Makaleler

Published on Ağustos 18th, 2020

0

Ekonomiyi İrdeli-Yorum: Dolar neden yükselir? – İsmail Göçüm

Ekonomik olarak bağımsızlığı olmayan bir devlet’in, siyasi olarak bağımsız olduğunu söylemek saflıktır.

Doların yükselmesindeki neden sadece ekonomiden mi kaynaklanıyor, yoksa siyasal bir dürtü sonucu mudur? Gelin biraz irdeleyelim.

Bazı kaynaklar, çoğu kez doların yükselişe geçişini Amerika ve batılı ülkelerle yaşanan siyasal krizden kaynaklandığını iddia etseler de, Dolar, Avro ve diğer döviz artışlarını da göz önünde tuttuğumuzda, esas sorunun ekonomik dengelerin; ihracatın ithalat karşısındaki zayıflığından kaynaklandığı gerçeğidir.

Bir ülkenin uluslararası ekonomik dengelere ayak uydurup uyduramaması, ürettiği artı değerler artısını ihracata dönüştürmek suretiyle uluslararası ekonomik trafikte etkili bir yer edinmekle ölçülüdür. Eğer bir ülke yeterli üretim artı değeri gerçekleştiremiyorsa, o ülkede ticareti canlı kılmak için, üretemediği değerleri dışarıdan karşılamak zorundadır.

2002 yılı sonrasında gerçekten -dış destekli olduğu gözlerden kaçmayan- canlı bir ticari atmosfer söz konusu idi. Ne oldu da son yıllarda ardı ardına ekonomik sorunlar baş göstermeye başladı?

Bir ülke yeterli ticari üretim, özellikle de sanayi teknolojik üretim gerçekleştiremediği durumlarda uzun süre ekonomiyi canlı tutmak için dövize dayalı ithal ürünler sağlamak zorundadır; bu da ihtiyaç fazlası döviz ve kredi ile mümkün olmaktadır.

İhtiyaç fazlası döviz olmadığı durumlarda da; dış borçlanma kaçınılmaz ve gerekli hale gelir. Bu süreklilik kazanırsa, ileride gittikçe büyüyen bir dış borçlanmayı ağır kum torbası gibi beraberinde taşır. Uluslararası alanda, teknoloji ve ağır makine sanayisinin dolaşımının yanında, bir yan kol olarak taşınan mali sermayedir.  İhracat fazlası ürün üreten büyük tekeller, aynı zamanda mali sermayenin sahipleridir. Bu şirketler uluslararası sermaye ilişkilerde bankaları kullanırlar. Uluslararası Mali Sermaye Bankaların sahipleri ya da, bu bankaların büyük pay ortaklarıdır.

Uluslararası şirketler ve mali sermaye kurumlarına baktığımızda, bunların tamamı uluslararası emperyalist tekellerdir. Bunlar ayakta kalmak ve zenginliklerine zenginlik katmak için, kendilerini ve teknolojilerini sürekli yenilemek gerekliliği duyarlar. Yenilenme ve büyüme, büyük ölçekli ihracatı ve rekabeti canlı tutmayı da zorunlu kılar. Bu durum, İhracat yaptıkları ülkelere ya da, o ülkelerdeki acente şirketlere kredi borcu sağlayarak gerçekleşir. Bu nedenle, kredi sağladığı ülkelerin ekonomik yapılanmalarını düzenleme ve denetlemenin yanında, kendi inisiyatiflerinde yürüyecek bir siyasal yapılanmayı da kontrol altına alacak düzenlemeyi gerekli görürler. Ki; ilişkilerini hem ekonomik, hem de siyasal alanda sağlama almış olsunlar.

Bu yönlü bir düzenleme yöntemi, ihracat yapacağı ülkelerin hükümetleriyle yapacakları bir takım; siyasi, ekonomik ve askeri anlaşmaların sonucu -güya bağımsızlık sembolik olarak kullanılarak-:))) ortak karar alırlar. Büyük ihracat ve sermaye sahibi devletler, bu nedenle, şirketler arası anlaşmalarda, ithalat ihracat yapan şirketler yerine, devletleri garantör olarak kullanırlar. İşte bu nedenledir ki; ekonomik olarak bağımsız olmayan bir devletin siyasal olarak bağımsız olması düşünülemez.

Tam da şu günlerde ülkemizde yaşanan bir takım ekonomik ve siyasi sıkıntılar, devletin siyasal yapılanmasını şu ya da bu şekilde zorladığındandır.

Yalnız siyasal erk, yapmış olduğu kredi anlaşmalarında; uluslararası bankalardan ya da ülkelerden sağladıkları kredileri sanayi ve teknolojik üretimde değil, sadece ticareti canlı kılmak için kullanıldığı içindir. Durum zaten bunu gösteriyor ki; bütün ekonomik ve siyasi sorunların kaynağı da burada yatmaktadır.

Türkiyede özellikle, 2002 yılından bu yana inşaat sektöründeki yapılaşmada -müteahatlikte- çok büyük gelişme sağlanmıştır. Bu olağanüstü gelişme sonrasında, inşaat sektörünün devleri; BAUMARK, PRAKTİKE, İKEA… gibi, hem Ticari mal hem beyaz eş eşya… ticaret sektörünün devleri; MERTO, REAL, MEDIA MARK, SATURN gibi Uluslararası dev şirketler türkiyede mantar gibi bitmeye başladılar. OTOMOTIV, BEYAZ EŞYA devleri; FORD, FIAT, RENAULT, TOYOTA, KIA, HYUNDAI MERCEDES, BOSCH, SAMSUNG gib… öteden beri sanayi dalında faaliyet gösteren dev firmaların Türkiye’deki montaj sanayisindeki yerleri zaten belli.

Böyle bir durumda ticaret ve kredilendirme sistemi nasıl yönetilecektir?  Bu nokta oldukca karmaşık bir yapı olarak gözükse de, ülke siyasetinin bu şirketlere sağladığı ekonomik özgürlükler çok önemli yere sahiptir.

2002 ye kadar dövizde, yüksek kur düşük faiz sistemine göre kredi derecelendirmesine imza atan Türkiye, ticarette fazla açık verince, dar ticaret yapılanması içine girmiş fakat, buna rağmen ihracattan kaynaklanan yüksek döviz kurunun önünü alamamıştı. Bu anlaşmadan  doğan, oldukça ticaret açığı ortaya çıkınca, merkez bankası fazla para basarak bunun cezasını yüksek kurla ödemek zorunda kalmıştı. Türk Lirası sürekli devale edilmek zorunda kalmış; dolayısı ile bu durum enflasyonu körüklemiş, ekonomi dar boğaza girmiş ve Türkiye halkı bunun acısını her gün yükselen sıfırlarla, krizin yükünü çok ağır ödemek zorunda kalmıştı.

İşte 2002 yılında yeni işbaşına gelen hükümet, köklü ve cesaretli bir adımla, emperyalistlerle yeni oturduğu masada yeni bir kredilendirme sistemi seçimine gitmiştir. Bu şimdiye kadar olan sistemin tam tersi olan, (borç kredilendirme sistemi) yani yüksek faiz, sabit döviz kuru sistemi.

Bu şu demek: Emperyalist sermaye yeni hükümet ile daralan ticari ekonominin çarkına su akıtarak yeni anlaşmalarla ticari ekonomiyi yeniden canlandırma yönelik bir seçimidir. Anlaşmaların pratiğe yansıması sonucu devlet üretimdeki yerini terketmiş; özelleştirme ile devlet işletmeleri hızla özel sermeyenin eline geçmiş, bununla elde edilen gelirlerle geçmiş faiz borçların bir bölümü kapatılarak, özel  şirket ve banka kredileri ile tüketim ekonomisine yeni bir canlılık getirilmiş, ticaret hızlı hareket ederek, hem yarı mamul ihracatta, hem de ticarete yönelik teknolojik ithalatta hızlı artışlar gerçekleşmiştir.

Tabi ki, bütün bunlar döviz girdi çıktısı ile mümkündür. Gel gelelim ki; ülkede özelleştirmelerle üretim gerilerken, teknolojik ticari ithalat hızı gelişmiş ve artan ticari ithalat açığı hızının önü bir türlü alınamamıştır. 2002 sonrası, yüksek faiz, düşük kur ayarı getirilen ekonomide, uluslararası bankalardan… alınan yüksek faizli krediler üretime dönük olmadığı için, bu paralar yeni bir İslami burjuva yaratmaya yönelik; inşaat ve montaj sanayi sektöründe, köprü ve yol yapımında gümleyince, geri ödenecek kredilerin yüksek faizlerini karşılamak için sıcak dövize ihtiyaç hızla arttı.

İşte, Döviz kurunun birinci artış nedeni bu.

Ülkenin iç içe yaşadığı ekonomik sorunlara, 2008 de başlayan derin devlet-ergenekon ile hesaplaşma girişimleri, her ne kadar demokratikleşme ve Kürt sorununa göstermelik çözüm bulma arayışlarına girilmişse de, sonrasında  hükümetin takiyeci, yayılmacı yeni Osmanlılık oyunu ortaya çıktı. Buna, devlet, ordu, hükümet arasındaki çelişkiler de eklenince, ülkeye giren yabancı sermayenin yanı sıra, sıcak döviz akışı da duraklamaya girdi. Bunun sonucunda Yabancı sermaye istikrarsızlıktan doğan bu durumlar karşısında, kendisini sorgulama gereği duydu.

İkinci artma nedeni ise, işte Türkiye’nin içinde bulunduğu bu yeni siyasal yapılanma.

Bu duruma açıklık getirmek için kısa bir anekdot sunmak gerekirse; AB ülkeleri, Türkiye’ye açmış oldukları kredileri, Türkiye’nin AB ye (Avrupa topluluğuna) uyum yasalarına bağlı kılmıştır. Yani Türkiye’nin demokratikleşme sürecine. Bu anlamda verilen kredilerle SGK kurumları birleştirilmiş, hastahanelerin hizmet üniteleri yenilenip geliştirilmiş, hizmet sektörü -özel sektöre tabi olarak- rehabilite edilmiş, demokratikleşme, işsizlik sigortası fonu ve sendikal haklar geliştirilmiş, sivil toplum örgütlerinin önü açılmış… dolayısı ile halk, rehabilite edilen bu sosyal güvenlik hizmetlerden nasibini almıştı.

Yalnız, 2012 yılından sonra hükümet, devletin demokratikleşme sürecinden vaz geçtiğini açıklamasının ardından, 2013 te başlayan Gezi Parkı olayları karşısındaki Erdoğan’ın katı ve sert duruşu Avrupa ve aynı zamanda türkiyedeki demokratik kurumlarla hızlı bir didişmeye gidilmiştir. Hükümetin bu zamana kadarki sağ liberal popülist yaklaşımı, yerini siyasal islamcı totoliter siyaset yürüten bir hükümet anlayışına dönüştürdü, Bu çıkış,  hükümet-derin devlet ilişkilerin de içinde yer aldığı ( yasa tanımaz Mafya sermayesi ile yasa tanımaz derin devlet ilişkileri..) pekişti. Erdoğanın 7 Haziran 2015 seçimlerinde aldığı yenilgi, hükümet ile derin devleti yeniden bir araya getirince, ülke yönetimi dreksiyonu demokratikleşmeden hızlı kırış ile ülkeyi hızla totoliterleşme çukuruna doğru  -kargaşa ortamına- sürükledi
 
15 temmuz 2016 da kontrollü bir darbe ile derin devlet, mafya ve hükümet  daha da sağda ırkçı-faşist, -dinci-tarıkatcı- bir örgütlenmenin içine birleşti. Bu durum ulusal ve uluslararası alanda büyük yankı uyandırdı.

Bu arada yine büyük ekonomik krizin çanları hızla çalmaya başlamış, artan ekonomik kriz doğru yönetilemediği için, yabancı sermaye ülkeden hızla uzaklaşmaya, ülkeye yeni sermaye girişi, yani sıcak döviz girdisi durma noktasına gelmiştir.

Üçüncü neden ise, hem ekonomik, hem sosyal hem de siyasal nedenlere dayanıyor.

Ülkeye sıcak sermaye gelmeyince hükümet hırçınlaşmaya başlamış; suçu kendi beceriksizliği üzerinden atmak için sorunu; dış güçler, faiz lobisi, döviz lobisi gibi kurumlar üzerinden iç politikaya yönelik söylemler içine girince, batılı hükümetler ile polemikler yaşamaya başlamıştır. Bu yönlü polemikler, hem Erdoğan’ın siyasal durumunu hem de Türkiye’nin ekonomik durumunu oldukca zorlaştırmıştır.

2012 yılında baş gösteren Suriye savasında, başta IŞİD gibi baş kesen terörist radikal İslamcı grupları desteklediği uluslararası alanda ortaya çıkan Erdoğan, burada en son Rusya ile yaşadığı uçak düşürme krizi sonrası gerginlik, diğer yandan malum, batı ile yaşanılan siyasal kriz sarmalında iyice çıkmaza girdi. Suriye batağında saplandığı çıkmazı, batılı ülkelere mülteci şantajını blöf olarak kullanmada usta olsa da, önce Avusturya sonra Hollanda ve daha sonra da Almanya ile takışmaya başladı. Bir gece baktık ki; Erdoğan, bir anda yönünü batıdan doğuya doğru çevirmiş,  ani bir refleksle  Rusya’nın kucağına oturup kalmıştı.

(Geçmişin, yani Osmanlı’nın izlediği stratejik ilişkilere bakıldığında, batı ile problem yaşadığında Rus yanlısı bir strateji, Rusya ile problem yaşadığında batı yanlısı bir strateji izlediğini görürsünüz.)

Bu gün de aynı strateji izlenmektedir. Türkiye Rusya ya yaklaşmasının ardından, ABD, NATO, FETÖ karışımı bir darbe ile karşı karşıya kalınca, geçmişte batılı müttefiklerinin arzusu üzerine içeriye attığı ergenekoncular ile tekrar masaya oturmak zorunda kalmıştır. Durum böyle olunca, ekonomisi hala batılı emperyalistlerin kontrolünde olan Türkiye, ekonomik olarak ani zik zaklarla yeniden yalpalamaya başlamıştır.

Batı ile yaşadığı siyasal kriz derinleştikçe siyasal tansiyon birdenbire yükselişe geçmiştir. Devlet, bu krizi gözardı etmek için dikkatleri dağıtılmaya yönelik kontrollü terörü artırmıştır… Casusluk, terör örgütüne yardım ve üyeliğinden bir çok gazeteci ve sivil toplum örgütü lideri ve ülkenin şamar oğlanı Kürt siyasi liderlerini ve siyasetçileri tutuklamaya başlamıştır. Bunlardan, Alman gazeteci Deniz Yücel ve Amerikalı papaz Bronson olayı çok çarpıcıdır… Deniz Yücel rehin alınarak Almanlara karşı şantaj olarak kullanılmıştır. Erdoğan’ın “bu zat ömrüm yettiği sürece çezaevinden çıkamayacak” yönlü açıklamasına karşılık, Alman hükümet şanşölyesi Merkel ile Afrin savaşı için kullanılacak Alman Lepopar tank ve silahlar konusunda pazarlık konusu edilince, apar topar Deniz Yücel bir günde serbest bırakılmış, Merkel’in gönderdiği özel uçakla Almanya’ya dönmüştü.  Papaz Bronsona gelince; hakkında FETÖ ile PKK adına suç işlediği ve casusluk yaptığı iddiasıyla hakkında 35 yıl hapis cezası istenen Bronson, ABD başkanı Trump’un mafya vari çıkışı karşısında paniğe kapılan Erdoğan, Papaz Bronson’u apar topar, uyduruk mahkeme ile serbest bıraktırarak ülkesine dönmesi sağlandı. Görüldüğü gibi bu olaylarla kriz çözülmedi sadece kriz erteleme yönüne gidildi.

Aynı yöntemi, Yunanistan ile, FETÖ subaylarının iadesi için, Türkiye sınırını ihlal ettikleri gerekçe gösterilerek, iki askeri rehin almış…hala pazarlık konusu askerleri rehin tutmaktadır. Diğer yanda yine Amerika ile şu günlerde yaşanan, Al papazı ver papazı pazarlığı. Amerikalı papaz Brunson bir yılı aşkındır terör örgütlerine yardım etmekten turuklu. Fakat elde hiç bir kanıt yok. Son olarak, amerika ile pazarlık konusu yapıldığı sözkonusu olunca kamuoyuna yansımış; bu anlamda yine Amerika’da bulunan FETÖ lideri ile değilde, Amerika’nın dünyadaki ekonomik çıkarlarına ters düştüğü için yargılanan, Hakan Atilla olduğu söz konusu olunca, ABD lideri Trump küplere binmiş ve Erdoğan’ı şantaj yapmakla suçlayarak Bir takım ekonomik yaptırımlara gideceğini ilan edince kriz ayyuka çıkmış. Dolar Şahlanarak, Türk Lirası karşısında Rekor üzerine rekor kırarak 5, 50 seviyelerine doğru yükselişe geçmişti.

Bütün bunlardan da anlaşılacağı gibi dördüncü neden siyasidir.

Uzmanların o yıllardaki görüşü: böyle sürerse Türkiye ekonomisinin çökme seviyesi olarak kabul edilen 7,50 ye kadar ulaşacağı belirtilmekte. Bütün bu yaşananlar uluslararası ticari ilişkiler yürüten şirketlerin lobilerinin canlarını çok sıkmış olmalı ki; Türkiye’ye karşı bir adım daha geride durmak suretiyle, ülkedeki dövizi dışarıya çıkarmaya başlamış ve ülkeye döviz girdisini oldukça zorlaştırmışlardır.

Bu kriz öyle, hükümet çevrelerinin söylediği gibi, ne Türkiye’yi bölmek, ne de, Türkiye’yi ortada kaldırmaktır. Açık olarak, 24 Haziran, başkanlık referandumu ve genel seçimleri sonrası tek adam, tek lider, tek güç olarak bütün yetkileri; yasama, yargı ve yürütmeyi ele geçiren Erdoğan’a, yanlıştan döndürmek için diz çöktürmeye yönelik bir adım gibi gözükse de, siyasal krizin ekonomiye yansımaması düşünülemez.

Bu gün, iki yıl önce ekonomi uzmanlarının görüşü olan ekonominin çöküşü olarak gösterilen, Dolar kuru 7,50 seviyesi’ne ramak kaldı. Zaten, öteden beri hükümet ticareti canlı tutmak amacıyla fazla para basarak piyasaya sürdüğü biliniyor. 2020 yılının başından beri süregelen Covid-19 Corona pandemisi bütün dünya ekonomilerini makasa almış durumda.  Ekonomisi büyük oranda dışa bağımlı olan Türkiye bu durumdan dah da çok etkilenen ülkelerin başında yer alıyor. Bu durum, gerek yabancı yatırımcılar, gerekse, ülkeye sıcak Döviz girdisi getiren Turizm sektörünü de negativ yönde etkilediği görülüyor. Buna Libya’daki son gelişmeleri, Akdeniz’de kıta sahanlığı konusunda Yunanistan ile yaşanan krizi de eklersek, Ülkeye Döviz girdisi oldukça daralan Türkiye’nin, ihtiyaç duyulan sıcak döviz ihtiyacı karşılanmayınca, ister istemez, İngiltere para borsalarında gecelik % 1000 oranını geçen Swap faizleri ile döviz arayışına girdiği görülüyor. 

Döviz kuru artışını pompalayan Beşinci neden ise bu durumlardır.

Yukarıda yaptığım analizde de görüldüğü gibi, döviz artışını körüklediği öne sürülen ABD ve dış güçler palavrası doların Türk lirası karşısında yükselmesinin, saydığım 5 nedenden sadece bir, bilemedin iki nedeni kapsıyor. Bu da, Amerika ile, al papazı, ver papazı pazarlığı sonrası çıkan krizidir. Bununla asıl neden gözardı edilmeye çalışılsa da esas sorun; petrolden doğal gaza, ağır sanayiden teknolojiye, emperyalist devletlere bağımlı olan ekonomik yapıdır. Bu doğruluk payına ekonomik alt yapı temelinin zayıflığı tezini de katınca, durumun tam vahameti ortaya çıkıyor. Doların ani yükselmesine yol açan siyasal kriz bir neden değil, sadece bir sonuçtur.

Pozitif bilimlerde doğru, aksi kanıtlanmadığı sürece gerçektir. Ekonomik bağımsızlığı olmayan bir ülkenin, siyasi olarak bağımsız olması; ne ekonomik ne toplumsal, ne de siyaset bilimi açısından mümkün değildir.


İsmail Göçüm – Güncelleme Ağustos 2020

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑