Yazarlar

Published on Eylül 9th, 2020

0

Kaçış halleri – Naim Kandemir

Kaçış, kaçma ve kaçırılışla ilgili bir söz duysam, aklıma kederli olaylar kadar neşeli olaylar da gelir. Tıpkı hayat gibi; hep hüzün, hep mutluluk yok. Biraz ondan, biraz bundan.

***

1.

Aklım ermeye başladığında ilk duyduğum kaçma-kaçırılma hikâyesi ninemden oldu. Dedem ninemi bir eşekle köyünden kaçırmış. Eh, o zamanlar köylük yerde otomobil yok, eşek gayet normal geldiği için, “Ne eşekle mi?” diye sormuyorum ama ninem, kendisi ata binen bir Türkmen kadını olduğu için küçümsüyor: “ Bir atı bile yoktu!”.

Kaçırılmanın ikinci teknik detayı benim ilgimi çekiyor: “Beni bu serçe parmağımı içeri doğru bükerek kaçırdı deden!” derken şikâyetten çok, yüz ifadesinden bir memnuniyet halini o çocuk yaşımda anlıyorum. Eylem kaçırma eylemi ama bence, kaçıran da kaçırılan da gizli bir eylem birliği içinde!

***

2.

Çocukluğumda hatırladığım ikinci kaçış hikâyesi bizim koçla ilgili. Kurban Bayramı’ndan bir hafta önce babamın gönderip evin bahçesine bağlattığı koçun Bayram sabahı kesileceğini anladığımda kaçırış planımı yapmıştım.

Evden kimsenin bizi görmeyeceği bir zamanda koçu bahçeden çeke çeke getirip, evin kapısını sessizce açarak sokağa salmıştım. Koç kısa bir süreliğine bıçağın gölgesinden kurtulduysa da sokağın başında mahalleli işgüzarlar tarafından yakalandı. Neyse ki kendisine yardım ve yataklık ettiğimi söyleyemediği ve suçu da kabul etmemem sonucu bu kaçış-kaçırış eylemi faili meçhul kalmıştı.

***

3.

Lise yıllarımda, 1976’da Samsun’da Karadeniz Dev-Genç açıldı. Biz de dört kişilk sınıf arkadaşı olmamız hasebiyle derneğin müdavimi olduk. Oysa ki ne davet edildik, ne de kafakola alındık! Bizimkisi içten gelen bir müdavimlik.

Memlekette sokakların hareketlenmesi ve bizler, o zamanlar adını dahi duymadığımız Walter Benjamin’in yazdıklarını kendi çapımızda realize ettik Şuayib’le: evden kaçtık! Bu, o yıllarda bizim için de kolay değil ama ailelerimiz için neredeyse yas ilanı sebebi! Hep söylenir ya, ergenlikte erkek çocukla baba arasında “iktidar” mücadelesi başlar… Kim bilir belki de bu evden kaçış babanın iktidarını bir yıkma provasıdır! Belki de ailenin, mahallenin artık yetmezliğinden  bir kaçıştı bu o zaman.

Eve döndük bir süre sonra tabii arkadaşımla. Bu dönüşümüz teslim olmak şeklinde olmadı. Aksine dönüşümüz muhteşem oldu! Bu aynı zamanda iki evde de annelerin çocuklarını eve döndürmedeki diplomatik başarılarıyla, ev içinde ve dışında daha çok söz sahibi olmalarını sağladı.

Walter Benjamin’in bizim lisedeki kaçışımızla bağlantılı yazdığı paragraf şu:

“EVİNE DÖN!

HER ŞEYİ

AFFETTİK

İnsan çocukken, barfiksten atlayan biri gibi, kendi şans tekerleğini çevirir; er ya da geç büyük ikramiye düşecektir bu tekerleğin içinden. Çünkü sadece, daha on beşimizde ne biliyor ya da geliştiriyor idiysek, günün birinde çekiciliğimizi o oluşturacaktır. Bir şey vardır ki, bu yüzden hiçbir zaman telafi edilemez: ana-babasından kaçmayı ihmal etmiş olmak. Bu yıllardaki kırk sekiz saatlik teslimiyet içinden ömre değen bir mutluluğun kristali bir tuz eriyiğinden fışkırcasına belirir.” *

İnsan sevdiğine onun kendisine zarar verdiğinde daha çok kızar. Ne zaman bu paragrafı hatırlasam Walter Benjamin’e içimden söylenir dururum: Paris’ten kaçıp da neden Portbou’da canına kıydın? Ki ertesi sabah sınır açılır ve diğer mülteciler Benjamin’siz yollarına devam ederler. Belki de Benjamin’in yaptığı, güneşi zapt etmek isteyenlerin özgürlüklerinin zapt edilmesinin utancını yaşamamak istemesidir.

***

4.

Fakülteden bir arkadaşım derslerini verip mezun olmuş ve muhtemelen kaymakamlık veya müfettişlik sınavlarına girip hayatında yeni bir başlangıç yapacaktır. Tam o günlerde grubun tepesindeki üç şef kendisine tarihi soruyu sorar:

  • Yoldaş, bizim derginin yazı işleri müdürü olur musun?
  • Tabii olurum…

yanıtıyla yeni bir hayata adım attığını ve tahmininden çok nasıl bir renkli bir hayat yaşayacağını o gün tam olarak kendisi de kimse de bilmiyordu. Arkadaşım ilkokuldan beri yazıyla haşır neşir olagelmiş olduğu için üstlendiği görevin elbette farkında ama bizim kuşak henüz bir darbe tecrübesi yaşamadığından işin o koşullarda nereye varacağını kestirmek o kadar da kolay değildi o günlerde. Gerçi yazı işleri müdürü olduğu dergi magazin dergisi de değilse de o yıllarda ülkede nispi  bir basın özgürlüğü vardı.

Ve 12 Eylül 1980’de gece saat 03.59’da darbenin düdüğü çalınca, arkadaşım bir anda varken yok oluyor! Ve başlıyor aynı bedende farklı kimlikle yaşamak. Binbir meşakkat içinde ama unutulmaz hayat parçalarını yaşamına ekleyerek zorlu bir mücadele başlıyor.

 Acıların gülmecelerle harman yapıldığı ve ufukta umudun arandığı yıllar yılları kovalamış; üç yıllar, beş yıllar, on yıllar geride kalmış. Günün birinde hakkındaki yüzlerce davanın zaman aşımıyla düştüğünü avukatlarından öğrenmiş.  Cemreler havaya düştüğü hafta, bahar umuduyla doldurmuş mahkeme kararlarını çantasına ve doğruca

Çankaya Nüfus Müdürlüğü’ne -bu sefer gerçekten kendi adına- nüfus cüzdanı almaya gidiyor. Ve Türk polisi binayı anında çember altına alıyor. Öyle ya azılı bir komünist kendi ayaklarıyla devletin kapısına gelmiştir, bu ne cüret! Tabii müşfik polisimiz Emniyet Müdürlüğünde arkadaşıma gecikmiş bir ilgiyi kışın soğuğunda fazlasıyla gösterir! Yedi günlük gözaltıdan sonra Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı “On yıldan fazla kaçmaya muvaffak olduğundan….” diye kendisine takdirname gibi bir belge verir. Artık o da sahiden ”vatandaştır”.

Bu zorlu yılların içinde zorluklar kadar neşeli hallerin de olduğunu düşünüyorum. Belli mi olur bir gün arkadaşım oturup yazar bu yılları.

***

5.

12 Eylül taşraya da gelmiştir. “Sağ-sol çatışması” teranesiyle yapılsa da 12 Eylül Darbesi, devrimcilerin canını çok yakmakla birlikte taşrada esnafın da rutunini bozmuştur.

Taşra sıkışmışlığı içinde esnaf kesiminin hafta sonları mahalle hamamında eğlence tertibi onlar için geleneksel bir hal almışken “Dik kafa bir komutan” çıkıp hafta sonlarında hamamların gece çalışmasını yasaklayınca olan olmuş esnaflar karalar bağlamıştır. Esnaflar “anarşik midir, vatan haini midir?”. Ki her zaman değil, arada bir dansöz oynatmaktadırlar göbek taşında. Yani herkesin 12 Eylül’ü kendinedir!

Yine bir hafta sonu esnaflar bu kez geliştirdikleri illegalite kurallarına riayet ederek ve dansöz olmaksızın Söğütlübahçe’den Roman müzik heyetiyle göbek taşında mezeli, turşulu, kelleli, rakılı aleme başlamışlardır.

Saatler ilerledikçe, kafalar iyi olunca kim ayarlasın müzik heyetinin çıkardığı sesin desibelini? Hamam dışına taşan “Neriman balkondan bakar,” türküsüyle askeri devriye ekibi ve başında subay hamamın giriş kapısına dayanmıştır. Neyse ki hamamın haricen bir çıkış kapısı vardır ve esnaflar peştemallarla çil yavruları gibi hamamı terk ederler. Geriye, yolda devriyelere yakalanırlarsa ne diyeceklerini bulmak kalmıştır.

***

6.

Lojistik firmalarında eskiden kamyon kaçırma çok olurdu. İçindeki kargolarla birlikte. Sonra da kaçıran kamyoncu satardı malları yok paraya. Nasılsa haydan geldi, diyerek.

Yine firmada bir gün kamyon kaçırıldı. Kaçırılmayı ilk kez yaşamadığımız için dövünmüyoruz. Bir an önce, kamyoncu malları “eritmeden” kendisini bulup malların çoğunu kurtarmak amacımız.

Kamyoncu kısa sürede bulunup Bölge Müdürlüğüne getirildi. Genç kamyoncunun ar damarı tamamen çatlamamış: “Şeytana uydum, ben yaptım,” diyor ama ne kadar dil döktüysek kamyonun içindeki malların nerede olduğunu söylemiyor. İyi bir gözlemci olmam ve görsel hafızam işe yarıyor ve son kozumu öne sürüyorum:

-Tamam o zaman sen şimdi buradan çık git! Ben de, senin uzaktan sevdiğin o sekreter kız var ya, ona senin ne mal olduğunu anlatayım!

-Yok müdürüm! Bunu yapma bana! Ben şimdi gidip akşama Aktarma Merkezine indireyim malları.

Ben şaşırdım ama dilimi de tutamadım:

-Elin oğlu kız kaçırır sen de anca kamyon kaçırırsın!

***

7.

Yıllar sonra, iş adamı bir arkadaşım anlatınca ben bir tuhaf oldum: Maoculuktan hep uzak oldum ama Çinli kafası biraz varmış bende, dedim kendi kendime!

Arkadaşım ithalat işine girince iş bağlantıları nedeniyle Çin’e gittiği bir seferde yapılmış anlattığı sohbet. İş ortağı Çinli kendisini Şanghay’da gezdirirken, eşinin Türk olması nedeniyle Türkçeyi iyi konuşan Çinliye sormuş arkadaşım:

-Bizdeki yolsuzlukları nasıl değerlendiriyorsunuz ve Çin’de yolsuzluk olunca ne yapılıyor?

-Beni bağışla ama, bu soruna yanıt verirsem çok ağır gelebilir…

-Gelmez gelmez, bizde öyle şeyler oluyor ki alıştık artık!

-Sizin yolsuzluk yapanlarınız çok aptal!

-Niye?

-Çok ufak paralar için yolsuzluk yapıyorlar…

-Bunun bir standardı mı var Çinde?

-Burada 5 milyon dolardan aşağıda kimse cesaret etmez. Ederse de gereğini yapar…

-Ne yapar?

-Tüm ailesini ve birlikte bu işi yaptıkları insanları önceden yurt dışına çıkarır…

-Çıkarmazsa ne olur?

-Çin yönetimi o yolsuzluğu yapanla irtibatlı kim varsa atar hapse, ömür boyu…

Fikir ve uygulama iyi de bizde uygulayacak bir babayiğit yönetim gelir mi? Gelirse bile hemen başlaması gerek yeni stadyumlar yapmaya!

*

8.

Apartmanda bir komşumuz var. Kamuda çalışıyor. Asansörde karşılaştık. Elinde bir tomar dosya. “Hayrola, bu ne çok evrak?” deyince sohbet asansör dışına taştı.

Ülkede durum çok kötüymüş ve daha da kötüye gidiyormuş ve hatta hilafetli faşizmin eli kulağındaymış. Eşiyle birlikte ve özellikle çocuklarının bu koşullarda yaşamalarını istemiyorlarmış. “Hem faşizm önünde sonunda benim kapımı çalacak,” deyince içim bir hoş oldu ve “Biz öldük desene!”nin ağzımdan çıkmasını engelleyemedim.

Komşum işi oldukça ilerletmiş; ailecek gidip yerleşmek istedikleri ülkenin resmi dilini öğrenmek için kurslara başlamışlar. Şu azime bak, bu gelecek olana karşı gel birlikte mücadele edelim, desem katiyen gelmez. Üstelik siyasi skalada da CHP’ye oy vermekten öte bir dahli yok. Sohbette, aman gitme, bu ülkeyi bunlara yedirmeyelim, demenin bir alemi yoktu. Belli ki komşunun derdi kendini kurtarmak. Üstelik hiçbir faşistin, yerli Gestapo’nun aklına gelecek birisi bile değil ama belki de benim bilmediğim bir kaçış sendromu vardır!

***

9.

Eskiden kurtarılmış şehirlerden biriydi. Devrimcilerin sayısı çok azalsa da kalanlar mücadeleyi bırakmıyor. Büyük bir miting düzenlemek için çalışıyorlar. Zor şartlarda bile küçük imkânlarla il merkezinde, ilçelerde, köylerde oturan eski yoldaşlarını ziyaret edip hem sohbet hem davet yapıyorlar.

Yine şehir dışına, bir ilçeye gidiyorlar miting çalışması için. Miting, hoş sohbet derken, bizimkilerin karnı acıktığı için “Şöyle yarım ekmeğe köfte koydursanız, yesek de öyle dönsek…” denilince gittikleri ilçenin eski mahalle örgütlenmesinden bitirim sayılabilecek eski bir arkadaşları bu söyleneni adeta kendine küfür addedip noktayı koyuyor: “Yook bilader ben size mekânı hazırlattım, hep birlikte yiyelim içelim; sohbete devam,” deyince; ehh bizim mitingciler hem yorgun, hem misafir bulduğunu yer anlayışıyla, arkadaşlarının peşine takılıp deniz kıyısındaki mekâna gidiyorlar.

Restoran düzeninde servisler açılıyor, garsonlar etraflarında fır dönüyor. İçecekler de geliyor buzlu buzlu. Hafiften, marş değilse de yine isyankâr içeriğe sahip, daha çok garibanların dinlediği müzik de fonda yerini alıyor. Tam yemeğe başlanacakken restoranın iç kısmından sarışın, sıcağa meydan okuyan giysileriyle hanımlar birer birer gelip masada kendilerine yer açıyorlar. Tabii yıllarca kadın mücadelesine de destek vermiş yoldaşlar şaşkınlık içinde olsalar da hanımlara centilmence yer veriyorlar. Yalnız o dakikadan itibaren herkesin yemeği önünde soğuyor, kimsenin eli çatala kaşığa gitmiyor. Hepsinin yüzüne,  sanki bir hesaplaşmanın yansıması gibi koyu bir tedirginlik gelip oturuyor.

Artık bu ortamda devrimci sohbet yapılamayacağına göre söz; denize, balıklara, buranın havasının, suyunun güzelliğine geliyor. Herkes birbirinin gözüne bakıp ne yapacağız’ı bulmaya çalışırken mekânı ayarlayan arkadaşları garsona sesleniyor: “Koçum! Fotoğrafçı gelsin hemen, bu tarihi günü pozlasın! “


    İşte bu sesleniş mekândan en hızlı kim çıkar’ın işaret fişeği oluyor. Sanki deprem     olmuşçasına ve yaşlarından beklenmeyecek çeviklikle mekân saniyeler içinde terk ediliyor. Geride hayretler içinde arkalarından bakan hanımlar ve bitirim eski yoldaşları kalıyor. Sarışın bir hanım yüksek sesiyle ortaya soruyor: “Anamm bunlar nasıl faşitlerle vuruşmuş, bir fotoğraf çekinmekten, karılarından korkuyorlar!“
Bitirim yoldaş hanımları tüm vakurluğuyla boşalan masaya tekrar oturtup gerekli açıklamaları ve yoldaşlarının aslında çok cesur insanlar olduklarını anlatıyor. Gerçi hanımların yüz ifadelerinden bitirim yoldaşın havanda su dövdüğü anlaşılıyor…

*Tek Yön, Walter Benjamin, YKY, sy.14-15, 2018


Naim Kandemir – 9 Eylül 2020 – Çanakkale

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑