle reddeder:

Kuva-yı Milliye Hükümeti Yunanlıları denize döktünden sonra Lozan’da toplanan Barış Konferansı’nda Kürtlerin milli haklarına ilişkin hiçbir konu konuşulmadı. İşin ilginci, maalesef Kürt Cemiyeti delegasyonunca bu konferansa bir başvuru yapılmadı. Üstelik iki defa toplanan Lozan Konferansı’na katılan Türk delegesi İsmet Paşa bir defasında milletvekili Zülfüzade Zülfü Bey’i Kürt sıfatıyla beraberinde götürerek, orada ‘biz Kürtler, Türklerle kardeşiz, ayrılmak istemeyiz, aramızda fark yoktur’ dedirtmek suretiyle kendilerine karşı tarihi lanete layık bir ihanet yaptırdı.

Hakikaten de 4 Mart 1923 tarihindeki gizli celsede Lozan Barış Konferansı’ndaki son durum hakkında TBMM’ye bilgi veren Zülfü Bey, Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey’in “Musul meselesi etrafındaki son verilen teklif üzerine istifa etmiş, ahiren (sonra) istifasını geri almış. Böyle bir şey vaki midir, değil midir?” sorusuna “Musul meselesinden zaten sıkılmıştım ve hatta o zamanda hasta idim. Gelmeyi münasip görmedim. Zaten gelseydim İzmit veya Adapazarı’nda oturacaktım. (…) Ben buruya gelirsem, sulh da bozulursa üzerime mesuliyet alamazdım” diye cevap vermişti.

Bu tavrın açıklamasını Mustafa Remzi Bucak’ın İsmet İnönü’ye 1965 yılında gönderdiği mektuptan öğrenelim:

Hele Kürdistan mümessili, bu sıfatla Lozan’da kadar yedekte götürülen Zülfü Bey, Lozan Muahedesi’nin müzakeresi sırasında bilhassa “akalliyetler meselesi” konuşulurken, içtima salonunda hazır bulunup Kürt milleti adına görüşünü -müsbet veya menfi- beyan edeceği yerde, İsmet Paşa’dan aldığı talimat ve direktif dairesinde hareket ederek, o gün kendisine hasta pozu vermiş, başına ve çenesine havlular sarıp hasta taklidi yaparak, otel odasından çıkmamış, gecelik entarisi ile oturmayı tercih etmiş. (Bu tafsilat bilhassa müteveffa tarafından, kendi damadı muhterem Doktor Sedat Altuğ’a anlatılmış olduğunu, bu muhterem doktoru Diyarbekir’deki evlerinde ziyaret ettiğimde bir vesile ile bana anlatılmış idi. Bu muhavere sırasında, rahmetlinin kerimeleri, yani doktorun refikaları da hazır bulunuyordu.) Bu hareketleri ile sanki, İsmet Paşa ve Zülfü Bey, devlet hudutları içinde Kürdün adem-i mevcudiyetini bir anda temin etmiş olmuşlar.

Seçim kararı alınıyor

Mustafa Kemal, Musul tartışmaları bittikten sonra 13 Mart’ta Güney vilayetlerini kapsayan bir geziye çıkmış, 15 Mart’ta Adana’da, 17 Mart’ta Mersin’de, 18 Mart’ta Tarsus’ta, 20 ve 21 Mart’ta Konya’da, 23 Mart’ta Afyon’da, 24 Mart’ta Kütahya’da kendisini karşılamaya gelen halka hitaben konuşmalar yaptıktan sonra 25 Mart’ta Ankara’ya geri dönmüştü. Bu gezi bir anlamda nabız yoklama gezisi olmalıydı çünkü geziden bir hafta sonra TBMM Mustafa Kemal’in isteği doğrultusunda, 1 Nisan 1923 tarihinde, Meclis’in yenilenmesi için seçimlere gidilmesine karar verdi. Mustafa Kemal ve ekibiyle hesaplaşmak için seçimleri bir fırsat olarak gören muhaliflerin toplantığı “İkinci Grup” da buna karşı çıkmadı. El birliğiyle 3 Nisan’da seçim kanununda değişiklik yapıldı ve 25 olan seçmen yaşı 18’e indirildi, 50 bin erkek yerine 20 bin erkek için bir milletvekili seçilmesine karar verildi, vergi verme şartı kaldırıldı. Buna karşılık Milletvekili olmak için Türkiye Devleti halkından olmak, 30 yaşını bitirmiş olmak, Türkçe konuşmasını bilmek, birden fazla seçim çevresinden aday olabilmek gibi şartlar korundu.

8 Nisan’da Mustafa Kemal, Dokuz Umde’yi yayımlayarak Halk Fırkası’nın seçim programını açıkladı. 

15 Nisan’da 1920 tarihli Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na alelacele bir ek yapılarak “TBMM hükümetlerinin kararlarına muhalefet etmek ve saltanatı geri getirmeye çalışmak vatana ihanet suçu” olarak tanımlandıktan sonra meclis kapanmış ve seçim ortamına girilmişti. Yani Mustafa Kemal’in otoriter tavrını halk nezdinde teşhir etmek için seçimleri fırsat olarak gören İkinci Grup’un, artık ağzından çıkacak her cümle “vatana ihanet” tanımı içine sokulabilecekti. Mustafa Kemal aday listelerini hazırladı ve belirlenen isimler seçim bölgelerine gittiler.

Bunlar olurken, Lozan Barış Görüşmeleri’nin ikinci dönemi 23 Nisan’da başladı. Taraflar 17 Temmuz’a kadar Musul konusu hariç diğer konularda anlaştılar. Nihayet 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması imzalandı. Lozan Barış Antlaşması, 11 Ağustos 1923’te açılan 287 üyeli yeni Meclis (İkinci Meclis) tarafından 23 Ağustos 1923’te onayladı. Ancak üyelerinin tamamını “Ebedi Şef”in seçtiği bu mecliste bile, oylamaya 59 milletvekili katılmadı, katılan 227 üyeden de 213’ü “kabul”, 14’ü “ret” oyu verdi.

23 Nisan 1920-15 Nisan 1923 arasında faaliyet gösteren Birinci Meclis’te 72’den fazla “Kürt” milletvekili olduğunu düşünen İsmail Göldaş’a göre, İkinci Gruba dahil Kürt milletvekillerinin hiçbiri İkinci Meclis’e aday gösterilmemiş, dolayısıyla seçilmemişti. İkinci Meclis’te Lozan Barış Antlaşması’na “kabul” oyu verenler arasında “Kürt illerinden gelen/Kürt illerinde doğan milletvekilleri” çoğunluktaydı. Ancak bu milletvekillerinin çoğu Kürt değildi. Aynı şekilde “red” oyu verenler arasında da “Kürt illerinden” seçilmiş veya bu illerde doğmuş olup, Kürt olmayanlar vardı.

Türk-İngiliz uzlaşmasında görünmez olan Kürtler

Sonuç olarak konferansta Kürtlerin adeta avukatı gibi davranan Lord Curzon, belki farkına varmadan belki de İngilizler için de Kürt sorunun “hassas” bir konu olduğu için, konuyu “uluslar platformunda” değil, “dinsel bir platformda” ele almasının azınlıklar konusunda Türkiye’nin elini rahatlatmış ve Türkiye lehine bir sonuç yaratmıştı. Oturumlarda sıkça Kürt, Kürdistan, Kürt milletvekili, Kürt halkı, Kürt dili, Kürt özerkliği terimleri geçtiği halde İngiltere ve Türkiye bu terimleri seçerek kullanmışlardı. İngilizler Lozan’da, Sevr’deki tutumlarını (Irak’ta özerk Kürdistan kurma planlarını) tamamen terketmişlerdi.  Bunda Musul’un zengin petrol yataklarını Türklere kaptırmama arzusunun rolü çok büyüktü. Aynı şekilde Türk tarafı da konunun Kürt Meselesi’ne dönüşmemesi için elinden geleni yapmıştı. Misak-ı Milli sınırları içinde olup olmadığı hep muğlak bırakılmış olan Musul’u (mesela Mudanya Mütarekesi’nde Musul hiç gündeme gelmemişti) esas olarak Kürdistan’ın isyancı tarihinden dolayı bir güvenlik sorunu olarak ele almışlardı. Türk tarafının bu siyasasına TBMM’nin Kürt milletvekilleri de destek vermişti.

“İkinci Adam” İsmet İnönü bir röportajında genel tabloyu şöyle özetlemişti:

Sevr Muahedesi ile Kürtler, Türkler gibi kendi vatanlarını tehlikeye maruz gördüler. Çünkü Sevr Muahedesi hükümlerine göre, Doğu Anadolu’da Ermenistan hududu bitişiğinde bir Kürdistan devleti kurulacaktı. Kürtler, Türk vatanının kendileriyle beraber, bilhassa doğuda, Ermeni tehlikesine maruz kalacağını biliyorlardı. Milli Mücadelenin devamınca canla başla beraberlik gösterdiler. Sonra Lozan Muahedesi yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır. Kürtler Ermeniler gibi Lozan’a gelip bize müracaat etmediler. Hatta biz Lozan’daki konuşmalarımızda Milli davamızı ‘Biz Türkler ve Kürtlerdiye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik. Şeyh Sait İsyanı Kürtlerin bu umumi tutumundan ayrılan ilk işaretti.

Bu değerlendirmeyi yaparken İsmet Paşa’nın “üstünden atladığı” iki olaydan ilki Kürtler için manevi açıdan çok önemli bir kurum olan Halifeliğin 3 Mart 1924 tarihinde ilga edilmesi; ikincisi 20 Nisan 1924’te katı merkeziyetçi Türk-ulus devletinin kuruluşunun senedi olan 1924 Anayasası’nın kabulü idi. Dolayısıyla, İsmet Paşa’nın iddia ettiği gibi Lozan’da Türk tezlerine destek veren, Türk ulus-devletinin Büyük Devletler tarafından tanınmasına büyük katkı sunan Kürtlerle Türklerin arasını açın Şeyh Said İsyanı değildi. Aksine, Lozan sürecinde Kürt milliyetçiliğini özerklik vaadi ve Ermeni devleti tehdidiyle yedeğine alan Türk milliyetçiliğinin temsilcisi olan Kemalistlerin, 490.000 km2 olan Kurdistan coğrafyasının 230.000 km2’sini Türkiye’ye, 170.000 km2’sini İran’a, 75.000 km2’sini Irak’a, 15.000 km2’sini Suriye’ye bırakan Lozan’ı imzalar imzalamaz, Kürtlere bırakın eşit yurttaş haklarını tanımayı, Müslüman olmayan gruplara tanıdıkları azınlık haklarını bile tanımayacaklarını göstermeleriydi. 1925 Şeyh Said İsyanı bahanesiyle çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu eşliğinde hem ülkedeki her türlü muhalefet bastırıldı hem de Osmanlı’dan beri yarı-özerk statüyü sahip olan Kürtler için günümüze dek sürecek ağır asimilasyon, inkâr ve imha süreci başlamış oldu. Böylece “Lozan”, Türk milliyetçiliğinin Türk olmayan halklara karşı açtığı 100 yıllık savaşın başlangıcını sembolize eden bir terim oldu.


Özet Kaynakça:

Ahmet Demirel, “TBMM’de Lozan görüşmeleri”, Toplumsal Tarih, S. 115, Temmuz 2003, s. 78-81;

Bilal Şimşir, Lozan Telgrafları, Cilt I, TTK, 1990;

Fahri Çoker, Türk Parlamento Tarihi, cilt II, TBMM Yayını, Ankara, 1995;

Hasan Yıldız, Fransız Belgeleriyle Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan, Koral Yayınları, 1991;

İsmail Göldaş, Lozan, Biz Türkler ve Kürtler, Avesta Yayınları, 2000;

İsmet İnönü, İsmet İnönü’nün Hatıraları Lozan Antlaşması, Cilt I, Yenigün Haber Ajansı Baskı ve Yayıncılık, 1998;

Kadri Cemil Paşa (Zınar Silopi), Doza Kürdistan (Kürdistan Davası), Öz-Ge Yayınevi, 1991

Lord Kinross, Atatürk, Sander Yayınları, 1973;

Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar-Belgeler, Çeviren ve Derleyen: Seha L. Meray, Takım 1, Cilt 1, Kitap 1, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, 1969;

Mustafa Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları (1923), Kaynak Yayınları, 1999;

Mustafa Remzi Bucak, Bir Kürt Aydınından İsmet İnönü’ye Mektup, Doz Yayınevi, 1991;

Refik Hilmi, Anılar/Şeyh Mahmud Berzenci Hareketi, Peri Yayınları, 1995;

Rıza Nur, Lozan Hatıraları, Boğaziçi Yayınları, 1991;

TBMM Gizli Celse Zabıtları, cilt 3, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1985;

Uğur Mumcu, Kürt–İslam Ayaklanması 1919-1925, Tekin Yayınları, 1991;

Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, Cilt 3, Kısım 4, TTK Yayınları, Ankara, 1963.

Ayşe Hür’ün notu: Bu yazı, Boyut Yayıncılık tarafından 2021 yılında yayımlanan İlk ve Son Barış, 100. Yılında Lozan kitabındaki (s. 168-181) “Lozan Belgelerinde Ermeniler ve Kürtler” başlıklı yazımın Kürtler ile ilgili bölümünün biraz genişletilmiş halidir.


Ayşe Hür – 24.07.2023

Tags: , , , , , , , , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑