Yazarlar

Published on Mayıs 15th, 2020

0

Albert Camus Ganita’da – Sinan Öztürk

‘Der Fremde’ ‘L’Étranger‘- Yabancı…
Sık sık ilkler yaşıyorum: İlk Türkiye yolculuğum. Trabzon’a ilk kez bu kadar uzak kalmanın şaşkınlığıyla yolumu kaybetmemeye çalışarak sahile tutuna tutuna ilerliyorum. Bildiğim tek yön: Kuzey. Tek istikamet: Ganita.


Üçüncü kez okuyorum seni ey kitap; karanlık bir ışık gibi baş ucumdasın gene. Ey açık denizlere saldığım ruhum, unutmak istiyorum senden arta kalanı.

Sık sık ilkler yaşıyorum: İlk Türkiye yolculuğum. Trabzon’a ilk kez bu kadar uzak kalmanın şaşkınlığıyla yolumu kaybetmemeye çalışarak sahile tutuna tutuna ilerliyorum.
Bildiğim tek yön: Kuzey. Tek istikamet: Ganita.

Ellerim yanıyor Ganita’ya dokununca. Ama eve gitmeliyim önce. Annem bekliyor beni hanımelinin altında.
Siz hiç kardeşinizi kaybettiniz mi? Ben kaybettim! Kızkardeşimin Bahçecik’teki mezarında alıyorum soluğu. Yalnız kalmak istiyorum. Tıpkı Ganita’da olduğu gibi. Şimdi artık gene başbaşayız, şimdi yaşanmamış herşeye yabancıyım, yaşadıklarımaysa tutsak. Mezarlara alışık değilim, üşürüm mezarların başında. Kızkardeşimle konuşuyoruz. Beni Ganita’ya götür, diyor. Mezarından kimseye çaktırmadan bir avuç toprak alıp, cebimdeki kanayan mendilime sarıyorum. Götürüp Ganita’dan denize bırakıyorum.

Burhan’ı Bahçecik Cezaevi’ne gönderiyoruz. Yolu uzun. Sonra da Erzincan ve Malatya var sırada. Soluğu Ganita’da alıyoruz ardından. Kalabalığın yalnız kalabileceği tek yer. Burhan’ı, o içerdeyken yalnız bırakmayacağımız tek yer.

İlk şiirlerimi yazıyorum Ganita’da. Özer abiyle karşılaşıyoruz. Devam et Reis! diyor. Gün uzun ömür dolu dizgin diyerek her zaman ki gibi fazla kalmadan gidiyor. Mehmet Salih Dayı, uşaklarını gönderiyor, uşaklar gecikince kızıp kendi geliyor, çaylar tazeleniyor.

İlk Türkiye yolculuğumdan tekrar Almanya’ya dönüş. Almanya’da bir buçuk yıl içerisinde üçüncü yerleşim alanım, Bochum’a geldiğim günler. Gelirken annemin çantama sıkıştırdığı en sevdiğim reçel, incir reçeli. Kavanozun kapağını açıp, ekmeğimi banarak yiyorum. Ayrılığın senfonisi çalıyor kırık dökük teybimde. Bir yandan da seni okuyorum ey kitap. On iki metre karelik odamda önceden kalan, henüz daha ne yapacağımı bilmediğim, neredeyse ağaç denecek kadar büyük bir çiçek daha da daraltıyor odamı. Boğulur gibi oluyorum katmerli hüzünlerimle.

Ocak’91 Bochum, diye gün düşmüşüm ilk sayfana. Hep yeni yabancılık dönemlerimde elimdesin. Eskiyor yabancılık da zamanla. Bilerek mi yoksa kendiliğinden mi alıyorum seni elime? Ne de çabuk okuyorum seni! Kendimi sana benzetiyorum.

Kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir, ben ayrılıkların. İkinci kez döndüm sana ey uçurum yurdum. Özer abi gibi hissediyorum kendimi. Bir yerde duramıyorum. Huzursuzum. Aldıkaçtı yokuşundaki ağaç gibi tek başıma kala kalıyorum.

Sen Ganita’da elimdeyken, deniz tarafındaki en uç köşeden aşağıya bakıyorum. İri iri sıçanlar mağaranın altında hızla kayboluyorlar. Çocukken demek ki farelerin cirit attığı bu kumun üzerine uzanıyorduk, hem de yüzükoyun. Veba’yı henüz daha okumamışım. Başka mahalleden (Pazarkapı) gelirdik buraya yüzmeye. Kemerkaya’nın çocuklarıyla az kavga etmezdik buralarda. Almak istemezlerdi bizi oraya. Faroz’a gitsek, oradaki çocuklar sokmazdı. İyi kötü küçük limanda yüzerdik. O yüzden Ganita’da oturup, denize tepeden bakacak kadar büyümeyi bekledik.

Tekrar Almanya’dayım. Yalnızlığımı oğlumla paylaşmayı seçtiğim yeni evimdeyim. Küçük bir çatı katı burası. Yan tarafta sevimsiz bir Alman kızı ve hala neden bu kızla birlikte olduğunu anlayamadığım, sevimli olmasa da jilet gibi bir delikanlı; Cezayirliymiş, öyle demişti sorduğumda.
Ayaklarımı uzattığımda kısa boyuma rağmen sığamadığım kanepede (Ayşe Yunanistan’a taşınırken bırakmıştı bana) zar zor uzanarak elimdesin gene ey kitap. Oysa bir kitabı iki kez okuduğum çok enderdir. Sende ne var ki üçüncü kez dolaşıyorsun ellerime bir sarmaşık gibi?

Yanda kalanların kapısı çalıyor. Şiddetli gürültüler içinde irkiliyorum. Alışık değilim böyle şeylere. Birkaç kişi olmalılar. Arapça konuşuyorlar. Hepsi de erkek sesi. Sessizce uzandığım yerden kalkıp, kulağımı kapıya dayıyorum. Seslerden tepkileri anlamaya çalışıyorum. Bırakalım Raymond’un revolverini, evimde doğru dürüst bir bıçak bile yok. Balkona çıkıyorum. Beş yaşındaki oğlumun kılıç gibi kullandığı, ormandan eve sürükleyerek getirdiği dal parçasını alıyorum. Korkuyorum. İlk kez korkuttun beni ey kitap. Tam o sayfaları okuyordum. Paniklemiştim. Katil olmama neredeyse az kalmıştı.

Durdum düşündüm. Kitaba mı kaptırmıştım kendimi çok, yoksa bütün olan bitenler yılların ince ince ördüğü ve benim bir türlü farkedemediğim, yabancılaşmanın, yabancı olmanın, dünyanın yabanında yaşamanın kayıtsız şartsız bir sonucu muydu bu?

Yıllar gelip geçiyor. Ganita’ya gidip geliyorum ve her ayağımı bu kutsal topraklara değdirdiğimde içimin hapishanesinden çıkardığım kör gözlerimi Karadeniz’e banıyorum. Gözlerimin yanması gibi bir sızıyı kalbimde hissediyorum. Artık ne kalabalık, ne sevinç, ne de parıltılar var orda beni bekleyen. Beni bekleyenlerin hepsi hafızamın, anılarımın ve hala çocuk olduğumu düşünmenin yarattığı yanılsamalar. Her defasında giderek yalnızlaşıyorum sende. Giderek yabancılaşıyorum sana. Bırakalım Raymond’un revolverini, bir çakı bıçağım bile yok adını bir ağacın gövdesine kazıyacak ey Ganita!

Herkesin kalabalıkla gelip, kalabalığı aradığı, ama ben bir yalnızlıktır’ı seçtiği bir ummana dönüşmüşsün sen. Tıpkı şarkıdaki gibi: Körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin / geçmiş gecelerden biri durmakta derinde/. Demek ki diyorum, bu duyguymuş beni buraya bu kadar bağlayan. Geçmiş günlerin, gecelerin ruhunu arıyorum burada. En azından aramak bile, bulmak sevincini, bulabilmek ümidini yaşatıyor. Zaman yaşadıklarımızı, hayatımızı öylesine aşındırmış ki, işte orda henüz daha yitirmediklerimizin ruhunu arıyoruz. Kendimizi arıyoruz.

Ganita’ya bağlanmış, kaç mutlu insan vardır aramızda? Kaçımız aradığımız hüznü Ganita dışında bulabiliyoruz? Ben hüzünlerimi, gelemeyecek olanlarımı seviyorum. Ben bulamayacaklarımın kokusunu alıyorum orada.
Ve sonra gene hazin bir şekilde hasretlik: Kimi insan ezbere sayar yıldızların adını ben hasretlerin. Tekrar sahile tutuna tutuna eve geliyorum.

Annem, Ganita gibi yalnız ve hüzünlü. Ben de öyleyim, daha başkaları da. Son çaylarımı, son sigaralarımı içiyorum kapımızdaki hanımelinin altında. Annem bavuluma birşeyler sıkıştırıyor gene. En çokta bir dal hanımeli. Bir de incir reçeli.
Gitmeden kısa bir süre önce Ganita’ya uğruyorum. Denizin kıyısından çakıl taşları, deniz kabukları topluyorum. Elimdeki kavanoza suyundan dolduruyorum ve topladıklarımı içine atıyorum. Yeni bir ülke, başka bir şehir bulamayacağımın bilinciyle, bir sarkaç gibi zamanın sonsuzluğunda salınarak uzaklaşırken, bir parça alıyorum senden yanıma. Oğlumun ilk kestirdiğimiz saçları gibi, ilk dökülen dişleri gibi ömür boyu saklıyorum seni en derin yerimde.

Sana gelince ey kitap, ve ey seni yaratan asi yazar; ikinizin de küllerini Ganita’dan denize bırakıyorum dağılsın dağlanmışlığım diye…


Nisan 2010 Bochum – Almanya
Sinan Öztürk


Ganita Trabzon’un önemli simgelerinden deniz bakan bir yerdedir. Benim kuşağımın anıları içerisinde önemli bir yeri vardır. İlk kez “Ganita Kitabı” için yazdığım bu yazı daha sonra birçok yerde yayınlandı. Burada da paylaşmıştım. Öznel tarihimi yansıtması açısından kıymetli bulduğum, iyi ki yazmışım dediğim yazılarımdan.

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑