Yazarlar

Published on Mayıs 11th, 2020

0

11 Mayıs: 49 yıllık sürgünün başladığı gün – Doğan Özgüden

Münih’te uçaktan indikten sonra bir gece treniyle Brüksel’e gidiyor, oradan da sabahın erken saatlerinde Anvers’e geçip bir nakliyat şirketinde çalışan Ant yazarı ve yakın dostumuz Mekin Gönenç‘le buluşuyoruz… Hemen de cunta aleyhine yabancı dillerde ilk belgeleri yayınlamaya başlıyoruz.


12 Mart 1971 darbesinden bir buçuk ay sonraydı… İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 1 Mayıs 1971 tarihli bildirisinde, Türk Ceza Kanunu’nun 142, 311, 312, 156 ve 159. maddelerini ısrarla ihlal eden Ant Dergisi‘nin süresiz olarak kapatıldığı, o güne kadar yüzlerce yıllık hapis cezası talebiyle açılmış dâvalara ek olarak İnci’yle benim hakkımda yeni kovuşturmalar başlatıldığı duyurulmuştu.

Hemen ardından yine sıkıyönetim tarafından “Teslim ol!” çağrıları yapılmış, kaçaklar için “vur” emri verilmiş, hem Cağaloğlu’ndaki Ant‘ın yönetim yeri hem de Kazancı Yokuşu’ndaki evimiz basılmıştı.

Yazı kurulu üyeleriyle yaptığımız gizli görüşmelerde sıkıyönetime teslim olmaktansa mücadeleyi yurt dışında sürdürmemiz ve Avrupa kamuoyunda Cunta’ya karşı kampanyalara katkıda bulunmamız kararlaştırılmıştı.

İnci benden önce Ankara’ya geçmişti… Babası Burhan Bey hemen güneydeki tanıdıklarıyla temasa geçerek bizi para karşılığı Suriye sınırından geçirecek birini bulmuştu. Ertesi gün telefon ederek Kilis’te kendisine nasıl ulaşabileceğimizi bildirecekti.

9 Mayıs’ta bizim miadı dolmuş eski pasaportları ve önemli kişisel belgeleri Ankara’ya gönderdim, ardından Ant yazı kurulundan Faruk Pekin’le son kez buluşup ayrıntıları görüştükten sonra vedalaşarak otobüsle Ankara’ya hareket ettim.

Ankara’da biraz ailevi sohbetten sonra tam güney sınırından geçiş projesinin ayrıntılarını görüşecektik ki, radyo güney sını­rından Suriye’ye geçmeye çalışan üç Dev-Genç’linin yakalandığı haberini verdi.

Bir daha durum değerlendirmesi yaptık. Bizi geçirecek adam son dakikada ihbar edebilir, arkadan vurulabilirdik. Zaten ertesi sabah adam da söz verdiği halde telefon etmedi. Belki de sınırdaki tutuklama haberini duyduktan sonra, bu işe girişmeyi o da göze alamamıştı.

Geriye tek çare kalıyordu. Sahte bir pasaport bularak Marmaris üzerinden deniz yoluyla Yunanistan’a geçmek ya da Ankara’dan direkt uçuş yapan bir yabancı uçakla Avrupa’ya uçmak…

İnci’nin annesi Hacer Hanım, “Bizim pasaportu bir deneseniz,” dedi.

Mehmet Burhanettin Tuğsavul ve Hacer Tuğsavul adına çıkartılmış ve henüz miadı dolmamış bir aile pasaportu karşımızdaydı. Yapılacak tek şey fotoğraflarının değiştirilmesiydi. Benim eski pasaportumda bıyıksız dönemime ait bir fotoğraf vardı. Eski pasaportlarımızdaki fotoğrafların soğuk damgası Tuğsavul’ların aile pasaportundaki fotoğrafların soğuk damgasını aşağı yukarı tutuyordu.

Üzerinde tahrifat yapmadan bu pasaportla önceden turist dövizi alınması gerekiyordu. Ne ki aksiliklerin sonu bir türlü gelmiyordu. Bir yakınımız İnci’nin anne ve babası için döviz almak üzere Merkez Bankası’na gittiğinde Deutchmark’ın revalue edilmesi nedeniyle o gün döviz satışlarının durdurulduğunu, bu yüzden döviz satamayacaklarını söylemişler.

Ama yakınımız ergeç bir kodamanın yurtdışı seyahati için döviz almaya geleceğinden emin olduğundan bekleme salonunda pusuya yatmış. Çok geçmeden bir kodamana döviz verildiğini görür görmez yeniden gişeye dayanıp pasaportları memurun önüne uzatmış. Adamcağız da gık çıkarmadan Tuğsavul’lar için turist dövizini satmış.

Döviz işi garantilendikten sonra pasaporttaki fotoğrafları değiştirdik, bir de ileride başları derde girmesin diye Tuğsavul soyadlarını, son üç harfini silerek, Tuğsan yaptık, doğum yıllarını da bizim yaşımıza uygun olması için küçülttük.

Meslek hanemde de Türkçe “uzman yardımcısı”, Fransızca “sous-specialiste” yazıyordu. Yurtdışına çık­ma­mıza bir engel kalmamıştı.

Ne ki Türkiye’deki bu son günümüzde benim halletmem gereken birkaç hayati formalite daha vardı. Öncelikle Ankara’daki bir noterden Ant Yayınları‘nın sahibi olarak avukatım Müşür Kaya Canpolat‘a yayınevinin tüm işlemlerini tek başına yapabilmesini sağlayacak bir vekaletname çıkartmam gerekiyordu.

Gittiğim noter Ticaret Odası kimlik kartını görünce derhal vekaletnameyi hazırlayarak bana imzalattı. Noter ücretini öderken, “Beyefendi, ben bu Ant Yayınları‘nın adını galiba daha önce de duydum. Ne yayınlıyorsunuz?” diye sordu.

“Romanlar ve şiir kitapları yayınlıyoruz. Şimdi yeni projelerimiz var. Resimli romanlar ve ders kitapları da yayınlayacağız. Bu formaliteleri yürütmek için avukatımı tevkil ediyorum” dedim.

Biz Türkiye’den ayrıldıktan sonra Müşür’e ulaştırılmak üzere ayrıntılı bir mektup yazarak bundan böyle Ant Yayınları‘nda kimin ne yapacağını belirttim.

İki haftadır sürekli kaçgöç yaşadığımızdan kılık kıyafetimiz dökülüyordu. Bir galeriye uğrayarak kendim ve İnci için giyecek birşeyler aldım. Ömrümde hiç şapka giyme­diğim halde görünüşümün daha inandırıcı olması için bir yakınımız geç vakit gidip göz kararıyla bana bir fötr şapka aldı.

O akşam ailece son kez birlikte yemek yedik. Uçağımız ertesi sabah erken saatlerde kalkacağı için yol hazırlığımızı akşamdan yaptık. Bana alınan fötr şapka başıma büyük geldiğinden iç çeperini astarının arasına kağıt tıkıştırarak daralttık. İnci’ye de kimsenin tanıyamayacağı ve şüphelenemeyeceği şekilde bir makyaj yapıldı.

Artık yaşamımızda yeni bir döneme hazırdık. Radyolar son sıkıyönetim bildirilerini, arama kararlarını ve tutuklama haberlerini veriyordu.

Erkenden yattık. Ama uyumak ne mümkün. Sahte pasaportla kontroldan geçerken yakalanırsak cunta itaatli medyada kopartılacak gürültü, bunun ailelerimiz ve yakınlarımız üzerindeki yıkıcı etkileri kafamıza takılıyor, uzun süre uyumamıza engel oluyordu.

11 Mayıs sabahı saat 6’da ikimiz de uykumuzu alamamanın sersemliği içinde kalktık. Herkesle vedalaştık. Bir taksi çağırarak saat 7’de Lufthansa otobüsünün yolcuları alacağı Bulvar Palas’a yöneldik. Ankara yağmur altındaydı. Lufthansa otobüsü hareket ederken bir köşeden bizi endişeyle izleyen İnci’nin babasını farkettik. Adamcağız iki haftada âdeta çökmüştü. İnci’nin gözleri doldu.

Hava alanına kadar bir iki sıkıyönetim kontrolünden geçtik. Alanda fazla oyalanmadan önce bilet ve bagaj kontrolüne gittik. Zaten fazla bir bagajımız da yoktu. Güvenlik açısından yanımıza sahte pasaport dışında herhangi bir belge almamıştık. Avrupa’da temas kurabileceğimiz birkaç adresi iyice belleğimize kazıdıktan sonra, Avrupa’ya sorunsuz ulaşabilirsek oradan bildireceğimiz bir adrese daha sonra iletilmek üzere tüm adres listelerini, telefon numaralarını yakınlarımıza emanet etmiştik.

Birkaç gazete ve dergi aldıktan sonra pasaport kontrolüne yöneldik. Tam da kontrolü yapacak polise yaklaşıyorduk ki, İnci durakladı, endişe içinde:

– Bunu ben Ankara’da muhabirlik yaptığım dönemden tanıyorum, dedi. Ya o da beni tanırsa, hatırlarsa…

– Deli misin, başka bir isimle ve de bu makyaj ve giyimle seni ben bile tanımazdım.

Polis pasaportlarımızı kontrol etti. Kuşkulanmasına ve herhangi bir sorgu suale girmesine meydan vermemek için yukarıdan alıp kalantor bir işadamı tonlamasıyla sordum:

– Memur bey, bu uçaklar da hep gecikmeli kalkıyor. Geçenlerde bakan beye de şikayet etmişim. Bugün gecikme falan var mı?

Polis gecikmelerden sanki kendisi sorumluymuş gibi ezik bir sesle,

– Hayır beyefendi, bugün tüm seferlerimiz normal, dedi. Çıkış damgalarını vurdu, pasaportlarımızı verirken de hayırlı yolculuklar diledi.

Nihayet bekleme salonundaydık. Şans eseri uçak bekleyenler arasında tanıdık kimse yoktu. Sadece sıladan dönmekte olan göçmen işçilerle yabancı turistler…

Adet üzere free-shop’tan Avrupa’da buluşacağımız dostlarımız için çam sakızı çoban armağanı birkaç şey satın aldık. Bir de stresli son iki haftada günlük sigara tüketimini iki paketten üçe çıkarmış olan İnci için sigara yedekledik.

Nihayet Lufthansa yolcularının uçağa binişi anons edildi. Yerlerimize oturduktan sonra uçak tekerlerinin yerden kesilişine kadar geçen yirmi dakikalık süre Einstein’ın izafiyet teorisine uygun olarak sanki saatlerce sürdü.

Uçak havalandıktan sonra da İnci’yle gözlerimiz pencerelerde… İstanbul’u, Trakya’yı geçiyoruz. Her an bizimle ilgili alarm verilip uçak Türkiye hava sahasında inişe mecbur edilebilir.

Hayır. Kaptan pilot Türkiye’yi terkettiğimizi bildiriyor.

Derin bir nefes alıyoruz. İnci’ye:

– Ne olur, şu makyajlarını temizle, kendin ol, diyorum.

Ben de kafama zor uydurduğum fötr şapkayı bir daha almamak üzere yukarıdaki bagaj raflarının en diplerinde bir yere fırlatıyorum.

Ben son kez Türkiye gazetelerini tararken İnci çantasından çıkarttığı bir boş deftere ezbere bildiği ya da son birkaç günde ezberleyebildiği tüm adresleri ve telefon numaralarını işlemeğe başlıyor.

Alman uçağı bir bulut denizinin üzerinden hızla ilerleyerek Mehmet Burhanettin ve Hacer Tuğsan takma adlı iki siyasal göçmeni binbir bilinmezle dolu bir geleceğe sürüklüyor…

Doğduğumuz, yetiştiğimiz, kavga verdiğimiz sevgili ülkemizden kopuyoruz. Günün birinde “vatansızlaştırılacağımızı” hiç düşünmeden… En kısa sürede geri dönüp hiçbir şey olmamış gibi herşeyi kaldığı yerden tekrar başlatmak umuduyla…

Münih’te uçaktan indikten sonra bir gece treniyle Brüksel’e gidiyor, oradan da sabahın erken saatlerinde Anvers’e geçip bir nakliyat şirketinde çalışan Ant yazarı ve yakın dostumuz Mekin Gönenç‘le buluşuyoruz… Hemen de cunta aleyhine yabancı dillerde ilk belgeleri yayınlamaya başlıyoruz.

Anvers’te 13 Mayıs sabahı yeni bir sürpriz… Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin Avrupa baskılarının manşetinde Türkiye Komünist Partisi‘ni ülke içinde örgütleme teşebbüsünde bulundukları için 10 kişi hakkında kovuşturma açıldığı, Şadi Alkılıç, Çetin Özek ve Nihat Sargın‘ın tutuklandığı, Doğan Özgüden, Harun Karadeniz, Masis Kürkçügil, Süleyman Balkan ve TKP Genel Sekreteri Zeki Baştımar‘ın arandığı duyuruluyor.

Üç gün sonra da, 16 Mayıs 1971 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan Metin Toker‘in “Solda ve sağda vuruşanlar” başlıklı bir yazı dizisinde aşırı sol örgütlerin ve kişilerin listesi veriliyor, Ant Dergisi ve Doğan Özgüden isimlerinin karşısında “Bilhassa Kürtçü” vurgulaması yapılıyor.

Belçika’da ilk temasları gerçekleştirdikten sonra cunta karşıtı kampanyayı güçlendirmek için sahte pasaportumuzla illegal olarak diğer ülkelere geçip Ant Dergisi yazarlarıyla görüşmemiz gerekiyor. İlk olarak Fransa’ya geçerek sevgili dostlarımız Güneş ve Barbro Karabuda ile buluşuyoruz.

Tam da Paris’e gittiğimiz günlerde Le Monde Gazetesi‘nde Türkiye’de kitlesel tutuklamalar başladığı haberi veriliyor… 2 Haziran 1971 tarihli sayısında Le Monde, Ant Dergisi‘nin 25 yöneticisi ve yazarı hakkında toplam 800 yıla kadar hapis talebiyle 126 dava açıldığını, dergi yöneticisi Doğan Özgüden‘in dergiye ilişkin davaları dışında sıkıyönetim tarafından devrimci örgüt kurmaktan dolayı idam talebiyle yargılanacağını, İnci Özgüden hakkında açılmış 14 davada 112 yıl hapis cezası istendiğini belirttikten sonra ikimizin de firarda olduğumuzu haber veriyor.

Bu haberler yarım yüzyıla yakın sürecek sürgünde mücadelemize yeni bir kararlılık ve ivme kazandırıyor…

Fransa’nın ardından iki yıl süreyle İsveç, Almanya, Hollanda, Norveç, Danimarka, İtalya, İsviçre ve İngiltere’de de konaklıyarak Demokratik Direniş adına mücadele yürüttükten sonra 1974 yılında Brüksel’e yerleşiyoruz… Mücadelemiz o yıldan beri İnfo-Türk ve Güneş Atölyeleri ile sürüyor…


Sürgün öncesi ve sürgün yıllarıyla ilgili ayrıntılı bilgiler:
Doğan Özgüden, “Vatansız” Gazeteci, Cilt I-II, Belge Yayınları, 2010-2011, İstanbul

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑