Makaleler

Published on Mart 19th, 2021

0

Demokrasi için sınıf mücadelesi şarttır – Mustafa Kumanova


150 yıllık demokrasi mücadelesi bize devlet üzerindeki sınıfsal mücadelenin baskısını göstermiştir.

Hani, yaşarken kaybolmak vardır. Düşersiniz, tökezlersiniz, tutunmak için bir dal bir çalı çırpı ararsınız da bulamazsınız. Kaybolmanın eşiğine gelip yutkunursunuz, boğazınız düğüm düğüm olur, hani ağlamak isteyip de ağlayamaz, hani isyan krizleri gelip gelip gider umudun kıyısında dalgalar umutsuzluk olur ya, işte Türkiye şu an öyle. Ha düştü ha düşecek, ha kayboldu ha kaybolacak bir durumda. Karanlığa düştüğünüzde o zifir içinde bir eşik vardır. Onu göremezsiniz sadece hissedebilirsiniz. İşte hissettiğiniz an o eşiği atladınız atladınız, yoksa karanlıklar içinde kaybolur gidersiniz. İşte Türkiye’de bu durumla karşı karşıya… ya o eşiği atlayıp kurtulacak ya da kaybolup gidecek…

Gelişmiş ülkelerin burjuva demokrasileri tarihten de aldıkları diktatörlüğe ve aşırılığa karşı -halkın bilincinde oluşan isyan mekanizmaları sayesinde- bir şekilde baş edebiliyorlar. Fakat bizim gibi kulluk kültürünün devlet yapılanmasında derinlere işlediği gelişmemiş doğu ülkelerinde diktatörleşme ve despotlaşma ile baş etmek çok daha zor hale geliyor. Buna ilaveten bir de ülkenin başına musallat olan gerici bir milliyetçilik ve yobaz bir dincilik anlayışı varsa…

“Genel olarak da sömürge ülkelerde sivil yönetimler, gerçekte ordunun devletin varlığını güvenceye aldığı bir halka konumundadırlar. Demokrasinin düzeyi/olmayışı ülkede kapitalizmin tahakküm ve derinlik derecesini anlatmaktadır. Bu nedenle seçimler daha çok bir “Ulusal Güvenlik” esprisiyle cereyan etmektedir. Demokrasi salt seçimlere katılımla sınırlandırılmıştır. Ordu var olan zeminin izin verdiği bir değişim üzerinde (tıpkı 12 Eylül döneminde olduğu gibi) bir veto kurumu olarak çalışmaktadır. “Sivil” yönetimlerin varlığı hükümeti seçimler vasıtasıyla burjuva siyasi partilerin oluşturulması, generallerin devletin devamını güvence altına aldıkları bir evreyi işaret etmektedir.( 28 Şubattan Sonra Özgürlük Broşür Dizisi)” Bugün de farklı bir şekilde “Demokrasi paketi” oyunu Erdoğan ve şurekasının “sivil iktidar”ı eliyle sergilenmektedir. HDP üzerinden ortaya çıkan son durumu böyle okumak gerekiyor.

“Durkheim, bize toplumun dini ibadet yolu ile kendi gizli imgesine taptığını göstermişti. Milliyetçi bir çağda ise toplumlar böyle bir kamuflajdan sıyrılarak pişkinlik ve açıklıkla kendilerine tapınırlar. Nazi Almanyası, Nürnberg’de kendine tapınırken ne Tanrı’ya hatta ne de Wotan’a tapınma iddiasındaydı; çok bariz bir biçimde kendine tapınıyordu(Ernest Gellner).” Bizde de kendine tapınan tanrısal kibrin zehirlediği aşırı milliyetçilikle beslenen bir iktidar ve yöneticiler topluluğu var. 

İşte tam da bu yüzden Türkiye’de demokrasiyi kurtarmak için ezilen halkların sınıf mücadelesine ihtiyacımız var. Çünkü demokrasi pek çok farklı kimliğe ayrıştırılmış bir topluma eşitliği sokar. Ve o hukuksal demokrasi olmadan da gerçek demokrasi olan ekonomik eşitlik olamaz. 150 yıllık demokrasi mücadelesi bize devlet üzerindeki sınıfsal mücadelenin baskısını göstermiştir. Çünkü şu gün sahip olunan tüm hukuki demokratik haklar burjuva sınıfının ya da ulus-devletin insanlığa bir bağışı değil işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin bir kazanımıdır. Eğer bugün ifade etme özgürlüğü varsa bu ilk dönem sosyalistlerin bu uğurda bedel ödemeleri sayesindedir. Burjuva sınıfına kalsaydı sadece servet sahibi varlıklılar yani elitler sandığa gidip oy kullanacaklardı. İşte tam da bu yüzden zenginlerin sahip olduğu alışkanlıkları bozabilecek tek güç yoksullardır. Yoksulların da yapması gereken tek şey günümüzde sık sık görülen yabancı düşmanı -diğer bir deyişle kendinden olmayanlara karşı ayrımcı- tutumları terk etmesidir. Peki ama toplumdaki tüm farklı ulusal oluşumların kendinden olmayanlara karşı yabancı düşmanı ve aşırı milliyetçi olmasını ne engeller? Toplumun muhalif sol kesimlerinin tek bir bilinci su yüzüne çıkartmaları engeller: 

“İşçinin milliyeti Fransız, İngiliz ya da Alman değil, emek, bedava kölelik, kendi kendini satmaktır. Onu yöneten hükümet Fransız, İngiliz ya da Alman hükümetleri değil, sermayedir. Doğduğu yerin havası Fransız, İngiliz ya da Alman havası değil, fabrika havasıdır. Ona ait olan topraksa Fransız, İngiliz ya da Alman toprağı değil, yerin birkaç karış altıdır.” (Karl Marx, 1845, Friedrich List’in Politik Ekonominin Ulusal Sistemi kitabı üzerine makale) 

Evet Türkiye bir eşikte. Ve o eşiği atlamanın tek yolu da ezilen halkların sınıfsal bir mücadele için birleşmesidir… Halkların birbirleriyle çatışmasının bir çözüm olmadığı kanıtlanmıştır.

“Ulus ibadetinin ateşli kendine tapınması” insanlık tarihinin hedefi değildir. İnsanlığın hedefi tüm milletleri ve milliyetçilikleri politik alandan alıp kişinin özel alanına atmak olmalıdır. Aynı din gibi. Nasıl ki politik olmadığı sürece isteyen istediği dine inanmakta ve ona tapınmakta özgürse milliyetçilik de aynı özel alan içine alınıp kişinin kendi tercihine bırakılmalıdır. Politika yoluyla “kendinden olmayanlar”a siyasiler tarafından teşvik edilen devlet destekli bir baskı aracı ve sömürüyü gizlemek adına burjuva sınıfının gizli sınıf savaşında sömürdükleri üzerinde kullandığı algı ve bilinç yönlendirici bir olgu olarak kullanılmasına izin verilmemelidir. Bugün millet ve milli laflarını ağızlarından düşürmeyenler en büyük özgürlük düşmanlarıdır. 

Özgürlük ve demokrasi ise tarihin çamurunda bata çıka mücadelelerle yoğrulan ezilenlerin olmazsa olmazıdır. Onları tamamen kaybettiğimiz an dünya diktatörlerin karanlık zihinlerinin kuşattığı bir distopyaya dönüşecektir.


Mustafa Kumanova – 19.03.2021

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑