Röportajlar

Published on Nisan 24th, 2024

0

Doğan Özgüden: “Ermeni Soykırımı konusunda Türkiye’nin resmi politikasını insanlık onuruyla bağdaşır bulmuyorum”


24 Nisan 1915 Ermeni Soykırmı’nın 109. yıldönümü yaklaşırken Ermenihaber.am, Türk gazeteci, ‘Öncü’ ve ‘Milliyet’ gazetelerinde temsilcilik yapan, eskide ‘Sabah Postası’ ve ‘Gece Postası’ gazetelerinin yazı işleri müdürlüğü görevlerinde bulunan, ‘Akşam’ gazetesinin eski genel yayın müdürü, sol görüşleriyle bilinen, şu anda Belçika’ta faaliyetlerde bulunan ve Brüksel’deki Info-Türk’ün ile Güneş Atölyeleri’nin kurucularından biri Doğan Özgüden ile özel röpörtaj yaptı. 

– Ermeni Soykırımı konusunda Türk tarafının inkar politikası, Ermenistan ve Türkiye arasındaki ilişkileri nasıl etkiliyor? 

– Kuşkusuz ki olumsuz etkiliyor… Ermenistan derken, sadece Türkiye’nin doğusunda bulunan Ermenistan Devleti’ni değil, aynı zamanda 1915 Soykırımı sonrası dünyanın tüm kıtalarında oluşan Ermeni diyasporasını da düşünüyorum… 21. yüzyılın başlarında, iki devlet arasında bazı ilişkiler kuruldu, hattâ Türk cumhurbaşkanı 2008 yılında bir maçı izlemek için Ermenistan’a gitti. 2009 yılında da Zürih’te ilişkilerin kurulmasını ve sınır kapılarının açılmasını öngören protokoller imzalandıysa da, Türk Devleti’nin 1915 Soykırımı’nı tanımamakta direnmesi, son yıllarda da Azerbaycan’la “İki devlet, tek millet” sloganı altında cürüm ortaklığı yapılarak Türk Ordusu’nun da fiili katılımıyla Yukarı Karabağ’ın işgali, bölgenin Ermeni nüfusuna ikinci bir soykırım uygulanması nedeniyle iki devlet arasında sağlıklı bir komşuluk ilişkisi kurulması hayli güçleşmiş bulunuyor.

 Geçmişe kıyasla bugün Türkiye halkının konuyla ilgili olduğu tutumu değişti mi?

– Başta belirttiğim beyin yıkama ve ırkçı-islamcı şartlandırmalar nedeniyle Türkiye’nin Türk aidiyetli nüfusunun Ermenistan ile ilişkiler konusundaki blokajı, sevgili dostumuz Hrant Dink’in alçakça katledilmesinden sonra onbinlerin İstanbul’da “Hepimiz Ermeniyiz” diye haykırmasına varacak düzeyde bir tutum değişikliği filizlenmeye başlamıştı. Ancak, AKP-MHP ittifakının ırkçı-islamcı diktasının özellikle 2015’den itibaren uyguladığı faşizan baskılar bu olumlu gelişmeyi büyük ölçüde frenlemiş bulunuyor.

Esasen Türkiye nüfusunun yüzde 90’a yakın bölümünün desteklediği partiler, ana muhalefet partisi CHP de dahil, Türk Ordusu’nun onyıllardır Türkiye’nin güney doğusu ile Irak ve Suriye’nin kuzeyinde sürdürdüğü operasyonlara TBMM’deki oylamalarda sürekli destek verdiler.

Azerbaycan ve Türkiye silahlı kuvvetlerinin Yukarı Karabağ’daki işgal operasyonuna TBMM çatısı altında tüm sağ partiler gibi ana muhalefet partisi CHP’nin de nasıl alkışlarla onay verdiğini asla unutmayacağım.

Dahası, Türkiye’de yapılan son yerel seçimlerden büyük başarıyla çıkan, artık ülkenin İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyük metropollerinin yönetimini mutlak şekilde ele geçirmiş bulunan CHP’nin lideri Özgür Özel daha bir hafta önce Strasbourg’ta Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin genel kurul toplantısında yaptığı konuşmada mevcut iktidarın Kürt halkına ve güneydeki komşu ülkelere yönelik saldırı ve zulmünü eleştiren tek söz söylemedi.

Üstelik, Yukarı Karabağ’da Ermeni halkına uygulanan ikinci soykırımın baş faili Azerbaycan’ın savunmasını üstlenerek, daha önce temsil yetkisi kaldırılmış bulunan Azeri milletvekillerinin Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’ne yeniden kabul edilmesi çağrısında bulundu.

Türkiye seçmeninin çoğunluğun oy verdiği partiler liderlerinin tercihi böyle olursa, onlara oy verenlerin tutumlarıncan büyük bir değişim beklenebilir mi?

Bu, sadece Türkiye’de değil, Türk göçünün yoğun bulunduğu Avrupa ülkelerinde, özellikle Belçika, Fransa, Almanya, Hollanda’da bu partilere oy veren göçmenler açısından da geçerli.

 Siz, insan olarak Ermeni halkının acısını nasıl algılıyorsunuz? Ermeni halkının evladı olsaydınız sizin için bu yaranın iyileşmesi yolu hangisi olurdu?

– İnsan olarak, sosyalist bir gazeteci olarak, dünyanın tüm sömürülen, ezilen halklarının acısını, Türkiye özelinde Kürt, Asuri, Grek ve Ezidi halklarının acısını nasıl algılıyorsam, Ermeni halkının acısını da aynı şekilde algılıyorum… Bu acının yok olması ise, birinci derecede soykırım gerçeğinin Türk Devleti tarafından tanınmasına, soykırım ve tehcir kurbanlarının haklarının bugün hayatta olan torunlarına tanınmasına bağlıdır. Türklerin Anadolu’yu işgalinden önce bu coğrafyada uygarlıklar kurmuş ulusların çocuklarına her planda eşit hak ve özgürlükler tanınmalı, onların diyasporadaki mensuplarına saldırılara ve Azerbaycan’daki diktatörlükle suç ortaklığına son verilmelidir…

– Siz Ermeni Soykırımı konusunda Türkiye’nin resmi politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

– Ermeni Soykırımı konusunda Türkiye’nin sadece resmi politikasını değil, birkaç istisna dışında tüm siyasal partilerin, sosyo-kültürel kurumların ve de büyük medyanın tutumunu insanlık onuruyla bağdaşır bulmuyorum.

Bunu, 40’lı ve 50’li yıllarda ilk, orta, lise ve üniversite eğitimi görürken bizlere empoze edilen, Ermeni’ler de dahil tüm farklı milliyetleri ve islamiyet dışındaki tüm din ve inançları, bittabi sol düşünceyi düşman sayan ırkçı beyin yıkamadan kendini genç yaşta kısmen, ancak sürgüne çıktıktan sonra tamamen kurtarabilmiş bir gazeteci olarak söylüyorum.

Benim Türkiye’de ve sürgünde on yıllarca militanlığını yaptığım sol hareket de, bu utanç verici inkar karşısında 2007’de Hrant Dink’in katline kadar susmakla, inkarcı devlet yönetiminden ve medyasından hesap sormamakla, tarih önünde sorumluydu… Bu acı gerçeği tüm çıplaklığıyla öğrenip tavır almak benim için de Türkiye’deyken değil, ancak 12 Mart 1971 darbesinden sonra başlayan sürgün yaşamımızda mümkün olmuştu.

2 Dünya Savaşı yıllarında demiryolcu çocuğu olarak Anadolu bozkırının köylerinde savaş bahane edilerek yoksul köylüye uygulanan jandarma zulmüne doğrudan tanık olmuştum. O köylerden biri de, Kayseri ilinin Muncusun köyü idi… Muncusun, tarihsel olarak bir Ermeni köyü, ama 1915 Soykırımı ve tehcirinde Ermeni nüfusundan arındırılmış, yerlerine Yunanistan ve Makedonya’dan gelen Türk muhacirler iskan edilmiş… Babamın görevli bulunduğu ara istasyonda okul olmadığı için çocuk yaşta o köyde gurbetçi öğrenci olarak yaşadım. Ne var ki, geçmişinden hiçbir iz bırakılmayan Muncusun’un bir Ermeni köyü olduğunu ancak onyıllar sonra sürgünde öğrenebilecektim…

1955 yılında, genç bir gazeteciyken, 6-7 Eylül pogromunun İzmir’deki vahşetine, Türk ve müslüman olmayan İzmir’lilere yapılan saldırılara, yağmalara bizzat tantık olmuştum. Gazetemiz bu konuda tavır aldığı için sıkıyönetim tarafından kapatılmış, başyazarımız tutuklanmıştı.

Gençliğimin kenti İzmir… Hellenistik çağda kurulan, asırlarca Roma ve Bizans kenti olmuşken 15. yüzyılda Osmanlı hakimiyetine girdikten sonra da ekonomik hayatiyetini büyük ölçüde Levanten, Rum, Ermeni ve Yahudi’lere borçlu olan kent…

Ama o İzmir’de de, ne öğrenci derneğinde, ne çalıştığım muhalif gazetede, ne sendikada, ne tevkifattan geçmiş komünist dostlar çevresinde, 1915 Soykırımı’ndan tek kelimeyle dahi bahsedildiğini anımsamıyorum. Karadeniz bölgesindeki 1919 Pontüs Soykırımı’ndan da, Ege bölgesindeki 1922 Rum Soykırımı’ndan da…

Ya İstanbul? Çalıştığım gazetelerde, militanlığını yaptığım, hattâ 1964’teki 1. Kongresi’nde Merkez Yürütme Kurulu’na seçildiğim Türkiye İşçi Partisi’nde Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani, Kürt dostlarım, meslektaşlarım, yoldaşlarım oldu… Ama 12 Mart 1971 darbesinden sonra Türkiye’den ayrılıncaya kadar 1915 Soykırımı’nın, bırakın ciddi şekilde gündeme alınmasını, söyleşi düzeyinde bile sözünün edildiğini anımsamıyorum.

O yıllarda sosyalist ülkelerde bulunan, Bizim Radyo ve Yeni Çağ dergisi gibi yayınlarını ilgiyle izlediğimiz Türkiye Komünist Partisi’nden de, merkez yönetiminde Ermeni kökenli üyeler bulunduğu halde, 1915 Soykırımı konusunda herhangi bir açıklama ya da eleştiri duymadık.

1965’teki 50. yıldönümünde, çeşitli ülkelerde 1915 Ermeni Soykırımı’nı anma etkinlikleri düzenlendiğinde bile konu gündeme gelmemiş, bu konuda yurt dışından gelen haberler “1. Dünya Savaşı yıllarında emperyalistlerin kışkırtmasıyla halkların birbirine kırdırıldığı” yorumlarıyla hasıraltı edilmeye çalışılmıştı, İttihat ve Terakki’nin can alıcılığından, katillerden çoğunun da cumhuriyet döneminde iktidar kadrolarına yerleştirildiğinden bahseden de olmamıştı.

Benim için bu konuda hiç unutmadığım bir dönüm noktası… Bir Belçika anısı…

1971 darbesinden sonra, sürgünde Türkiye’deki rejime karşı protesto kampanyası düzenlediğimiz günlerdi. Bir akşam Belçika Radyo-Televizyonu’nun sanat redaktörü Marcel Croës’in evinde Belçikalı başka bir gazeteciyle birlikteydik. Türkiye’deki insan hakları ihlalleri hakkında anlattıklarımızı dinledikten sonra  bir soru sormuştu: “1915’te Ermenilere yönelik Soykırım hakkında ne düşünüyorsunuz?”

Ne acıdır ki, verecek yanıt bulamamıştım, onun ezikliğini yıllarca taşıdım.

1915 Soykırımı ve tehcirinin Türkiye çıkışlı sol sürgünün gündemine girmesi, ancak 70’li yılların sonlarında başlayan kitlesel Ermeni, Asuri ve Kürt göçünün yerleştiği ülkelerde örgütlenmesi, daha önce bu ülkelerde oluşmuş diyasporalarla ilişki kurarak güçbirliği yapması sayesinde gerçekleşebildi.

70’li yılların ikinci yarısında Türkiye İşçi Partisi’ni desteklemek üzere Avrupa’da kurduğumuz ve başkanlığını üstlendiğim Demokrasi İçin Birlik, sonradan Brüksel Kürt Enstitüsü adını alacak olan Kürt işçi-öğrenci örgütü Tekoşer ile sürekli güç ve eylem birliğindeydi. İlk kez o birliktelik sayesindedir ki Kürt, Ermeni, Asuri Soykırım’ları konusunda Kürt dostlardan çok şey öğrendik.

12 Eylül darbesinden sonra Demokrasi İçin Birlik Avrupa Komitesi’nin yayın organı olarak Belçika’da Tek Cephe adında bir gazete çıkartıyorduk. 1981 Mart’ında Asala örgütü Paris’te iki Türk diplomatını öldürmüş, ardından da Ermeni Soykırımı’nın Türkiye tarafından tanınmasını isteyen bir bildiri yayınlamıştı.

Bu olay üzerine Demokrasi İçin Birlik Fransa Komitesi Ermeni Soykırımı ve Asala eylemleri konusunda hayli uzun bir analiz yazısı hazırlayıp Avrupa komitesine göndermişti. Yazıda Asala eylemleri eleştiriliyor, ancak Ermeni Soykırımı’nın Türkiye tarafından tanınması gerektiği de vurgulanıyordu.

İki sayı sürecek yazının birinci bölümü yayınlanınca o sırada Brüksel’de konuğumuz olan parti liderleri büyük tepki göstermişti. Buna rağmen Demokrasi İçin Birlik Avrupa Komitesi başkanı olarak Fransa Komitesi’nin yazısına sahip çıkmış, ikinci bölümü de Nisan 1981 tarihli sayıda hiçbir değişiklik ve kısaltma yapmadan yayınlamıştım.

Tek Cephe’nin ulusal baskılara karşı mücadele tavrını sonraki yıllarda da İnfo-Türk bültenleriyle ve kitaplarıyla sürdürdük. O sırada yakın ilişkide bulunduğumuz Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı Ernest Glinne, 20 Eylül 1983’te Türk Hükümeti’ni 1915 Soykırımı’nı tanımaya çağıran bir önergeyi parlamento başkanlığına sundu.

3 Ocak 1985’te de Fransa’nın A2 Televizyonu, “Çizmeler altında Türkiye” adlı bir belgesel yayınlandı. Onu Türkiye’de Türk olmayan halklara yapılan baskılar konusunda bir tartışma yer alacaktı. Ne yazık ki, Fransa’daki Türk’lerden bu tartışmaya katılmayı göze alan olmadığından Brüksel’den beni  davet ettiler. Paris Kürt Enstitüsü adına Nezan Kendal, İnfo-Türk adına da ben, Türkiye’de Kürtlere, Ermeni’lere, Asuri’lere, Grek’lere ve demokrat düşünceli Türk’lere yapılan yeni baskılar hakkında ayrıntılı bilgi vererek Avrupa’yı bu baskılar karşısında sesini yükseltmeye çağırdık.

Ertesi gün Hürriyet gazetesi beni manşetten Türkiye düşmanlığı yapmakla suçladı.

Ekim 1987’de yine Info-Türk olarak Türkiye’de tüm baskı ve zulüm uygulamalarının yanı sıra Kürt’lere, Ermeni’lere, Asuri’lere uygulanan soykırım ve baskılar konusunda da ayrıntılı bilgi veren İngilizce Kara Kitap’ı yayınladık. 12 Eylül 1980 darbesinin ardından Türk vatandaşlığından atılmıştık. Bu kitabın yayını, ardından Brüksel’de dönemin başbakanı Turgut Özal’a sorduğumuz rahatsız edici sorular nedeniyle vatansızlaştırıldığımız Türk Başkonsolosluğu tarafından ikinci kez tebliğ edildi.

Türkiye’deki insan hakları ihlallerini Belçika Demokrat Ermeniler Derneği, Belçika Asuri Enstitüsü ve Brüksel Kürt Enstitüsü ile birlikte çeşitli yayınlar ve etkinliklerle sürdürürken Brüksel’de Avrupa-Ermeni Federasyonu’nun kurulması da 1915 Soykırımı’nın tanınması için mücadelemize yeni bir güç kattı.  

Birlikte,oluşturduğumuz kollektif, Ermeni Soykırımı’nın 90. yıldönümü olan 2005’te, 12 Mart darbesinin 35. yıldönümü olan 2006’da, Hrant Dink’in katledildiği 2007’de yaptığı etkinliklerle, her yıl 24 Nisan’da Soykırım anıtı önündeki anma toplantılarına verdiği destekle soykırımın tanınması mücadelesine büyük katkılarda bulundu.

Bu toplantılarda yaptığım konuşmalardan dolayı Brüksel’deki Türk Büyükelçiliği ve onun emrindeki Türk medyası tarafından sürekli hedef gösterildim.

En son, bu saldırılara Azerbaycan medyası da katıldı.  Azerbaycan ablukası altındaki yukarı Karabağ halkıyla dayanışma bildirisine imza koyduğumuz için ben de, eşim İnci de 20 Ağustos 2023’te Baku merkezli Azeri siteleri “Azerbaycan’a saldıran Türk aydınları kim?” başlığı altında fotoğraflarımızı da kullanarak bizi hedef gösterdi.

Başta da dediğim gibi, Türkiye’nin sadece resmi politikası değil, birkaç istisna dışında tüm siyasal partilerin, sosyo-kültürel kurumların ve de büyük medyanın tutumu da insanlık adına utanç vericidir, bunu değiştirebilmek için daha uzun yıllar bu konuda mücadele verilmesi gerekir.

Kısa Otobiyografi: 

Doğan Özgüden bir demiryolu emekçisinin oğlu olarak 1936’da Kalecik’in Irmak istasyonu’nda doğdu. İlk ve orta öğrenimini Türkiye’nin çeşitli köy ve şehirlerinde yaptı. Yüksek iktisat öğrenimi (YETO) yaparken 1952 yılında gazeteciliğe Ege Güneşi Gazetesi’nde başladı.

Öncü ve Milliyet gazetelerinde temsilcilik, Sabah Postası ve Gece Postası gazetelerinde yazı işleri müdürlüğü görevlerinde bulunduktan sonra zamanının en büyük sol günlük gazetesi olan ‘Akşam’da genel yayın müdürlüğü yaptı (1964-66).

Sol harekete genç yaşta katılan Özgüden, 1962’den sonra Türkiye İşçi Partisi (TİP) saflarında mücadele verdi ve 1964 yılında bu partinin Merkez Yürütme Kurulu’na seçildi.

İnci Özgüden, 1940’da Ankara’da doğdu. Gazeteciliğe, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yüksek öğrenimini sürdürürken 1961 yılında Ankara’da Hür Vatan Gazetesi ve Kim Dergisi’nde başladı. Daha sonra Hareket (1962-63) ve Akşam (1963-66) gazetelerinde çalıştı.

1962’de Ankara Gazeteciler Sendikası, 1963’te İstanbul Gazeteciler Cemiyeti tarafından “Yılın Gazetecisi” ödülüne layık görüldü.

Özgüden’ler, 1967’den sonra sosyalist haftalık dergi Ant’i ve Ant Yayınları’nı kurarak 1971’de sıkıyönetim tarafından kapatılıncaya kadar yönettiler. Yazdıkları ve yayınladıkları yazılardan dolayı haklarında 50’den fazla dava açıldı. 300 yılı aşkın hapis cezası talebiyle tehdit edildiklerinden 1971 askeri darbesinden sonra Türkiye’den ayrıldı.

1980 darbesinden sonra Özgüden, mücadele yürütmek üzere Avrupa’da kurulan Demokrasi İçin Birlik (DİB)’in genel başkanlığı ve yayın yönetmenliği görevlerini üstlendiler.

Doğan Özgüden Türkiye’de Gazeteciler Sendikası, Gazeteciler Cemiyeti, Basın Şeref Divanı ve Basın İlan Kurumu yönetim kurullarında, Türkiye İşçi Partisi Merkez Komitesi’nde bulundu. Halen Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Belçika Gazeteciler Cemiyeti ve Brüksel Kültürler Arası Etkinlikler Merkezi (CBAİ) üyesi.

D İ K K A T !

Röportajda yer alan tartışmalı ifadeler, editör kadrosunun görüşleri ile örtüşmeyebilir. Fikirlerin içerik açısından editoryal müdahale olmaksızın tam olarak yayınlanması, aşağıdaki amaçlar için temel öneme sahiptir:

1. Okuyucularımıza Ermeni Soykırımı ile ilgili Türkiye ve Ermenistan’ın siyasi ve sosyal toplumunun farklı düşünce ile yaklaşımlarını ve tutumunu gösteriyoruz.

2. Okuyucalarımıza Türkiye’deki hem Ermeni karşıtı duyguların, Ermeni Soykırımının inkar politikasına ilişkin yapılan adımları, hem de yapıcılığın dinamiklerini göstermeye çalışıyoruz.

3. Ve nihayet gazetecilik davranış kurallarına uygun davranmaya çalışıyoruz.


Ermeni Haber – 23-04.2023

Tags: ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑