..." /> Politik durum ve devrimci taktiğimiz | Partinin Sesi

Sosyalizm

Published on Ocak 7th, 2024

0

Politik durum ve devrimci taktiğimiz | Partinin Sesi


ULUSLARARASI GELİŞMELER

I Çifte Kriz Kıskacında Kapitalizm Ve Sermayenin Açmazları

Dünya çapında döneme damgasını vuran başlıca gelişmelerden biri koronavirüs pandemisiydi. Salgın, tüm sosyal hayata ve ilişkilere yaptığı köklü etkilerle, sermayenin doğayla ve toplumla kurduğu azami kar amaçlı ve yağmacı ilişkinin 21. yüzyılda insanlığın varoluş koşullarını tehdit eder bir yıkıcılığa ulaştığının yeni ve vahim bir kanıtı oldu. Bu yıkıcılık, tekelci kapitalizmin virüsün oluşum ve yayılım şartlarını hazırlamasında olduğundan da fazla, pandemi sürecindeki uygulamalarında kendini gösterdi.

Pandemiyle başa çıkmak yüksek düzeyde uluslararası işbirliğini gerektirirken, dünyanın birbirleriyle gitgide yoğunlaşan bir rekabete tutuşmuş burjuva devletlere bölünmüşlüğü böyle bir işbirliğini olanaksız kıldı. Öyle ki, ABD koronavirüs bahanesiyle Çin’e karşı emperyalist hamleler yapmak uğruna Dünya Sağlık Örgütü’nün altını oydu. Sermayenin her şeyi piyasalaştırmış olduğu emperyalist küreselleşme evresinde, en gelişkin burjuva devletler bile bir yıl boyunca basit bir maske dağıtımını düzenleyemedi, sağlık sektörleri resmen çöküşe uğradı. Burjuva devletler, önleyici sağlık hizmetlerinden ve yeterli tedavi imkanlarından yoksunluğun sonuçlarını, doğrudan yasaklarla, seyahat yapma ve sokağa çıkma kısıtlamalarıyla gidermeye yöneldi. “Evde kal” çağrıları ve sokağa çıkma kısıtlamaları işçi sınıfının ezici çoğunluğunu elbette kapsamadı. Bu çağrılar ve kısıtlamalar dahilinde evlerine kapatılan ücretli işçiler üzerindense evden esnek ve kuralsız çalışma özellikle de hizmet işkollarında bir istihdam ve sömürü biçimi olarak yaygınlaştırıldı. Trump, Bolsonaro ve Erdoğan gibi faşist elebaşılar, ekonomi çarklarının dönmesinin işçi hayatından daha öncelikli olduğunu en pervasız sözlerle dile getirmekten kaçınmadılar. Yoksul yaşlı kesim düpedüz “çöp nüfus” muamelesi gördü. Eve kapanmanın ve karantinanın çarpıcı bir sonucu da, kadın yanlı herhangi bir toplumsal önlem devreye sokulmadığından, ev içi emek sömürüsünün ve erkek şiddetinin alabildiğine artmasıydı.

Neresinden bakarsak bakalım, dünyayı sırtlarında taşıyan işçiler, mülksüzler ve yoksullar, pandeminin ve pandemi koşullarında burjuva devletlerin politikalarının sonucu olarak yığınsal ölümlere, en ağır sağlık sorunlarına, yasaklara, işsizliğe ve şiddete maruz kaldılar. Zenginler, üretim araçlarının sahibi olanlar ise sağlıklarını azami derecede koruyacak koşullara sahip biçimde, lüks ve sefa içinde yaşamaya devam ettiler. Sömüren­sömürülen, zengin­yoksul, yöneten­yönetilen çelişkileri birdenbire çok daha şiddetli ve çıplak halde dışa vurdu, yerküremizin bir avuç dünya tekelinde cisimleşen kapitalist özel mülkiyeti artık taşıyamaz durumda olduğu gerçeği bir kez daha gözler önüne serildi. Birçok burjuva ideolog dahi kapitalizmin toplumsal açmazları karşısında yalnızca çaresizliğini dile getirebildi. Denilebilir ki koronavirüs krizi, emperyalist küreselleşme evresindeki bu “olağanüstü dönem”, ekonomik krizler, mali krizler, ekolojik krizler, gıda krizleri, savaş krizleri, enerji krizleri, salgın krizleri, göç krizleri çeşitliliğinde, belki de kapitalizmin varoluşsal krizine özgü bir “olağanlık” başlangıcı teşkil etti.

Koronavirüs krizi, seyahat etme ve sokağa çıkma kısıtlamalarıyla bağlı olarak uluslararası tedarik zincirlerinin kopması, işletmelerin atıl hale gelmesi, tüketici talebinin düşmesi, dış ve iç ticaretin dibe vurması sonucunda, 2020’de derin bir ekonomik krizi tetikledi.

Kapitalist dünya üretimi pandemi öncesinde de krize doğru gidiyordu. 2008­09 krizinin ardından dünya ekonomisi inişli­çıkışlı bir durgunluktan kurtulamamış, 2014’ten itibaren kar oranları tekrar düşmeye ve spekülatif sermaye balonu tekrar şişmeye başlamış, merkez bankalarının parasal gevşeme ve piyasalara para enjekte etme politikası ile devletlerin, şirketlerin ve hanelerin limitsizce borçlanması yalnızca birikmekte olan kriz öğelerini dizginlemeye yaramıştı. Pandemide dizginler kopunca, birçok ülkede beşte bire varan küçülmelerle ve borca batmış “zombi şirket”lerin sayısında birkaç misli artışlarla dünya ekonomisi tam bir çöküntüye sürüklendi. Çöküntü dünya çapında şirket karlarının neredeyse yüzde 20 düşmesinde ve ekonominin de yüzde 3,1 küçülmesinde ifadesini buldu. Burjuva devletler 2008­09 krizinde yapılanın aynısını yaptılar, trilyonlarca doları tekelci sermayeyi batmaktan kurtarmaya ayırdılar. Buna karşılık, krizde işçilerin ve emekçilerin gelirlerindeki düşüş şiddetlendi, on milyonlarca işçi işsizliğin pençesine atıldı, 160 milyon insan daha yoksulluk sınırının altına itildi, küresel işsizler ordusu resmi verilerle bile çeyrek milyar insanı geçti.

Pandeminin ardındansa dünya ekonomisindeki toparlanma trendi sadece bir yıl sürdü. 2022’de sermayenin karlılığı yeniden düşme eğilimine girdi. Üstelik, uluslararası tedarik zincirlerindeki kırılmaların giderilememesine Rusya­Ukrayna savaşıyla ortaya çıkan enerji darboğazı da eklenince, dünya genelinde enflasyon yükselişe geçti. Yüksek enflasyon karşısında merkez bankalarının parasal sıkılaşmaya dönüşü ve faiz artırımları borçlanma maliyetinin de hızla artmasını getirdi. Küresel borcun küresel üretimin 3,5 katına vardığı koşullarda bu artış, karlılığın düşüşüyle el ele dünya çapında yine ekonomik durgunluğa kapıyı açarken, aralarından 21’i iflasın eşiğine gelen orta ve geri düzeydeki kapitalist ülkede yakın gelecekte olası büyük bir borç krizini de mayalamaya başladı. Borçlanma maliyetindeki artış olağanüstü şişen finans sektörü balonunda da delinmelere neden oldu. 2022’de kripto para piyasasının değerinin üçte ikisini kaybetmesi, aynı zamanda Tesla ve Meta gibi ileri teknoloji şirketlerinin hisselerinin yere çakılması, son olarak da ABD’de finansal spekülasyonda yoğunlaşmış bazı bankaların batması, dünya üretiminin değerinin ancak yaklaştığı 100 trilyon dolara karşılık sayısız hayali sermaye aracıyla dolaşımda olan 1,3 katrilyon dolarda ifadesini bulan bu olağanüstü şişmenin sınırlarına işaret etti.

2020 ekonomik krizinin izleri kapanmamışken, yeni bir ekonomik ve mali krize dair alametlerin arttığı bu aynı dönemde işçi sınıfı ve emekçi tabakalar yeni bir yoksullaşma dalgasının önüne itildiler. Üretkenlik artışı ile ücret artışı arasındaki fark, üstelik üretkenlik artışı son derece yavaşlamışken, son çeyrek yüzyılın en yüksek seviyesine ulaştı. Öyle ki, küresel ücret ortalaması reel olarak düştü. Yükselen enflasyon hemen her ülkede işçilerin ve emekçilerin gelirlerini doğrudan aşındırdı. Toplumsal eşitsizlik, dünyadaki en zengin 264 kişinin servetinin üç milyar insanın varlıklarının toplamına eşit hale geldiği bir noktaya vardı.

Dönemin özetlenen ekonomik ve sosyal koşulları altında burjuva toplumlarda aile yapılarının çeşitli biçimlerde çözülmeye uğrayışı hızlandı. Burjuva devletler, ataerki ile kapitalizm arasındaki çelişkili birliğin korunup sürdürülmesi için, kürtaj hakkının gasbına ve aileyi güçlendirici diğer önlemlere daha sıkı sarılır oldular. Ev içi ücretsiz emek sömürüsünün artmasının ve sermayeye evden ücretli çalışma biçimlerinin yaygınlaşmasının örtüşüp birleşme eğilimi güçlendi. Kadınların eşitlik ve özgürlük taleplerini karşılamakta sınıra dayanmış, toplumsal ve siyasal hakimiyetini süregelen biçimleriyle yeniden üretemez hale gelmiş, dünya çapında krize saplanmış erkek egemenliği, kadın mücadelelerini burjuva devlet zoruyla bastırma, toplumsal hayatın her alanında erkek şiddetini tırmandırma, kadınların kazanılmış haklarını art arda gasp etme yolundan yürümeye devam etti.

Geride kalan yıllarda dünya kapitalizminin çifte kriz kıskacına girmesiyle emperyalist küreselleşmenin açmazları da iyice belirginleşti.

Bu çifte krizin hemen öncesinde ABD ve Çin arasında patlak veren “ticaret savaşı” söz konusu açmazların önde gelen bir göstergesi oldu. Çin “küresel serbest rekabet” bayrağını kaldırırken, Çin’e karşı gümrük tarifelerini yükselten ABD iktisaden “içe dönmeci ve korumacı” bir politikaya yöneldi. Keza Trump yönetimindeki ABD, NAFTA’ya son verilmesini istedi, Meksika sınırına duvar ördü, Trans­ Pasifik Ticaret Anlaşması’nı yırttı, Trans­Atlantik Ticaret Anlaşmasını yürürlüğe sokmadı. Buna karşın Trump yönetiminin bu politikaları bizzat ABD orijinli dünya tekellerinin bir yarısının itirazlarına maruz kaldı. Çin’le giriştiği “ticaret savaşı”, ABD’nin emperyalist küreselleşme evresinde hem neoliberal sermaye birikim tarzındaki yapısal tıkanıklıklarını, hem de dünya genelinde emperyalist hegemonyasındaki erozyonu yansıttı.

İngiltere’nin AB’den ayrılması, pandemide kopan uluslararası tedarik zincirlerinin birkaç yıldır onarılamaması, DTÖ, IMF ve DB gibi uluslararası mali ve iktisadi kuruluşların işlev kaybına uğraması, küresel fabrikanın başlıca üssü olan Çin’e karşı emperyalist rekabetin gitgide boyutlanması, Rusya­ Ukrayna savaşında boyun eğinceye değin Rusya’nın Batılı dünya tekellerinin hakimiyetindeki kapitalist piyasalardan dışlanması, kapitalist ekonomilerin devrevi kriz sonrasında dahi inişli­çıkışlı bir durgunluğun ötesine geçememesi, dönem içinde emperyalist küreselleşmenin belirginleşen açmazlarının diğer temel verileri oldu.

“Küreselleşmenin sonu mu?” tartışmalarına da kapı aralayan bu açmazların özü özeti, sermayenin gelişiminin emperyalist küreselleşme evresinde kendi kendisinin mutlak engeli haline gelmesi, yani kapitalizmin varoluşsal krizidir. Tekelci sermaye bu evrede artık bir sıçrama tahtasından yoksun. Ucuz işgücü ülkelerine akan sermaye yine de kar oranlarındaki düşüşü önleyemiyor, finans piyasalarındaki hayali sermaye balonları art arda şişip patlıyor, dünya pazarına hakim olan dev şirketlerin iflası göze alınamıyor, kapitalist entegrasyonun bölgesel biçimlerinin öne geçmeye başlaması da ekonomik durgunluğa çare olamıyor, tıkanmış haldeki sermaye birikim tarzı yenilenemiyor. Buna karşın, sermayenin dünya ölçeğinde yoğunlaşması ve merkezileşmesi bugün artık, onun ağırlıklı olarak ulusal sınırlara dönmesine de, burjuva devletin iktisadi etkinliğinin gölgesinde semirmesine de, siyasi iktidarların sermaye kontrollerine boyun eğmesine de, kapitalist “refah devleti” politikalarını diriltmeye uyum sağlamasına da imkan tanımayan devasa boyutlarda. Bu yüzden, burjuva iktisatçıların yenilenme arayışları net bir sonuca ulaşamıyor, tekelci sermayenin gelişimi için emperyalist küreselleşmesinin ötesine veya berisine geçen herhangi bir gelecek projeksiyonu oluşmuyor. Nostaljik öykünmelerle iktisadi reçeteler yazmaya soyunan neokeynesyen müdahalecilikten veya orta sınıfların da desteğini alarak gelişen içe dönmeci ve korumacı yeni faşist hareketlerin reçetelerinden sermayenin ölümcül hastalığına gerçek bir çare çıkmıyor.

Başlıca özelliklerine dikkat çekilen çifte kriz süreci, işte bu ölümcül ve çaresiz hastalığın yeni bir dışavurumuydu. Sermayenin üretim ateşinin sönmüş olduğu gerçeği böylece bir kez daha gözler önüne serildi. Bir yanda kronik aşırı sermaye fazlası ve diğer yanda kronik aşırı işgücü fazlası, birbiriyle ilişkiye girmeksizin ve dolayısıyla birbirinin varlık nedeni olmaktan çıkarak, çoğalmaya devam ediyorlar. Sermayeler arası rekabet, teknolojik gelişim yoluyla üretkenliği artırmak yerine, işgücünün fiyatını mutlak biçimde düşürmek ve finansal araçlarla spekülatif kar peşinde koşmak çerçevesinde cereyan ediyor.

Varlık koşullarını yeniden üretemez hale gelen dünya işçi sınıfının payına gitgide azalan ücretler, yok olan sosyal haklar, artan işsizlik düşüyor. Emekçi katmanlar yoksullaşma, mülksüzleşme ve hiçleşme anaforuna itilmiş durumda. Dünya çapında kapitalizmin toplumsal rıza üretme imkanlarının böylesine daralmakta ve sınıfsal çelişkilerin böylesine derinleşmekte olduğu koşulların başlıca siyasi sonucu, emperyalist merkezler de dahil olmak üzere pek çok ülkede büyük işçi hareketlerinin, sarsıcı halk ayaklanmalarının patlak vermesi oluyor. Önümüzdeki dönemde işçi sınıfı ve halk yığınları, umutsuzluk ve çaresizlik içinde fiziki, fikri ve ahlaki çöküntü kuyusuna yuvarlanmanın yanı sıra, yeni isyanlarla kaderlerini kendi ellerine almaya da yönelecekler. Sınıf mücadelesinin son birkaç yıllık dünyasal örnekleri, işçi sınıfı ve ezilenlerin bu ikinci yolu daha fazla tutacaklarına işaret ediyor.

II Emperyalist Rekabet, Keskinleşen Bloklaşma Ve Dünya Savaşı Alametleri

Suriye savaşındaki düğüm halen çözülememişken, Ukrayna dönem içinde emperyalistler arası rekabetin yeni düğüm noktası oldu. Doğu Avrupa’nın eski Varşova Paktı üyelerini yutmuş olan NATO savaş kışkırtıcılığını tırmandırmaya ve son olarak Ukrayna’yı da bu emperyalist askeri ittifaka dahil etmeye girişince, Rusya­Ukrayna savaşı patlak verdi. Bu savaş, ABD ve NATO için Rusya’nın dişlerini sökme emperyalist hedefine bağlıyken, Rusya da ne pahasına olursa olsun kendi emperyalist nüfuz sahasını korumayı temel aldı. ABD emperyalizmi NATO’yu yeniden etkinleştirmeyi ve Avrupalı emperyalist devletleri kendi hegemonyası altında mevzilendirmeyi başarmış olmasına, Rusya emperyalizmi de Ukrayna’nın NATO üyeliğini engelleme ve Donbass’ı ilhak etme hedefine varmış olmasına rağmen, uzayan ve halen sonuçlanmayan, hatta Rusya’da savaş şirketi Vagner’in darbe girişimine varan savaş her iki tarafın da asıl amaçlarına henüz ulaşamadığı yeni bir emperyalist denge durumunu beraberinde getirdi.

Rusya­Ukrayna savaşıyla emperyalist devletler arasındaki rekabetin şiddetlendiği, bu rekabette siyasi­askeri gücün artık daha fazla ve daha dolaysız devreye girdiği yeni koşullar ortaya çıktı. Her iki blokta, ama bilhassa ABD’nin başını çektiği blokta önemli iç çelişkiler bulunmasına karşın, bir yanda ABD, İngiltere, AB ve Japonya’nın meydana getirdiği, diğer yanda Rusya ve Çin’in eksenini oluşturduğu iki emperyalist blok bu dönemde iyice belirginleşti. ABD Rusya’nın geniş bir bölgede enerji kaynakları üzerindeki tekelci hakimiyetini kırma ve Çin’in devlet kapitalizmini dağıtarak sermaye için yeni bir genişleme alanı yaratma, böylece Rusya’yı ve özellikle Çin’i emperyalist rekabette yenilgiye uğratma amacıyla saldırgan politikalarına hız verdi. Rusya ve Çin ise ABD ve NATO karşısında Şangay İşbirliği Örgütü’ndeki ilişkilerini pekiştirmeye ve bu emperyalist ittifakın hem kurumsallığını güçlendirmeye hem de hegemonya sahasını genişletmeye yöneldiler.

Bu çatışmalı emperyalist bloklaşmanın bugün geldiği düzey, ABD’nin emperyalist hakimiyetindeki çözülme sürecinin en açık verisi. Üstelik bu çözülme süreci, son birkaç yıl içinde, AB’nin başlıca emperyalist devletlerinin kendi çıkarlarının peşinde koşarken ABD politikalarıyla sürtünmelerinde, böylesi sürtünmelerin örneğin Çin’le, Rusya’yla veya İran’la ilişkiler kapsamında sıklıkla ortaya çıkmasında, özellikle Almanya’nın enerji temininden Çin’le ilişkilere değin farklılaşan emperyalist politikalarını gündemleştirmesinde görüldüğü kadar, Hindistan, Türkiye, Filipinler, Suudi Arabistan,

11

Macaristan gibi ABD ve Batı Avrupa’daki emperyalistlere bağımlı devletlerin ABD politikalarıyla çelişkili hareketlerinin çoğalmasında, hatta örneğin Suudi hanedanlığı gibi kökten Amerikancı bir iktidarın Çin’le art arda anlaşmalar yapacak bir manevra alanı bulmasında da dışavurdu. Keza ABD emperyalizminin ülkeyi Taliban’ın ellerine bırakarak Afganistan’daki işgaline son vermeye mecbur kalması da aynı gerçeğin bir başka ifadesiydi.

ABD’nin emperyalist hegemonyasındaki zayıflama eğilimine karşıt olarak, dönemin yükselen emperyalist gücü Çin oldu. “Bir Kuşak Bir Yol” projesini hızlandıran Çin, böylelikle emperyalist nüfuz alanını genişletecek önemli bir iktisadi atak daha yaptı. Çin’e karşı “ticaret savaşı”nda geri adım atmak zorunda kalan ABD ise, askeri üstünlüğüne yaslanarak ve bir ABD­Çin savaşı olasılığına dair spekülasyonları da yayarak, Güneydoğu Asya’da bir tür NATO saldırganlığı misyonu yüklenen QUAD örgütlenmesi ve AUKUS anlaşması gibi siyasi­askeri girişimlerle, Tayvan ve Güney Çin Denizi’nde gerilimi tırmandırma hamleleriyle, Çin’i kuşatma siyasetine daha fazla ağırlık vermeye başladı.

ABD özellikle İran’a ve Filistin’e karşı geliştirdiği yeni emperyalist tutumlarla Ortadoğu’daki saldırganlığını boyutlandırdı. İran’a yönelik kuşatma iktisadi­mali ambargoyla ve Kasım Süleymani suikastı gibi askeri saldırılarla sürdürüldü. İran’ın karşılıkları ise Hürmüz Boğazı’nda petrol sevkıyatına müdahaleden Irak’ta hükümet oluşumunu manipüle etmeye varan, Yemen’den Suriye’ye ve Lübnan’a uzanan bir kapsamda oldu. Filistin’deyse, Trump yönetiminin İsrail siyonizmiyle beraber “Yüzyılın Anlaşması”nı ilan etmesini ve “Kudüs İsrail’in bölünmez başkentidir” demesini takiben, İsrail’in saldırı ve katliamları katlanarak arttı. Anlaşmanın açıkça sergilediği üzere Suudi Arabistan’dan Mısır’a değin işbirlikçi Arap devletlerinin İsrail’le ilişkilerini geliştirmekteki heveskarlıkları, Filistin özgürlük davasının gerici Arap iktidarlarınca oluşturulan teslimiyet zorlamasını da aşıp geçme mecburiyetinin yeni bir kanıtını oluşturdu.

Emperyalist rekabetin şiddetlendiği ve emperyalist bloklaşmada gelişimin hızlandığı, SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın çöküşünü takiben ABD hegemonyası altında paylaşılmış pazarların ve nüfuz alanlarının şimdi ABD hegemonyası çözülme sürecindeyken yeniden paylaşılması yönlü girişimlerin arttığı, ABD’ninse hegemonyasındaki çözülmeyi durdurmak için emperyalist saldırganlığını tırmandırdığı, emperyalistler arası askeri karşıtlaşmanın Rusya­Ukrayna savaşıyla birlikte lokal savaşlar çerçevesinin ötesine geçme eğilimi gösterdiği dünyasal koşullarda, yeni bir emperyalist dünya savaşının alametleri ortaya çıkmaya başladı. Rusya­Ukrayna savaşı bunların en çarpıcısı oldu.

Rusya­Ukrayna savaşında dünya nezdinde üç farklı siyasi çizgi test edildi. Birincisi, Rusya’yı salt saldırgan emperyalist güç olarak gören, Ukrayna faşizmini mağdur sayıp destekleyen, hatta birçok örnekte NATO’yu savaşa doğrudan dahil olmaya çağıran, Rusya karşıtlığını yer yer sosyalizme ve tarihi sosyalist sembollere nefret kusmakla birleştiren, Avrupa ülkelerindeki kitlesel gösterilerin çoğuna da rengini veren, burjuva liberalizminden ve Avrupa sosyal demokrasisinden köklenen ve derin bir antikomünist nitelik taşıyan çizgi. İkincisi, NATO’nun ve ABD emperyalizminin saldırganlığına karşı çıkan, ama Rusya’nın salt bir savunma savaşı verdiğini öne süren, Donbass’ın kendi kaderini tayin hakkının hakiki meşruluğunu Rusya’nın emperyalist hamlelerini haklı çıkarmanın gerekçesi kılan, hatta kimi örneklerde Rusya ve Çin’i başlıca antiemperyalist odaklar sayan, genellikle eski revizyonist SBKP yanlısı akımlardan köklenen çizgi. Üçüncüsü ise, özgürlük adına NATO ve ABD’ye ya da antiemperyalizm adına Rusya ve Çin’e yedeklenme eğilimlerine kapılmayan, dünya halklarının en büyük ve en tehlikeli düşmanı olan ABD emperyalizmine karşı duran, fakat bununla birlikte Rusya’nın emperyalist niteliğini de teşhir eden, Donbass halkının kendi kaderini tayin hakkınıysa meşru gören, dünya işçi sınıfının ve ezilenlerinin gerçek antiemperyalist ve demokratik çıkarlarını bayraklaştıran, tutarlı devrimci güçlerden ve komünist hareketten köklenen çizgi.

Komünist, devrimci, tutarlı antiemperyalist partilerin ve grupların, emperyalist dünya savaşı alametlerinin boy vermeye başladığı içinden geçtiğimiz dönemde, halkçı, ilerici, demokratik ve antiemperyalist dinamiklerin iki emperyalist bloktan birine yedeklenmesini önleme sorumlulukları kritik bir politik ve ideolojik göreve haline gelmiş bulunuyor.

III Yeni Faşist Hareketler

Yeni faşist hareketler 2008-­2009 krizinden bugüne birçok ülkede, özellikle de kapitalist metropollerde, büyüme seyrini sürdürdüler. Fransa’da başkanlık seçiminin ikinci turunda faşist Le Pen’in oylarının yüzde 45’i bulması ve İtalya’da faşist Meloni’nin seçimden ilk sırada çıkarak başbakanlığa gelmesi bunun iki tipik göstergesiydi. ABD’de Trump’un ve Brezilya’da Bolsonaro’nun seçim sonuçlarını geçersiz kılmak üzere faşist kitle hareketlerine dayalı birer darbe girişiminde bulunmalarıysa dönemin iki çarpıcı gelişmesi oldu.

Dönem içinde sınıfsal, toplumsal ve siyasi çelişkiler iyiden iyiye keskinleşti. Emperyalistler arası rekabet şiddetlendi. Batılı emperyalist devletler burjuva demokratik yasaları tırpanlamaya ve zora dayalı yönetim biçimlerine yönelmeye devam ettiler. Ukrayna’dan Suriye’ye, Libya’dan Azerbaycan ve Ermenistan’a, Yemen’den Etiyopya’ya kadar haksız savaşlar, işgaller ve gerici iç savaşlar sürdü veya oluştu. Tayland’dan Myanmar’a, Sudan’dan Burkina Faso’ya, Gine’den Mali ve Çad’a bir dizi ülkede askeri darbeler yapıldı. ABD emperyalizmi Venezuela’dan Bolivya’ya, Nikaragua’dan Brezilya’ya ve Peru’ya değin Latin Amerika’da art arda “sivil” makyajlı darbeler örgütledi. Tüm bunlar dünyanın son yıllarda daha da sertleşen ve kaotikleşen çehresinin belirgin çizgileri oldu.

Yeni faşist hareketlerin gelişimi bu sertleşmenin ve kaotikleşmenin hem bir sonucu, hem de bir etkeni. Bu hareketler hem Batılı kapitalist metropollerde öne çıkıyor, hem de burjuva seçim ve parlamento araçlarını da kullanarak kitle hareketleri örgütleyen bir formda ilerliyor. İliklerine dek çürümüş olan burjuva demokrasisi ve parlamentosu yeni faşist hareketin serası oluyor.

Bilhassa Batılı kapitalist ülkelerde, yaşam standartlarındaki kayıpların faturasını göçmenlere ve mültecilere kesen, ücretlerin düşmesinin, işlerin yitirilmesinin, sokaklarda çeteleşmenin boy vermesinin sorumluluğunu yoksul göçmen ve mültecilere yükleyen ırkçı­şoven zemindeki egemen ideolojik bilinç kolayca taban buluyor. Öyle ki, Belarus­Polonya veya Fas­İspanya sınırlarındaki, Ege veya Akdeniz’deki kitlesel kırımlardan kurtulup yollarına devam edebilen Asyalı, Afrikalı, Ortadoğulu mülteciler, Batı Avrupa ülkelerinde çok geçmeden ırkçı faşist saldırganlığın hedefi oluyorlar. Hanau katliamı tipindekiler de dahil faşist paramiliter örgütlerin saldırıları artıyor. Yeni faşist hareketler tipik olarak, işini kaybetme korkusundan beslenen mülteci düşmanlığıyla yelkenlerini şişiriyor.

Kapitalist gelişmenin henüz görece alt seviyede bulunduğu ve dinin toplumsal­siyasal etkisinin halen diri olduğu kimi ülkelerde faşizm bir ayağını politik dinsel zemine basarak yürüyor. Erdoğan’ın İslama ve Modi’nin Hinduluğa dayalı faşist çizgileri bunun tipik örnekleri. DAİŞ, Taliban, El Kaide, Boko Haram gibi politik islamcı örgütlerin gerek yığınsallaşma deneyimleri, gerekse de hakimiyet kurdukları bölgelerdeki yönetim pratikleri, Doğu’da faşizmin genellikle politik islamcılıkla iç içe geçerek boy verdiğine ve vereceğine işaret ediyor.

Yeni faşist hareketler emperyalist küreselleşme politikalarına reaksiyonun ifadesi olan taleplerle sahne alıyor. Faşist partiler, açıkça burjuva “refah devleti” dönemi politikalarını savunmuyorlar. Fakat ulus devleti yeniden güçlendirmek, içe dönmeci ve korumacı ekonomi politikaları uygulamak, AB’ye karşı çıkmak gibi savunularıyla, emperyalist küreselleşmeyle çelişki halinde olan ve yıkıma uğrayan orta sınıflardan kesimlerin siyasi eğilimlerini de yansıtan bir kimlikle öne çıkıyorlar. Bu savunulara bağlı olarak ülkede yatırımı ve istihdamı artırma vaatleri egemen ulustan işçiler ve yoksullar arasında da cezbedici olabiliyor. Yığınlarda göçmen ve mülteci karşıtlığının odağında durduğu toplumsal güvensizlik psikolojisi, güçlü ulus­devletin koruyuculuğuna duyulan gerici özleme fitil teşkil ediyor. Yeni faşist partiler ve hareketler bu zeminde kuvvet toplama imkanı buluyorlar.

Bu yeni tipte faşist hareketlerin muhalefet partileri olarak yürüttükleri ideolojik­siyasi propaganda ve savundukları program, örneğin ulusal korumacı önlemler, finansal işlemlere kontroller, sermaye ihracına sınırlamalar, istihdam artırıcı devlet yatırımları gibi vaatler emperyalist küreselleşme kapitalizmiyle karşıtlık içinde olsa da, politik işlevleri iki yönden düzeni ve hakim sınıfları güçlendiriyor. İlk olarak, yeni faşist hareketler emperyalist küreselleşme politikalarına tepkili işçi ve emekçi yığınların arkaladıkları bölümünü ideolojik­politik bakımdan antikomünizm ve kapitalist düzen destekçiliği zemininde tutuyorlar; ikincisi, egemen sınıfların demagojik “faşist tehlike” sopasıyla, işçi ve emekçilerin faşizme tepkili kesimlerinin burjuva düzenin liberal parti ve kurumlarına sarılmaya yöneltilmesinin dayanağı oluyorlar.

Yeni faşist hareketlerin, güncel ekonomik, sosyal ve demokratik taleplerini demagojik tarzda sahiplenerek, işçileri, yoksulları ve işsizleri gerek göçmen ve mülteci karşıtlığı, gerekse emperyalist küreselleşmenin değişik toplumsal sonuçları karşıtlığı zemininde kendi çıkarlarından koparma, egemen devletlerin şoven, ırkçı, antikomünist kitle tabanına dönüştürme niteliğinin sistematik tarzda teşhiri komünist parti ve örgütlerin en önemli politik görevleri arasındaki yerini koruyor.

Bugün sol liberalizm madalyonun bir yüzüne bakıp, orada büyüyen ve hatta burjuva demokrasisinin mabetlerinde hükümet olan faşist hareketleri gördükçe, paniğe kapılıyor ve iyice çaresizleşiyor. Fakat madalyonun diğer yüzünde büyüyen ve hatta bir dizi örnekte ayaklanmalara dönüşen işçi, kadın, gençlik mücadeleleri, halk hareketleri var. Kapitalizmin varoluşsal krizi koşullarında toplum içinde siyasi uçlaşma eğilimleri güçleniyor. Halk yığınları arasında faşizmin yörüngesine girme eğilimi kadar düzene karşı mücadele ve ayaklanma eğilimi de güç kazanıyor.

IV

İşçilerin Ve Ezilenlerin Gelişen Mücadeleleri Ve Halk Ayaklanmaları Dönemi Emperyalizm, gerek ülkelerinde ve bölgelerinde yürüttükleri güncel savaşımlarıyla ve kazanabilecekleri olası zaferleriyle uluslararası tekelci burjuvazinin çıkarlarını doğrudan tehdit eden, gerekse art arda patlak veren halk ayaklanmalarını dünya kapitalizminin karşısına büsbütün yıkıcı bir

kuvvet olarak çıkmaya yöneltme potansiyeli taşıyan tüm devrimci mücadele üslerini yok etme, tüm silahlı direniş ocaklarını söndürme saldırılarını dönem boyunca sürdürdü. Silahlı devrim mücadelesi veren partiler ve örgütler, içlerinden kimisi kısmi enternasyonal dayanışma pratikleriyle buluşsa bile dünyasal bir devrimci koordinasyondan yoksun olarak, bu emperyalist siyasi ve askeri saldırılar karşısında devrimci mevzilerinde tutunmayı başardılar.

Başlıcaları Filipinler, Hindistan, Kolombiya, Filistin, Kürdistan ve Türkiye’de yanmaya devam eden, dünya işçi sınıfı ve ezilenleri arasındaki devrimci mayalanmaların en önemli yol göstericileri, ayağa kalkan her halkın özellikle genç kuşağı için devrim idealinin ve umudunun capcanlı ilham kaynakları olan bu silahlı direniş ocaklarının varlığı hayati önemde. Zira adı geçen her bir ülkedeki burjuva devletin bölgesel bir karşıdevrim merkezi olma niteliği, askeri teknik bakımdan tartışmasız üstünlüğü, emperyalizmin her türden askeri desteğini arkalama olanağı göz önüne alındığında, buralardaki silahlı devrimci savaşımların ne denli cesaret aşılayıcı oldukları daha berrak kavranabilir. Bu savaşımların mimarı olan partiler ve örgütler, ideolojik çizgilerinin, somut müdahale güçlerinin ve politik yönelimlerinin ötesinde, çok sayıda örgütü, grubu, hareketi ve mücadeleyi etkiliyor ve devrimci bir yöne çekiyor.

Keza ICOR ve ILPS gibi devrim ve sosyalizm iddialı dünyasal koordinasyonlar da, işçi sınıfı ve ezilenlerin dönem içindeki mücadelelerinin çeşitli ülkelerde doğumlarına ve olgunlaşmalarına yeni ve elverişli fırsatlar sunduğu devrimci öznelerin gelişimlerine değişik düzeylerde katkı sağlayabilecek zeminlerden biri. Bu yüzden bu enternasyonal platformların, ne kadar sınırlı olursa olsun, politik bakımdan anlamlı bir varlık göstermeleri ya da gösterememeleri kritik bir sorun. Kendilerini marksist, marksist­leninist, maoist, devrimci, sosyalist veya komünist olarak tanımlayan, bir kısmı devrimci niteliğe veya yönelime sahip, çoğunluğuysa reformist karakterde olan parti ve örgütlerin yer aldığı bu uluslararası platformlar, henüz, bileşen parti ve örgütler arasında gevşek ve kesintili ilişkiler sağlamanın ötesine geçmiş, enternasyonal planda ortak politik mücadelelere yönelme kapasitesi oluşturmuş değiller. Fakat hiç değilse, varoluş iddialarını ideolojik kümelenme olmaya değil politik amaçlar etrafında birleşmeye dayandırmalarıyla, bugünden ileriye adımlar atmak için birer dayanak noktası oluşturuyorlar.

Rusya­Ukrayna savaşıyla beraber antiemperyalizm iddialı uluslararası buluşmalarda da bir artış yaşanıyor. Dönemin en önemli antiemperyalist cepheleşme çalışmasıysa, ICOR ile ILPS arasında ortak bir platform oluşturma hedefiyle başlatılan fakat yaşanan anlaşmazlık sonucu ICOR tarafından sürdürülen Antiemperyalist Ve Antifaşist Birleşik Cephe girişimi.

Bu uluslararası panoramada, bugün daha çok ILPS ve ICOR içindeki, kısmen de CIPOML içindeki belirli parti ve örgütler, özellikle de silahlı mücadele pratiğine sahip olanlar, devrimci bir enternasyonal birliği inşa sürecinin öncelikli potansiyel muhatapları durumundalar. Tabii ki bunlardan başka, potansiyel muhataplar toplamında, halihazırda herhangi bir platforma dahil olmayan, yakın zamanda kurulup gelişen veya içinde bulunduğu revizyonist­reformist kümelenmeden daha ileri bir politik­pratik duruş sergileyen başka parti ve örgütler de var.

Devrim ve sosyalizm iddialı güçlerin tablosu böyleyken, bu iddialarında tutarlılık ve kararlılık sergileyen partilerin, örgütlerin ve grupların, örgütsel açıdan zayıf ve politik açıdan deneyimsiz bile olsalar, içinde gelişebilecekleri işçi, kadın, gençlik, emekçi köylü kitle eylemleri ve direnişleri ile değişik ülkelerde halk ayaklanmaları dönem boyunca kendini gösterdi.

Geride kalan dönemin koronavirüs öncesi bölümünde, başta Şili, Sudan, Cezayir, Tunus, Lübnan, Tayland, Belarus, İran ve Katalonya olmak üzere onlarca ülkede, bazıları burjuva politik iktidar güçlerinin devrilmesine varan halk ayaklanmaları boy verdi. Pandemi koşullarında işçilerin ve ezilenlerin hareketlerinde belirgin bir geriye çekilme yaşanmasına rağmen, pandemiden sonraki kısa süre içinde, bu geriye çekilmenin tamamen pandemi koşullarıyla bağlı ve kısa erimli olduğu görüldü. Zira halk ayaklanmaları Sri Lanka’dan Ekvator’a, Peru’dan Haiti’ye, Kolombiya’dan Kazakistan’a ve yine İran ve Rojhilat Kürdistan’a kadar birçok ülkede yeniden ve yeniden patlak vermeye devam etti.

Bu ayaklanmaların hepsi, bazen kısmi somut kazanımlara erişerek ama bazen de hiçbir somut kazanım elde edemeden, en nihayetinde bir geri çekilme ve sönme sürecine girdi, bir dizi örnekte düzen içi siyasi tahterevallinin sosyal demokrat tarafının tekrar ağır basmasını sağlamanın ötesinde bir yol bulamadı. Fakat toplam tablo, mücadelelerin gerek ülke içinde gerekse uluslararası düzlemde birbirini etkilediği, birbirine ilham verdiği, birbirinin gelişimine basamak teşkil ettiği gelgitli bir ilerleme döneminde olduğumuza işaret etti. Bu kabarmalar ve sönmeler, işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesinin, dünya ölçeğindeki bir soyutlamayla söyleyecek olursak, artık genel bir yükseliş aşaması içinde gerçekleşiyor.

Pandemiyi takiben Avrupa’da ve ABD’de yeni bir işçi mücadeleleri dalgası gelişti. Özellikle Fransa, Sarı Yelekliler’den sonra yeni bir büyük işçi ve halk hareketine, ayları bulan genel grevler serisine sahne oldu. Aynı kesitte İngiltere’de yaygın sektörel grevler ve genel grevler gerçekleşti. Bu tip grevler Batı Avrupa’nın neredeyse bütün ülkelerinde serpilip çoğaldı. Hindistan’dan Endonezya ve Malezya’ya kadar birçok ülke kitlesel işçi grevlerine ve hareketlerine tanıklık etti. ABD’de gerçekleşen grev sayısıysa 2021’den 2022’ye yüzde 40’ı aşkın bir oranda arttı. Hatta genel grevler Sri Lanka’dan Kazakistan’a değin bir dizi ülkede halk ayaklanmaları için bir sıçrama tahtası meydana getirdi. Bu yıllarda geleneksel grev silahının daha sık ve daha etkili kullanılmaya başlaması özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde sınıf mücadelesinin belirgin bir niteliği oldu. Bu grev hareketleri işçi sınıfının kolektif ve militan direniş potansiyelinin yeniden canlanmakta oluşunun habercisiydi.

2020’de ABD, Georg Floyd’un ırkçı polislerce katledilmesi sonucu, ülkeyi baştan başa sarsan şiddetli bir halk ayaklanmasıyla yüz yüze geldi. Black Lives Matter hareketi ve ağlarının odağında durduğu bu kitlesel antifaşist mücadele siyahlarla sınırlı kalmadı ve Trump’un faşist siyasetine meydan okudu. Ayaklanmanın çarpıcı bir boyutunu Seattle’de polisin girişinin engellendiği ve burjuva devlet organlarının otoritesinin tanınmadığı, barikatlarla çevrili bir halk komünü bölgesinin, Capital Hill Özerk Bölgesi’nin ilan edilmesi oluşturdu.

Kadın özgürlük mücadelesi, bilhassa ataerkil faşist iktidarlar kürtaj yasağı gibi saldırıları artırdıkça, birçok ülkede gelişip kitleselleşti. Kadın hareketleri #MeToo çıkışından Las Tesis dalgasına, kürtaj hakkı savaşımından dünya kadın grevine uzanan bir çeşitlilik sergiledi. Rojhilat’tan başlayıp İran ve Belucistan’ı da içine çeken halkların birleşik ayaklanmasının ateşleyici gücü de genç kadınların özgürlük direnişiydi. Öte yandan, kadın özgürlük mücadelesi içindeki ideolojik­politik ayrışmalar ve saflaşmalar son yıllarda daha belirgin hale gelmeye başladı. Kadın özgürlük mücadelesi bünyesinde, Sınır Ötesi Feminist Manifesto’da yansıdığı üzere antifaşist, antiemperyalist, antikapitalist bir hattan ilerleme eğilimi belirginleşirken, buna karşıt olarak, düzen içi iyileştirmelere bel bağlama eğilimi de arttı.

Dönem boyunca ekoloji hareketi, birçok lokal direnişin yanı sıra, küresel iklim grevleri formunda veya dünya burjuvazisinin COP zirvelerine alternatif platformlar ve eylemler biçiminde gelişmeyi sürdürdü. Almanya’da Lützerath direnişinde bir kez daha açıkça ortaya çıktığı gibi, ekoloji mücadelelerinin emekçiler ve ezilenler için dişe diş politik direnişlerine dönüşme potansiyeli son yılların gitgide daha çok dikkat çeken olguları arasında yer aldı.

Dünya halklarının mücadelelerinden parıltılar Katalonya’daki ulusal demokratik hareketin büyük kitle gösterileri ve genel grevlerle alevlenmesi ve İspanya devletinin olağanüstü sert saldırılarına maruz kalan bir halk ayaklanması düzeyine varması, Hindistan’daki devasa kitleleriyle uzun süreli köylü direnişinin haftalar boyunca başkenti kuşatma altında tutması gibi örneklerde de yansıdı.

Son birkaç yıla damgasını vuran halk ayaklanmalarının belli başlı özelliklerine biraz daha yakından bakalım.

Halk ayaklanmalarının dünya çapındaki nesnel toplumsal temeli artan yoksulluk ve işsizlik, tırmanan toplumsal eşitsizlik, özetle alabildiğine keskinleşmiş ve artık burjuvazinin reform manevralarıyla gemlenemez hale gelmiş olan sermaye­emek ve devlet­halk çelişkileridir. Varoluşsal krize tutulmuş kapitalist toplumda bu çelişkiler keskinleştikçe ve çelişkileri düzen içi törpüleme marjı daraldıkça, burjuva devlet en çıplak biçimlerdeki sınıfsal niteliğiyle ve daha çok zor aygıtlarıyla boy gösteriyor. Devlet tahakkümü, faşist yasalar ve yasaklar, polis terörü, savaş ve militarizasyon öne çıkıyor. Bilhassa burjuva demokrasisinden yoksun olan ülkelerde toplumsal eşitsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele ile politik özgürlük için mücadele iç içe geçiyor.

Örgütsüzleştirilen, güvencesizleştirilen, ücretleri düşürülen, sosyal hakları gasp edilen, işten atılan işçiler ve işsizler, iflasa sürüklenen ve mülksüzleşen, işçilerin ve kent yoksullarının saflarına akan küçük esnaf ve küçük köylüler, gelecek umudu elinden alınmış halk gençliği, erkek egemen tahakküm altında ezilen kadınlar, ulusal, inançsal ve cinsel kimlikleri nedeniyle ezilenler nesnel toplumsal bir zorunlulukla aynı politik mücadele potasında birleşiyor, ayaklanmaların toplumsal güçlerini meydana getiriyorlar. İşçiler ve ezilenler, kapitalist düzen içi reformlarla manevra yapma ve dolayısıyla toplumsal rıza üretme imkanları erimekte olan burjuva egemenliğiyle bağlarından ideolojik ve politik kopuşlara yöneliyor, isyanlar silsilesi içinde yollarını arıyorlar.

Bu topyekün ayaklanmalar arasında İran­Rojhilat’taki güncel halk ayaklanması kuşkusuz son yılların en ileri deneyimi olarak filizlendi. Rojhilat Kürdistan’da ve kadınların öncülüğünde başlayan, hızla Batı Belucistan’a ve İran’ın değişik bölgelerine sıçrayan 16 Eylül ayaklanması, emekçilerin ve ezilenlerin kitlesel ve radikal biçimlerde siyasi iktidarı doğrudan yıkma hamlesine, bir devrime dönüştü. Devrime girişmiş olan emekçiler ve ezilenler, devrimi bastırmanın yolunu arayan mollalar, devrimi çalmanın fırsatını kollayan emperyalistler ve burjuva muhalifler olarak saflaşmış üç temel gücün varlığı temelinde oluşan stratejik denge durumunu kendi lehine bozmayı başaramadıkça, devrimin zafere erişmesi mümkün olmadı. İran­Rojhilat devrimi, halk ayaklanmalarının ne denli büyük bir güce erişebileceğini göstermek kadar, kendiliğinden gelişen bu ayaklanmaların yetmezliklerini ve sınırlarını da gözler önüne serdi.

Ayaklanmalar genellikle hızla ülke bütününe yayıldı, ayaklanmacı kitleler birbirleriyle ilişki ve etkileşimde girişkenlik gösterdi. Fakat ayaklanan halk güçlerinin siyaseten merkezileşmesi, bir program ve strateji etrafında toplanması hiçbir örnekte başarılamadı. Öyle ki bu zaaf, Hong Kong’daki Çin egemenliğine karşı baştan itibaren Batılı emperyalist devletler tarafından yönlendirilen isyanı bir yana bırakalım, Belarus’ta ve Kazakistan’da despotik diktatörlüklere karşı özgürlük isteğiyle gelişen ayaklanmaların Batılı emperyalistlerce bu bölgelerde Rusya’nın hegemonyasını taşıyıcı iktidarları devirmeye yarayacak siyasi manivelalara dönüştürülmesi sonucuna gidebildi.

Birçok ülkede, İran’ın yanı sıra Şili’de, Sri Lanka’da, Lübnan’da veya ABD’de de, devrimci kitle şiddetinin nispeten ileri biçimleri gündeme girdi ve uygulandı. Ama emekçilerin ve ezilenlerin kitlesel olarak silahlandıkları ve ayaklanmanın halkın kitlesel silahlı hareketine dönüştüğü hiçbir örnek ortaya çıkmadı.

Ayaklanmaların nitel gücünü sınırlayan bu yetersizlikler, tabii ki, ayaklanmaların bir devrimci önderlikten yoksun oluşu ve ayaklamaların içinde birleşik merkezi bir devrimci önderliğin elde edilememesiyle yakından ilişkiliydi. Ayaklanmaların patlak verişi, hatta İran ve Rojhilat’ta devrime dönüşme eşiğinden geçişi tamamen kendiliğinden karakterdeydi. “Kendiliğinden devrimci bilinç” düzeyine tekabül eden büyük bir kendiliğinden devrimci eylem girişkenliği ortaya çıktığında bile, devrimin gelişiminin buradan ileriye sıçramayı, öncünün devrimci bilincinin kitleselleşmesini ve kitlenin bilincinin örgütlü devrimci bilinç düzeyine tırmanmasını şart koştuğu tekrar tekrar görüldü.

Kendiliğindenliğin ayaklanmanın siyasi amaçlarını gerçekleştirmesine yetmediği, devrimci bir önderlik veya birleşik merkezi bir devrimci önderlik ihtiyacının olanca yakıcılığıyla kendini dayattığı açık. Önderliğin tek bir politik güçte merkezileşmesi ihtimalini bir yana ayırırsak, verili koşullarda ayaklanmanın siyasi olarak merkezileşip yeni bir nitelik güç kazanmasının, bunun için gerekli koordinasyon ve örgütlenmenin oluşup gelişmesinin, ortak program ve stratejinin kurulup etkinleşmesinin, keza emekçilerin ve ezilenlerin kitlesel olarak silahlanmasının ve ayaklanmanın örgütlü kitlesel silahlı hareket formları kazanmasının yolu ağırlıklı olarak birleşik merkezi bir devrimci önderliğin var edilmesinden geçiyor. Çünkü bütün bunlar kendiliğinden bilincin ve eylemin çerçevesine sığmayan, bir devrimci önderliğin doğrudan politik­pratik sorumluluk sahasında bulunan nitel köşe taşları.

Siyaseten bütün orta yolların kapanmış olduğu dünyasal koşullardayız. Yakın geçmişten Venezuela, Yunanistan ya da İspanya örneklerine bakalım: toplumsal ve siyasal reformlar yoluyla barışçıl ilerleme arayışlarının nasıl hızla sınırlarına dayanıp püskürtüldüğünü, iç savaş koşullarının nasıl hızla olgunlaştığını görüyoruz. Yunanistan’da büyük bir halk hareketini arkalayarak ve seçimlerden önde çıkarak hükümet olan Syriza’nın emperyalist neoliberal dayatmalara teslim oluşunun ya da İspanya’da yine büyük bir halk hareketini arkalayarak gelişen ve hükümet ortağı olan Podemos’un burjuva liberal düzene entegre oluşunun üzerinden çok zaman geçmedi. Brezilya’dan Ekvator’a, Şili’den Peru’ya, Latin Amerika’da boydan boya, halk ayaklanmalarını takiben hükümet olan reformist solun kapsamlı halkçı reformlar gerçekleştiremeyişi, böyle reformları gerçekleştirmeye girişmekle döşenecek iç savaş yolunda yürümeyi göze alamayışı, nihayetinde seçimleri kaybederek hükümeti tekrar neoliberal sağa bırakmak zorunda kalışı da ortada.

Demektir ki, halk ayaklanmaları nesnel olarak devrimci önderliğe ihtiyaç duyuyor. Devrimci önderlik ise, bir ayaklanmanın bir sonrakine yataklık ettiği bu ayaklanmalar silsilesi içinde yepyeni politik gelişim imkanlarıyla yüz yüze gelerek, durmaksızın mayalanacak, deneyimlenecek, olgunlaşacak,cesaretlenecek, güçlenecek ve hegemonikleşecek. İşçi sınıfının, kadınların, gençliğin, ezilenlerin küresel yükseliş halindeki mücadeleleri, yeni devrimci önderliklerin yeşermesinin bereketli toprağı oluyor ve olacak. Bununla beraber, devrimci önderliğin kazanılması ancak devrimci iradenin eseri olarak gerçekleşecek. Bugün bu irade, kendiliğinden kitle bilincini içermekte ama bu kitle bilincini öncünün düzeyine yükseltmek için kesintisiz çalışmakta, berrak devrimci programatik amaçlar ortaya koymakta ve bu amaçlara ulaşmanın yolunu göstermekte, politik taktiği pratikleştiren ve yerelliği merkezileştiren adımlar atmakta, kitle hareketinin tıkanıklıklarına ön açıcı müdahalelerde bulunmakta, mücadelenin bütün biçimlerini kullanma kapasitesi edinmekte, düzen içi uzlaştırıcı güçleri yalıtmakta, bütün bunlar için kritik bir eşik olarak da, devrimci ve mücadeleci parti ve örgütlerin cepheleşmesini, birleşik bir devrimci politik merkezin yaratılmasını başarmakta somutlaşıyor.

Halk ayaklanmalarının gelişim halindeki bu tablosu, duruma devrimci müdahalede bulunma pratiğine, potansiyeline veya en azından niyetine sahip olan devrimci parti ve örgütlerin ya da politik mücadele iddiası dile getiren uluslararası platformların belli başlı siyasal gelişmeler karşısındaki tutumlarını veya tutumsuzluklarını daha da önemli kılıyor.

Devrimci önderlik iddialı partiler ve örgütler, çoğunlukla, nicel kuvvet sınırlılıklarının yanı sıra, mücadelenin ve örgütlenmenin silahlı ve yeraltı biçimlerine mesafeli olmak gibi bir nitel kuvvet sınırlılığından mustarip durumdalar. Keza devrimci önderlik iddiası barındıran uluslararası platformlar ve akımlar da, uzayan bir geçiş safhasına özgü bulanıklık, parçalılık ve dağınıklık halindeler. İlerici Enternasyonal gibi sol reformist uluslararası oluşumların meydana gelişi, Uluslar Ötesi Feminist Manifesto ve Herkese İstihdam Manifestosu gibi ilgi uyandıran uluslararası çıkışlar ya da koronavirüs döneminde antikapitalist veya halkçı reformist çizgiye sahip birçok deklarasyonun yayınlanması da ideolojik­programatik­politik yön bulanıklığı ortamının diğer bazı verileri.

Bu durumda söz konusu halk ayaklanmaları tablosu, modern revizyonist SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın çöküşüyle açılan sosyalizm için mücadelenin yeni tarihsel dönemine özgü yapısal kriz gerçeğini daha da görünür kılıyor. Zira uluslararası devrimci ve komünist hareketin yüz yüze bulunduğu yeniden yapılanma zorunluluğu, bu açıdan bakıldığında, tek tek ülkelerde işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelelerinin ve halk ayaklanmalarının devrimci önderliğini inşa, hatta birçok yerde yasadışı temelde örgütlenme ve mücadelenin bütün biçimlerini kullanma kapasitesine sahip devrimci partileri kurma sorunu anlamına geliyor.

Sosyalizm için mücadelenin bu tarihsel dönemindeki yeniden yapılanma zorunluluğuna devrimci yanıtlar üreten, 21. yüzyılın devrimci önderliğini kuşkusuz halen oluşum halinde ama etkin bir prototip olarak cisimleştiren partimizin devrimci politik varoluşu dünya devrimci ve komünist hareketinin yeniden yapılanma sorununa enternasyonalist bir yanıt niteliği de taşıyor.

TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN’DA GELİŞMELER

2018’den bugüne uzanan dönem, faşist şeflik rejiminin anayasal karaktere kavuşturulmuş ve kurumsal temellerinin kurulmuş olduğu bir dönemdi. Bu yıllar boyunca faşist ve sömürgeci devlet terörü aralıksız sürdü, Kürdistan’ın Rojava ve Başûr parçalarına dönük işgal saldırılarına yenileri eklendi. Faşist şef Erdoğan, dönem içinde saray iktidarını zorlayan pandemi, iktisadi­mali kriz, döviz kuru şoku, deprem yıkımı gibi önemli olaylarla karşı karşıya kaldı, elinde tuttuğu başlıca büyükşehir belediyelerini burjuva muhalefete kaybetti, fakat son olarak 2023 Mayıs seçimlerinde somutlaşan siyasi virajı dönmeyi yine de başardı. Faşist şeflik rejimini nihai amaçlarına ulaşmaktan alıkoyansa, diğer tüm etmenlerden önce, Kürt ulusal demokratik hareketinin ve partimiz başta olmak üzere devrimci hareketin can feda sürdürdüğü direniş oldu.

I Faşist Şeflik Rejiminin Ana Çizgileri

2015 faşist saray darbesinden 2017 başkanlık referandumuna uzanan süreç faşist şeflik rejiminin kurucu terör safhasıydı. MHP’yle ittifak halinde gidilen 2017’deki başkanlık referandumu ve 2018’deki başkanlık seçimiyle faşist şeflik rejimine geçişin tamamlanışı devlet başkanlığına anayasal form kazandırılmasında, burjuva parlamentonun devlet başkanına tabi kılınmasında, böylece yasama organının işlevsizleştirilmesinde, Erdoğan’ın neredeyse sınırsız KHK yetkisiyle yasama gücünü de doğrudan tekeline almasında somutlaştı. 7 Haziran 2015’ten itibaren hemen her seçimde somut işaretleri görüldüğü üzere, faşist şeflik rejimi asıl siyasi iktidar gücünün seçimle el değiştirmesine fiilen kapıyı kapatmanın araç, koşul, güç ve imkanlarını hazırlama yönelimi içinde oldu. Faşist şef Erdoğan, sayısız kadro tasfiyesinin, bir dizi yasal ve kurumsal düzenlemenin, fütursuz bir kadrolaşmanın ardından, yargıda, poliste, orduda, istihbaratta, silahlı ve silahsız tüm yüksek bürokraside hakimiyetini pekiştirdi. Nihayetinde faşist devlet mekanizmalarının işleyişi Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiç olmadığı kadar merkezileştirilmiş oldu. Tasfiye dalgalarının dışında kalan ve doğrudan AKP’li veya MHP’li olmayan gerici ve burjuva milliyetçi kadroların büyük çoğunluğu da bu merkezi saray hiyerarşisine bağlandı.

Faşist silahlı güçlerin reorganizasyonu, polise ağır silahları kullanma yetkisi ve MİT’e her çeşit silahlı saldırı, eylem yetkisi verilmesi, JÖH ve PÖH gibi faşist resmi vurucu kuvvetlerin güçlendirilmesi, sarayın emrindeki faşist sokak devriyesi olarak bekçi teşkilatının kurulması, SİHA filolarının devlet sınırları içinde ve dışında kesintisiz faal hale getirilmesi gibi adımlarla gerçekleştirildi. Osmanlı Ocakları ve Ülkü Ocakları, faşist kontrgerilla örgütlenmesi, faşist mafya ağları, yerli ve yabancı politik islamcı çeteler, SADAT gibi kurumlar faşist politik islamcı saray iktidarı için geniş bir paramiliter yapı oluşturdular. Bu, faşist şeflik rejiminin aynı zamanda bir iç savaş örgütü karakterine bürünmesi demekti.

Faşist politik islamcılık devletin resmi ideolojisine dönüştü. Yargı yılının Fatiha duasıyla açılması ve Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın ordu teftişi yapması resmi ideolojideki dönüşümün iki önemli simgesi oldu. Bu yeni resmi ideoloji ilköğretim ve ortaöğretimde, hatta askeri okullarda kök saldı. Üniversitelerde akademisyenler faşist bir ayıklamaya tabi tutuldu, medyadan aileye ve sanattan spora değin her alanda faşist ideolojik tahkimat artırıldı, toplumsal hayatı dinselleştirme zorlamaları günden güne boyutlandı.

20 Temmuz 2015 faşist saray darbesinden itibaren tırmanan sömürgeci faşist devlet terörü, faşist şeflik rejimine geçişin tamamlanmasının ardından daha da yoğunlaşarak sürdü. Hiçbir yasayı tanımayacağını açıkça ilan etmiş olan faşist şef Erdoğan, faşist saldırganlığın hedefini işçi sınıfı ve ezilenlerin kazanılmış tüm haklarına değin genişletti. Yaygın polis ve jandarma kontrolleriyle, kameralı takip sistemleriyle, sosyal medya paylaşımı gerekçeli gözaltılarla, çeşitlenen yasaklarla, hapishane tehditleriyle, kültür­sanat etkinliklerine konulan engellerle, yalana dayalı faşist psikolojik savaşın bütün enstrümanlarıyla günlük hayat en sıkı faşist denetim cenderesine alındı.

Kürt ulusal demokratik hareketi, devrimci parti ve örgütler faşist saldırganlığın en gaddar, en yok edici biçimleriyle karşı karşıya kaldılar. Faşist şeflik rejimi Kürt ulusal demokratik hareketine, devrimci ve komünist harekete karşı ideolojik­siyasi tasfiye kuşatmasını, daha önemlisiyse örgütsel yok etme savaşını elindeki her araç ve yöntemle tırmandırdı. Kitle çalışmasını ablukaya alıp yasaklarla ve saldırılarla engelleme, süreklileşmiş gözaltı ve tutuklama terörü, ağır hapis cezaları, kaçırma ve işkence etme, suikast yapma ve katletme pratikleri alabildiğine yoğunlaştı. Bu şartlar altında emekçi solun yasal ve barışçıl mücadele çizgisindeki parti ve örgütleri faşizme karşı mücadelenin kritik gündemlerinde adeta ölü taklidine mahkum oldu.

Faşist kayyum saldırısı HDP’li bütün belediyelere yayıldı. HDP’li binlerce kadro ve üye daha zindana kapatıldı. Hapisteki HDP’li vekillere yenileri eklendi. En nihayet Kobanê davası ve kapatma davasıyla HDP’nin kapısına resmen kilit vurma yoluna girildi.

Hapishaneler, ağırlaştırılan tecrit, yaygınlaşan işkence, yayın ve kitap kısıtlamaları, mektup ve ziyaret yasakları, sürgün sevkler sonucu, düpedüz faşist toplama kamplarına dönüştürüldü. İşkence edilen ya da tedavisi engellenen tutsakların cenazeleri hapishane kapılarından art arda çıktı. İmralı’da 24 yıldır tek kişilik hücrede tutulan PKK önderi Abdullah Öcalan’a uygulanan mutlak tecrit en katı biçimlere büründü, Öcalan’ın dış dünyayla tüm bağları kesildi.

İstanbul Sözleşmesi’ni gasp etmek, kadın katili ve tecavüzcü erkekleri arkalamak, LGBTİ+’ları başlıca düşmanlardan biri ilan etmek faşist şeflik rejiminin cinsel politikasının en çarpıcı öğeleri arasında yer aldı. Demokratik Alevi kurumlarına saldırıların tezgahlanması, bir dizi derneğin ve kültür­ sanat merkezinin kapatılması, TMMOB, TTB ve TBB gibi mesleki demokratik kitle örgütlerini ortadan kaldırma girişimleri, birçok gazetecinin ve sanatçının tutuklanması, sansür yasaları, konser ve festival yasakları, Gezi­Haziran ayaklanması davasındaki ağır hapis hükümleri, başka ülkelerde yaşayan Türkiyeli ve Kürdistanlı ilericilerin, demokratların ve devrimcilerin sınır giriş ve çıkışlarında artan gözaltı ve tutuklamalarla karşılaşması faşist devlet terörünün kapsama alanının ulaştığı genişliğe işaret etti. Öyle ki, burjuva muhalefetten çeşitli simalar dahi faşist tehditlerle, davalarla, tutuklamalarla, fiziki saldırılarla sıklıkla yüz yüze geldiler.

Faşist devlet terörünün en sivri ucu kuşkusuz Kürt ulusuna dönüktü. O kadar ki, ırkçı ve inkarcı saldırganlık, PKK’yi yok etmenin ötesinde, Kürt ulusal varlığının, anadilde eğitimin, demokratik özerkliğin kabul edilmesini isteyen her Kürdün yok edilmesi derecesinde uygulanır oldu. Köylülerin helikopterden atılmasından şehit gömütlüklerinin dağıtılmasına ve gerillaların kimyasal silahla boğulmasına değin en gözü dönmüş saldırganlık biçimleri rutinleşti. Gerillanın etkinlik alanlarının havadan ve yerden kameralı denetimi, F­16 bombardımanları, SİHA suikastları kesintisiz hale geldi. Erdoğan şefliğindeki Türk burjuva sömürgeciliği Medya Savunma Alanları’na, Rojava’ya, Şengal’e, Maxmur’a, hatta Süleymaniye’ye dönük askeri saldırılarını süreklileştirdi. Başûr’daki işgali Zap’a, Avaşîn’e ve Metîna’ya, Rojava’daki işgaliyse Serêkaniyê’ye genişletti. Bu yeni işgal saldırıları, faşist sömürgeciliğin Rojava ve Başûr Kürdistan’da boylu boyunca uzanan bir işgal bölgesi oluşturma amacını dolaysızca ortaya koydu.

Bütün bu ırkçı, sömürgeci, ataerkil, politik islamcı faşist saldırganlık, OHAL’i olağanlaştırıp süreklileştiren bu faşist saray devleti karşısında, başta Kürt ulusal demokratik güçlerinin savaşımı olmak üzere Kürdistan ve Türkiye’de binlerce canın feda edilmesiyle, ağır bedellerin göğüslenmesiyle sürdürülen devrimci direniş, halklarımız arasında mücadele etme eğilimini diri tuttu, boyun eğme ruh halinin yayılmasına izin vermeyip özgürlük ümidinin sönmesini engelledi. Özellikle Kürt özgürlük gerillasının direnişini kıramayan faşist şeflik rejimi, politik programını tamamlama, Türkiye ve Kürdistan’ı kesin bir mezarlık sessizliğine gömme imkanı bulamadı.

Aynı dönemde, Sedat Peker ifşaatı ve Sinan Ateş suikastı gibi egemen sınıf içi siyasi çelişkileri dışavuran kimi olaylar faşist şef Erdoğan’ın siyasi iktidar yapılanmasında önemli gedikler açtı. Faşist şeflik rejimi sürtünmeler yaşadığı emperyalist devletlerde ve mali oligarşide, Türk tekelci burjuvazisinin TÜSİAD’çı kesiminde yeterli siyasi dayanak edinemedi. Toplumda tam bir ideolojik­kültürel hegemonya tesis edemediği gibi, enflasyon patlamasıyla yaşanan korkunç hayat pahalılığı onun yığın desteğini aşındıran toplumsal­siyasal sonuçlar üretti.

6 Şubat 2023 deprem katliamında sömürgeci faşist şeflik rejimi gerçeğinin en rezil, en kahredici biçimleriyle, faşist devlet kurumlarındaki devasa yozlaşma ve çürüme örnekleriyle yüz yüze gelmek emekçiler ve ezilenler arasında faşist şeflik rejimine tepkiyi büyüttü. Halklarımızın zihninde ve kalbinde silinmez öfke ve nefret izleri bıraktı. Bu tepki, futbol tribünlerinden kitlesel olarak yükselen “hükümet istifa” sloganlarına kadar yansıdı. Faşist iktidar blokunun buna cevaben Bursa stadyumunda kontrgerilla eliyle ırkçı faşist linç güruhlarını hareketlendirmesi ise onun en çıplak biçimleriyle faşist devlet terörüne başvurmaksızın yönetemez bir durumda olduğunu gösterdi.

Toplumu Türk­Kürt, Sünni­Alevi, dinci­laik karşıtlıkları, yaşam tarzı çatışkıları ve toplumsal cinsiyet çelişkileri ekseninde gerici temelde saflaştırarak, faşist saldırganlığın türlü yöntemlerini devreye sokarak, tüm faşist ve politik islamcı ittifak imkanlarını zorlayarak, Hizbulkontra partisi Hüda­Par ve oğul Erbakan’ın partisi Yeniden Refah üzerinden siyasi manevralar yaparak, devlet kasasında ne kaldıysa kullanarak ve böylece yığın desteğindeki aşınmanın bir çözülme derecesine varışını

engelleyerek Mayıs 2023 seçimlerinden faşist şeflik rejimine devam ilanıyla çıkan Erdoğan, yeni ve daha şiddetli saldırılara girişmenin, emekçilerin ve ezilenlerin daha geniş kesimleriyle karşıtlaşmanın ötesinde bir yol bulamıyor. Zira o, Türk burjuva devletinin yapısal krizine herhangi bir çözüm önerisine de, uluslararası ilişkilerde az çok sağlam ve istikrarlı bir zemine de, toplumsal rızayı genişletme amaçlı yeni manevralar için yeterli iktisadi­mali kaynağa da sahip değil. İşte bütün bu yoksunluklar, Mayıs 2023’te seçim sandığı eşiğinden geçmiş olsa ve yakın gelecekte İYİP’e dönük çabalarıyla burjuva muhalefet cephesini daraltma ve kendi müttefiklerini kısmen genişletme potansiyelini elde tutsa da, faşist şef Erdoğan için yönetememe krizini durmaksızın güncelleyen bir temel meydana getiriyor.

II İktisadi­Mali Açmazlar Ve Yoksullaşma Krizi

Son yıllarda Türkiye ekonomisinde art arda yaşanan çalkantılar faşist şeflik rejiminin yığın desteğini aşındıran başlıca etmenlerden biri oldu. 2018’in sonu ve 2019’un ilk yarısında görülen ekonomik daralma, 2020’de pandemi sürecinde tekrarlandı. Döviz­faiz­enflasyon döngüsünde meydana gelen altüst oluşlar sonucundaysa 2022’in ilk aylarında yeni bir işçi­emekçi dalgası ortaya çıktı.

AKP hükümetleri eliyle, Türkiye’nin, sanayi üretimi yapısının ara malı ithalatına ve finansmanınsa uluslararası mali sermaye akımına bağımlı olduğu, ekonominin ancak yabancı sermaye ve bilhassa “sıcak para” formunda spekülatif sermaye girişi sayesinde büyüdüğü bir mali­ekonomik sömürgeye dönüşümü tamamlanmıştı. Ama yabancı sermaye girişinde son yıllarda ortaya çıkan yavaşlama ve tıkanma, faşist şeflik rejimini faiz oranını ve dövizi kurunu aynı anda gemleme imkanlarından gitgide yoksun hale getirdi. Peş peşe gelen döviz­faiz şokları karşısında, faşist şefin maliye politikasındaki öncelik, faizi adım adım düşürmeye, böylece lira cinsinden kredilerin ve borçların çevrimini ve iç piyasanın canlılığını sürdürülebilir kılmaya verildi. Bu, faşist politik islamcı saray iktidarını dolaysızca arkalayan, ihale­kayırma­fonlama fideliğinde semiren ve dolardan ziyade lirayla borçlanmış olan sermaye kesiminin, kısaca MÜSİAD’ın batmasını ne pahasına olursa olsun engellemek demekti. Böylece, saraya şakşakçılık yapan birçok yeni “yerli ve milli” ihaleci milyarderin, yani Erdoğancı büyük müteahhit, emlak kralı, banka patronu ve fabrikatörün çıkarları öncelendi. Bununla birlikte faşist şef Erdoğan, işçi ve emekçi yığınlarla ilişkisi açısından ehven­i şere yönelmiş, bir iflas patlaması ve dolayısıyla işsizleşme dalgasındansa, enflasyonun tırmanışını ve dolayısıyla yoksullaşma sürecinin hızlanışını göze almış oldu.

Bu arada faşist şefin “ihracata dayalı büyüme modeline geçiş” sloganı, Türkiye’yi Avrupa Birliği’nin Çin’i; Kürdistan’ı ise Türkiye’nin Çin’i yapma hevesinin ifadesiydi. Faşist şeflik rejimi, Avrupa sermayesinin tedarik zincirlerindeki kırılmaları fırsata çevirmenin, liranın değerindeki düşüşü ihracata dönük üretimi artırmanın kaldıracı kılmanın hesabını yaptı. Reel ücretlerin ve dolayısıyla üretim maliyetlerinin düşmesi, ara malı ithalatını azaltacak sermaye teşviklerine başvurulması, sonuçta emek­yoğun sektörlerden başlayarak ihracatta sıçrama sağlanması hedefini ortaya koydu. Özelleştirmelerle, işletme hakkı devirleriyle, Varlık Fonu teminatlarıyla yeni finansal kaynak yaratma arayışlarına girdi. Keza sermaye yatırımı ve döviz takası anlaşmalarıyla Arap emirlerinin petro­ dolarlarını Türkiye’ye çekmeye yöneldi. Aynı zamanda, özerkliği tümüyle elinden alınmış Merkez Bankası’nın döviz rezervini boşaltma pahasına ve kur korumalı mevduat hesabı gibi araçlarla dövizdeki dramatik artışı olabildiğince dizginlemeye girişti.

Türk burjuvazisinin MÜSİAD’a kıyasla dünya tekelleriyle daha kapsamlı işbirliği içinde olan, daha fazla finansal gücü bulunan, yüksek faiz oranlarına bağlı spekülatif sermaye hareketlerinden daha büyük karlar elde eden ve daha ziyade dolarla borçlanan bölümü, yani TÜSİAD’da örgütlü sermaye kesimleri, somut çıkarları düşük faiz ve yüksek kur politikasıyla örtüşmediğinden, faşist şefin mali politikasına itirazlarını çoğalttı. Burjuva devletin mali imkanlarının dağıtımında sermayenin hangi kesimine öncelik verileceğine dair anlaşmazlık ekseninde burjuvazinin iki kesimi arasındaki çıkar çatışması büyüdü.

Kanal İstanbul projesi ya da TOGG marka otomobil üretimi gibi sermaye yatırım şovları bir yana, iktisadi­mali açmazlara çözüm bulunamadı. Gelinen noktada faşist şef Erdoğan, döviz kurunu aşağıya çekmekteki ve enflasyonu dizginlemekteki başarısızlığın daha da ağırlaşmasını önlemek, kısa vadeli dış borçları ödeyebilmek ve ekonomide büyümeyi sürdürebilmek için muhtaç olunan yabancı sermaye girişindeki sınırlılık cenderesinden çıkmak amacıyla mali politikada değişime gitmeye ve hazinenin anahtarını emperyalist mali oligarşinin güvenilir yöneticisi Mehmet Şimşek ve ekibine teslim etmeye hazırlandı. Başarısızlığın yüküyse bir kez daha işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına bindirildi.

Ekonomi yüksek oranlarda büyürken bile reel ücretler azaldı. Türkiye’nin net hasılasında işçi ücretlerinin payı, 2019’dan 2022’ye dört yıl içinde, yüzde 37,7’den yüzde 29,5’e geriledi. 2022’nin ilk yarısındaki enflasyon ve pahalılık patlaması şartlarında oluşan yüzde 6’lık ücret kaybı, enflasyonun işçi sınıfından sermaye sınıfına nasıl bir servet transferi aracı olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. 2022’de ortalama reel ücret 2016’daki seviyesinin yüzde 15 ila yüzde 25 altındaydı.

Bugün, mutlak işsiz sayısının 4 milyonu aştığı, geniş tanımlı işsizlerin sayısının ise çalışabilir nüfusun dörtte birine tekabül ettiği, 16 milyon insanın açlık sınırının altında yaşam savaşı vermeye mecbur bırakıldığı, yoksulluk sınırının altına itilen emekçilerin sayısının 50 milyonu bulduğu, kredi kartı, tüketici kredisi ve konut kredisi formlarında borçlanmanın toplam gelirdeki payının son beş yılda yüzde 2’den yüzde 20’ye çıktığı, yani emekçilerin iyice borca battığı, toplumun en zengin yüzde 10’unun gelirinin en yoksul yüzde 10’unun gelirinin tam 15 misline ulaştığı korkunç bir toplumsal eşitsizlik tablosuyla karşı karşıyayız. Yaşanmakta olan düpedüz bir yoksullaşma krizi. Ve bu yoksullaşma krizine, pandemi sırasında milyonlarca işçiyi toplu taşıma araçlarına, fabrikalara ve ofislere ölümüne tıkıştıran kıyıcılıkta en yalın haliyle görüldüğü, Amasra maden katliamında ya da 6 Şubat deprem katliamında en kahredici biçimleriyle gerçekleştiği üzere, işletmelerden evlere değin her yerde işçilerin ve emekçilerin topluca alınan canları eşlik ediyor.

Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi sınıfımızın artık irice bir parçasını ve en kötü çalışma koşullarına sahip bölümünü göçmen ve mülteci işçiler oluşturuyor. Büyük çoğunluğunu doğrudan savaş nedeniyle ya da savaşın yarattığı iktisadi yıkım nedeniyle ülkelerini terk edenlerin meydana getirdiği göçmen ve mülteci işçi tabakası, posası çıkarılıncaya değin kullanılan en ucuz ve güvencesiz işgücü olmakla kalmadı, son yıllarda ırkçı nefretin ve Ankara Altındağ’daki gibi pogromların da başlıca hedefi haline geldi. Fakat Erdoğan’ın iki dudağı arasından çıkacak birkaç kelimeye muhtaç edilen milyonlarca mülteci faşist şeflik rejimi için gerici bir toplumsal ve siyasal taban da teşkil etti. Dahası, ucuz ve güvencesiz bir göçmen ve mülteci işgücü bölüğünün varlığı, işçi sınıfının bütününde rekabeti körüklemenin, ücretleri düşürmenin, sendikalaşmayı önlemenin, sosyal hakları törpülemenin kaldıracı kılındı. Yerli­göçmen karşıtlaşması kışkırtıldı. Yerli işçinin yoksulluğa ve işsizliğe tepkisi, pek çok durumda, yerli patron ve burjuva devlet yerine göçmen ve mülteci işçiye yöneltildi.

Dönem içinde faşist şeflik rejimi, devasa finansal açıkla başa çıkmak için, Merkez Bankası rezervini dilediğince kullanmak, durmadan para basmak, işsizlik fonunu veya deprem vergilerini finansallaştırmak, “varlık barışı” adı altında aklanan kara parayı dolaşıma çekmek, Arap emirliklerinden döviz toplamak gibi olanaklı bütün yöntemleri devreye soktu. Bu sayede büyük çaplı bir mali çöküşü öteledi. Nakit gelir desteği, devlet yardımı, vergi muafiyeti, ceza affı, toplukonut yapımı, ucuz kredi ve kolay borçlanma yoluyla yoksullaşma krizini sürdürülebilir ve yönetilebilir kılmayı denedi. Böylelikle, yığın tabanındaki aşınmanın bir siyasi çözülme derecesine varmasını şimdilik engellemeyi başardı.

Önümüzdeki süreçteyse, faşist şef, bir yandan dolaysız toplumsal ve siyasal dayanağını bulduğu sermaye kesiminin iktisadi­mali çıkar ve ihtiyaçları ile dünya tekellerinin ve emperyalist kredi kaynaklarının çıkar ve dayatmaları arasındaki çelişkiler, diğer yandan yığınsal desteğini korumanın gerekleri ile yoksullaşma krizinin gerçekleri arasındaki çelişkiler ortamında, hayli incelmiş ve yaklaşan yeni fırtınayla kopması muhtemel olan bir ipte cambazlık yapmak mecburiyetinde kalacak. Buna karşılık, yoksullaşma krizinin daha da ağırlaşacak sonuçları işçi sınıfı ve ezilenlerin yeni kesimlerini mücadele etmeye itecek, insanca ve onurlu bir yaşam için direnme eğiliminin yayılıp gelişme imkanları artacak.

III Bölgesel Yayılmacılık Ve Emperyalist Hevesler

Erdoğan’ın şefliğinde faşist Türk burjuva devleti, ABD’nin emperyalist hegemonyasının zayıfladığı ve emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiği dünyasal ve bölgesel koşullarda, kendi başına bölgesel hegemonik bir devlet düzeyine yükselme çabalarını yoğunlaştırdı. Bu çabalar onun Libya’daki savaşa müdahalesinde, Katar’da askeri üs edinmesinde, Arap ülkelerindeki Müslüman Kardeşler eksenli politik islamcı örgütlerle ilişkilerinde, İsrail’e karşı kontrollü gerginlik siyasetinde, Efrîn, Serêkaniyê, Cerablus ve İdlib işgallerinde, Güney Kürdistan işgallerinde, Azerbaycan­Ermenistan savaşındaki rolünde, Yunanistan’la tırmandırdığı gerilimde, Doğu Akdeniz’deki savaş kışkırtıcılığında, Kıbrıs’ı siyasi ilhak yöneliminde, Bulgaristan’dan Makedonya’ya değin Balkanlar’daki Müslümanlara dayanan örgütlenmelerinde siyasi ve askeri biçimler alarak somutlaştı. SİHA’lar başta olmak üzere savaş sanayisi ürünlerinin artan ihracatı, özellikle Afrika, Ortadoğu, Kafkasya ve Balkan ülkelerinde büyüyen sermaye yatırımları, AB tekellerinin tedarik zincirlerindeki kırılmaları Türkiye’nin ana halkası olacağı yeni bir tedarik zincirinin meydana gelmesi için değerlendirme arayışları ise aynı yöndeki çabaların başlıca mali ve iktisadi boyutlarını oluşturdu. Keza faşist şef Erdoğan’ın Rusya­Ukrayna savaşına sözde “tarafsız ve barışçı” bir yaklaşımla ve arabuculuk pozisyonuyla müdahil olma girişimi bu çabaların politik­diplomatik alandaki diğer bir önemli unsuruydu.

Bütün bunların Türk halkına yönelik burjuva milliyetçi demagoji ve bölgenin Müslüman halklarına yönelik politik islamcı hamaset yüklü karşıdevrimci propagandadan çok daha fazlasına, bölgesel yayılmacılığa ve hegemonyacılığa tekabül ettiği açık. Türk burjuvazisi için yeni pazar ve nüfuz alanları elde etmeye yönelik bu işgalci­yayılmacı yönelimin ideolojik formunuysa, örneğin Ayasofya’yı tekrar camiye dönüştürme hamlesinde simgelendiği gibi, politik islamcı neo­osmanlıcı bir çizgi meydana getiriyor. Böylelikle Erdoğan şefliğindeki faşist Türk burjuva devleti, “Türkiye’nin savunması sınırların dışında başlar” düsturuyla tariflenen bir savaş rejimine, bölgesel karşıdevrimin mızrak ucuna dönüşmüş olduğunu tekrar tekrar ortaya koyuyor.

Faşist şeflik rejiminin işgalci­yayılmacı nitelikteki bölgesel dış politikaları dönem boyunca ABD emperyalizmiyle önemli sürtünmeleri beraberinde getirdi. Türk burjuva devletinin Rusya’dan S­400 füzesi alması F­35 savaş uçağı alımının ve F­16 modernizasyonunun bloke edilmesiyle, İran’a ambargoyu örtük biçimlerde delmesi ise ABD mahkemelerinde Zarrab ve Ziraat Bankası davaları açılmasıyla yanıtlandı. Faşist şeflik rejiminin Rojava işgalleri, Doğu Akdeniz’deki enerji seferleri, Yunanistan­Alexandropoli’deki ABD üssüne karşı çıkan argümanları, Kıbrıs girişimleri, Fethullah Gülen’in iade edilmesi talebi, Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliklerini uzun süre veto edişi değişen sertlikte sürtünmeler yaşanan belli başlı konulardı.

Faşist şef Erdoğan dış politikada ABD­Rusya arasında şiddetlenen çelişkilerden yararlanmayı temel aldı ve emperyalist heveslerinin karşılığını bu çelişkilerden doğan özerk hareket sahasında yaratmaya odaklandı. ABD emperyalizmiyle sürtünmeler bu sayede göze alındı. Bir yandan NATO ülkesi kimliği korunurken, diğer yandan Şangay İşbirliği Örgütü’nde boy gösterildi. Özellikle Rusya­Ukrayna savaşı, faşist şeflik rejimi için daralmış olan özerk hareket sahasının tekrar genişlemesini getirdi.

Yine de, Batılı emperyalizmin bir mali­ekonomik sömürgesi olmak ile bölgesel yayılmacı emeller güderek emperyalistler nezdinde sık sık çizmeyi aşmak arasındaki çelişki hükmünü icra etmeyi sürdürdü. Türk burjuva devletinin gerek siyasi ve askeri gücündeki gerekse iktisadi ve mali gücündeki yetersizlik kendini göstermekten geri kalmadı. Öyle ki, olağanüstü mali sıkışma ve döviz girişi ihtiyacının sonucu, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, İsrail gibi ülkelerle had safhada tırmandırılmış olan gerilimin hızla düşürülmesi oldu. Cemal Kaşıkçı davasının Suudi Arabistan’a devri bu u­dönüşünün simgesiydi.

Gelişmelerin yönü, faşist şeflik rejiminin ABD­Rusya çelişkisinden yararlanarak kendi hareket marjını genişletmekte ısrar edeceğine, bir bölgesel karşıdevrim merkezi olarak saldırganlığını tırmandıracağına, Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar’daki çeşitli ülkelerle siyasi çatışkılarının genellikle artacağına işaret ediyor. Böyle bir gidişatın, faşist şeflik rejiminin geleceğini etkileyen uluslararası sonuçları olacağını, Türk burjuva devleti sınırları içinde de hem egemenlerin kendi arasındaki ve hem de egemenler ile ezilenler arasındaki ilişkilerde önemli siyasi sonuçlar üreteceğini, devrimci mücadele içinse hem yeni imkanlar ama hem de yeni tehlikeler doğuracağını öngörebiliriz.

IV Burjuva Muhalefet Blokunun Siyasi İtfaiyeciliği

2019 yerel seçimlerinde CHP­İYİP işbirliğinde cisimleşen ve Millet İttifakı adını alan burjuva muhalefet bloku, Kılıçdaroğlu liderliğinde önce Altılı Masa’ya genişledi ve Mayıs 2023 seçimlerinin öngününde bu 6 burjuva muhalefet partisi Millet İttifakı’nda bir araya geldi. Burjuva düzen solunu, Erdoğan’la çelişkili gerici politik islamcıları ve ırkçı faşistleri aynı siyasi şemsiye altına toplayan bu bloklaşma, faşist iktidar blokunun gerçekleştirdiği “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” karşısında sadece “güçlendirilmiş parlamenter sistem” hedefinde buluşmaya dayanıyordu.

Söz, basın, gösteri, toplantı ve örgütlenme özgürlüklerine ilişkin kayda değer somut bir vaadin bulunmadığı, işçilerin hiçbir ekonomik ve sendikal hakkının yer almadığı, Kürdün adının dahi anılmadığı, Alevilerin inanç özgürlüğü talebinin yok sayıldığı, kadınların İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanması isteğinin karşılık bulmadığı, diktatör Erdoğan ve çetesinin yargılanması beklentisinin görmezden gelindiği “güçlendirilmiş parlamenter sistem” mutabakatı, keza Millet İttifakı’nın aynı içerikteki yeni anayasa taslağı ve CHP’nin “İkinci Yüzyıla Çağrı” deklarasyonu da, burjuva muhalefet blokunun çoktan ıskartaya çıkmış eski parlamenter biçimli faşist rejimi restore etmenin ötesinde bir amaç taşımadığını fazlasıyla açığa vurdu.

Bu burjuva parlamenter restorasyon cephesinin siyasi programının özü özeti, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün gerici varoluş kolonlarını tahkim etmek ve faşist Türk burjuva devletine siyasi istikrar kazandırmaktı. Söz söyleme hakkına, üniversite özerkliğine, kadına yönelik şiddetin önlenmesine ya da parti kapatmanın zorlaştırılmasına yapılan atıflar yalnızca bu gerici siyasi programa emekçilerin ve ezilenlerin rızasını almak içindi. Demokrasi laflarının ardında tasarlanan asıl siyasi değişiklikse, düzen partilerinin seçim kazanma ve hükümet kurma rekabetini tekrar tesis edecek bir burjuva parlamenter biçime geçişten ibaretti. O parlamento da sendikal ve siyasal hakların yine budanacağı, devlet kaynaklarının bu kez öncelikle patronlar sınıfının diğer kesiminin hizmetine sunulacağı, ellerin yeni savaş ve işgal tezkerelerini onaylamaya kalkacağı, mültecileri kovma yollarının aranacağı, IMF’yle kemer sıkma anlaşmalarının imzalanacağı bir parlamento olacaktı.

Burjuva muhalefet bloku, emekçi sol hareketin büyük bir bölümünü de yedekleyerek, halklarımızın faşist şef Erdoğan’dan kurtuluş umudunu ve özgürlük arzusunu seçim sandığına bağladı. Bilhassa yoksullaşma krizi ve deprem katliamı konjonktüründe Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı seçimini kazanacağı adeta mukadder ilan edildi, emekçiler ve ezilenler müstakbel başkana oy vermekle yetinmeye çağrıldı. Tıpkı tırmanan hayat pahalılığına karşı 2022’nin ilk aylarında emekçilerin sokağa dökülmeye başlayan tepkilerini derhal yatıştırmaya ve sokak eylemini provokasyonla eşdeğer göstermeye girişirken yaptığı gibi, Türk burjuva devlet düzeninin geleneksel partisi CHP böylece bir kez daha lanetli rolünü oynadı.

Fakat, siyasi iktidarın oylamayla el değiştirmesine fiilen kapalı bir yönetim biçimi olarak yapılanmış olan faşist şeflik rejimine yalnızca seçimle son verileceği, siyasi iktidar tekelini bırakmamak uğruna her yolu mubah sayan Erdoğan’ın seçim sonucunda koltuğunu kesinkes kaybedeceği hayalini yayan burjuva muhalefet blokunun umut tacirliğiyle şişirdiği balon sonunda patlamaktan kurtulamadı. Siyaseten gitgide faşist iktidar blokuna öykünüp onunla milliyetçilik yarışına giren, nihayetinde göçmen ve mülteci düşmanlığını açıkça kışkırtır ve faşist kayyum politikasını sürdürmeyi taahhüt eder bir bataklıkta konaklayan Kılıçdaroğlu ardında sadece hayal kırıklığı bıraktı.

Mayıs 2023 seçimlerindeki başarısızlığın tozu dumanı arasındaki en hakiki olgu, CHP’nin ve başını çektiği burjuva muhalefetin başkan adayı Kılıçdaroğlu’nun politikasının, halklarımızın faşist şeflik rejimine karşı özgürlük istemini ve mücadele potansiyelini kötürümleştirmekten, işçileri ve ezilenleri faşist şeflik rejimi karşısında silahsızlandırmaktan başka bir şeye hizmet etmemiş, böylelikle faşist şef Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramamış oluşudur.

Bütün bunlardan hareketle vurgulamalıyız ki, Mayıs 2023 seçimlerinin hemen ertesi gününde parçalanmalar yaşayacağının sinyallerini yayan burjuva muhalefet bloku, özellikle de onun şimdiden iç kaosa sürüklenme işaretleri veren en iri partisi CHP, bir yandan yeni siyasi saflaşmalar ve konumlanmalar üzerinden tekrar dizayn edilecek, diğer yandan faşist şeflik rejiminin artan tehditleri ve saldırılarıyla yüz yüze gelecek, ama her halükarda işçi sınıfı ve ezilenlerin antifaşist­antişovenist çizgide cepheleştirilmesi ve faşist şeflik rejiminin devrimci­demokratik temelde aşılması için siyaseten mutlaka yalıtılması gereken başlıca uzlaştırıcı odak olmaya devam edecek.

V Kürdistan’da Sömürgeci Savaş Ve Ulusal Özgürlük Direnişi

Dönem boyunca sömürgeci faşist şeflik rejiminin halklarımıza boyun eğdirme saldırganlığının odağında Kürdistan’da izlediği strateji durdu. Hatta faşist şefin siyasi kaderi bir bakıma Kürdistan’daki bu stratejiye bağlandı. Kürt ulusal demokratik mevzileri ve statü zeminindeki kazanımlar faşist inkarcı sömürgeci Türk burjuva devleti için mutlaka ortadan kaldırılması gereken bir varoluşsal tehdit olarak tanımlandı.

Faşist Türk burjuva devleti dönem içinde Bakur’da inkarcı sömürgeci hakimiyeti sağlamlaştırmak, Rojava devrimini boğmak, Başûr’da siyasi, askeri ve ekonomik etkisini güçlendirmek, PKK yönetimini ve gerillayı yok etmek için Kürdistan’ın üç parçasında faşist sömürgeci ve soykırımcı savaş yürüttü. Bu çerçevede yeni işgallere girişti. Geniş çaplı ve ağır hava ve kara bombardımanları yaptı. Rojava’da, Başûr’da ve Avrupa’da MİT’çiler eliyle ve SİHA’larla suikastlar düzenledi. Direnen gerillaya karşı kimyasal silahlarla katliamlara girişti. İmralı’da tecridi en ağır hale getirdi, Abdullah Öcalan’ın dış dünyayla bağlarını tümüyle kesti. Kürdistan ve Türkiye zindanlarında PKK’li tutsakları teslim almak için tecridi, işkence ve cinsel saldırılar da dahil faşist sömürgeci terörü yoğunlaştırdı. Hasta tutsakları tedavilerini engelleyerek katletti. Birleşik demokratik cepheyi temsil eden HDP’ye, ulusal demokratik yasal örgütlere yönelik geniş çaplı ve durmak bilmeyen saldırılara girişti. Onbinlerce gözaltı, binlerce tutuklama gerçekleştirdi. HDP’li belediyeleri faşist sömürgeci kayyum uygulamasıyla gasp ederken, aynı zamanda Kuzey Kürdistan’daki yerel seçimleri fiilen ortadan kaldırdı. Kentlerde ve köylerde yurtsever kitlelere karşı sistematik faşist inkarcı­sömürgeci terör uyguladı. Kürtçe kültür­sanat etkinliklerini yasakladı. Kürt gazetecilere hapis cezaları yağdırdı. Rojava sınırından sonra Rojhilat sınırına da duvar ördü. Yasadışı sınır ticaretiyle geçimini sağlayan köylüleri katletmeye devam etti. Bütün bunlar faşist inkarcı­sömürgeci stratejinin dönem içindeki belli başlı yöntemleri olarak öne çıktı.

Hesekê’de MİT organizasyonuyla DAİŞ’i harekete geçirmek ve kenti düşürme girişiminde bulunmak, Irak ordusunun Şengal’i ve Maxmur’u kuşatmaya almasını zorlamak, Paris’te ikinci bir suikast düzenlemek gibi hamleler bu strateji kapsamında atılan adımlardandı. Ağırlıklı olarak Bakurê Kurdistan coğrafyasında gerçekleşen 6 Şubat depremi dahi faşist şeflik rejiminin inkarcı sömürgeci politikasının, ırkçı ve mezhepçi ayrımcılığının en aşağılık görünümlerine sahne oldu. Bakur’daki gerilla güçlerine yönelik aralıksız keşif ve hava saldırıları Medya Savunma Alanları’na, Rojava’ya, Şengal’e, Maxmur’a, Süleymaniye’ye de taşındı. Erdoğan şefliğindeki faşist sömürgecilik özellikle SİHA’lar aracılığıyla gerçekleştirdiği saldırılar ve suikastlar sayesinde gerilla karşısında bir taktik üstünlük elde etmeyi başardı.

Sömürgeci faşist şeflik rejimi, diğer taraftan, işbirliğini artık resmileştirdiği Hizbulkontra partisi Hüda­ Par’ın Bakur’da yayılıp büyümesi için her türlü imkanı sunarak, işbirlikçi Kürt patronları siyaseten daha fazla destekleyip öne çıkararak, “Kürtlük adına” konuşan bu güçler eliyle Kürt ulusal bilincini dumura uğratma hedefli yeni bir faaliyete yöneldi. Bu yönelim mutlaka püskürtülmesi gereken yeni ve tehlikeli bir siyasi saldırının, Bakur’da Kürt ulusal demokratik saflaşmasını “içeriden” parçalama planının dışavurumu oldu.

Faşist şeflik rejimi söz konusu sömürgeci savaş stratejisini yürütmekte emperyalistler arası çelişkilerin şiddetlenmesinden, özellikle de Rusya­Ukrayna savaşından yararlandı. Yeni bir Rojava işgaline onay verilmesini hem ABD’ye hem de Rusya’ya dayattı, örneğin İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyelik başvurularını veto hakkını kirli pazarlıklarında koz olarak kullandı. Sömürgeci savaşa ve işgallere karşı Türkiye’den etkili bir antişoven demokratik sesin yükselmemesi ise faşist şeflik rejiminin en önemli politik avantajı oldu.

Kürt ulusal demokratik hareketi Medya Savunma Alanları’nda ve Rojava’da sömürgeci işgal saldırılarına karşı kahramanca direndi. Garê zaferi faşist sömürgeciliğe kritik bir siyasal ve moral darbe indirdi. Teknik imkanların devasa eşitsizliğine rağmen gerilla güçleri Bakur kırlarından sökülüp atılamadı. HPG drone ve paramotor gibi yeni teknikleri de kullanmaya başladı. Gerilla mücadelesinin etkili ve yaratıcı bir biçimi olarak savaş tünellerine dayalı bir tür mevzi direnişiyle, faşist sömürgecilik Zap, Metîna ve Avaşîn’de durduruldu. Toplamda Kürt ulusal demokratik direnişi sömürgeci faşist şeflik rejiminin karşıdevrimci iradesini alabildiğine zorladı, onun politik askeri düzlemde oluşmuş stratejik dengeyi kendi lehine bozmasını önledi ve Kürdistan’da Kandil odaklı bir “Tamil çözümü” yaratma hayalini gerçeğe dönüştürmesine izin vermedi, hatta Türkiye’de faşist devlet terörünün tırmandırılışındaki dizginsizliğe de barikat oldu.

Bakur’da özyönetim direnişlerinin tam bir sömürgeci faşist vahşetle bastırılmasının ardından Kürt halk kitlelerindeki geri çekilme hali dönemin bütününe yayıldı. Fakat Kürt halkımız, her fırsatını bulduğunda, örneğin yasal Newroz mitinglerine alabildiğine kitlesel katılarak veya Mayıs 2023 seçimlerinde düpedüz “Tayyip defol” tavrı sergileyerek, faşist sömürgeci zulme boyun eğmediğini ortaya koydu. Öcalan’a uygulanan mutlak tecride karşı PKK’li tutsakların açlık grevleri ve öncü sokak gösterileri Kürt halk kitlelerini belirli kesitlerde hareketlendirici oldu. En önemlisiyse, gerillanın en ağır bedelleri göğüsleyen direnişi, özellikle de Garê zaferi Bakur’da Kürt halkımız arasında mücadele azmini ve kazanma ümidini dönem boyunca canlı tuttu. Silahlı direniş aynı zamanda, Kürt liberal burjuvazisinin “rejimin siyaseten yumuşaması” beklentisine dayanan ve HDP içinde de beslenen ham hayallerinin, saray kulislerince körüklenen “yeni çözüm süreci olabilir” demagojisinin, Ayhan Bilgen gibi siyasi teslimiyetçilerin ağızlarından çıkan sayıklamaların Kürt halk kitleleri arasındaki lanetli etki alanının yayılmasını engelledi. 

Genişleyerek Kuzey ve Doğu Suriye Federasyonu’nun kuruluşuna varan Rojava devrimi, geride kalan dönemde büyük siyasi ve askeri zorluklarla yüz yüze geldi. Bir yandan faşist sömürgeci Türk burjuva devletinin Efrîn’den sonra Serêkaniyê ve Gire Spî’yi de işgal etmesi, SİHA’lara dayalı hava hakimiyetini Rojava’nın tamamına yayması ve yeni işgal tehditlerini gündemden düşürmemesi, diğer yandan faşist Türk sömürgeciliğinin saldırganlığını bir ıslah ve muhtaç etme sopası gibi kullanan ABD ve Rusya’nın emperyalist dayatmaları artırması karşısında Rojava devrimi fiziki mevzi ve siyasi irtifa kayıpları yaşadı. Bilhassa Serêkaniyê işgaline giden süreçte, devrimin savunulmasında emperyalist güçlerle taktiksel diplomatik ilişkilere dayalı imkanları halkların direniş potansiyelini her yönüyle realize etmeye dayalı imkanların önüne geçirme yanılgısının trajik sonuçları açığa çıktı. Buna karşın Rojava, halklarımız için temel bir devrimci dinamizm kaynağı olmaya, dört parça Kürdistan’ın bütünsel özgürlüğü için devrimci bir sıçrama tahtası niteliği taşımaya devam etti.

Rojava’yı çevreleyen bugünkü uluslararası ilişkiler ve çelişkiler yumağı ana hatlarıyla şöyle bir görünümde: ABD emperyalizmi PKK’den tamamen kopartılmış bir YPG ve devrimci karakterinden soyundurulmuş bir Rojava şekillendirmek istiyor. Rus emperyalizmi Rojava yönetiminin Esad rejimince ileri sürülen dayatmalara boyun eğmesini sağlamayı hedefliyor. Gerici Esad rejimi Rojava devriminin soluklanabileceği türde bir anlaşmadan kaçınmaya devam ediyor. Tahran ve Soçi görüşmeleri gibi uğraklarıyla Astana süreci, Türkiye, Rusya ve İran devletleri arasında halen giderilemeyen siyasi çatlaklara rağmen, devrimin uluslararası politik ve diplomatik manevra alanına artık bir genişleme imkanı sunmuyor. Hatta Erdoğan şefliğindeki Türk burjuva devleti, bir süredir Moskova toplantılarında bir araya geldiği Rusya, İran ve Suriye devletlerinin Rojava devrimini boğmakta ortaklaşmaları için ısrar ediyor, bu amaçla bağlı bir Erdoğan­Esad anlaşmasının yolunu döşüyor. Bütün bunlar, Rojava devriminin ne denli büyük bir tehlikeyle karşı karşıya bulunduğunu, bu tehlikeyle başa çıkma yolununsa her şeyden önce Rojava halklarının bütün devrimci enerjisini açığa çıkarmaktan geçtiğini bize en berrak biçimde gösteriyor.

Geride kalan dönemde, Başûr’da KDP faşist Türk sömürgeciliğiyle işbirliği doğrultusunda son sürat ilerledi, ulusal ihanet batağına saplandı. KDP yönetimi genişleyen sömürgeci işgale politik ve lojistik dayanaklar sunmakla kalmadı, kimi durumlarda PKK gerillalarının katledilmesinin dolaysız sorumluluğunu da taşıdı. Rojava’daysa ENKS adı altındaki KDP uzantıları Rojava devrimini sırtından hançerlemenin yollarını aradı. Bu işbirliği ve ihanet çizgisi, KDP’yi Kürt ulusal birliğini meydana getirmenin bir muhatabı olmaktan çıkardı. Nitekim faşist Türk sömürgeciliği tarafından sırtı sıvazlanan KDP, Irak devlet makamlarının paylaşımında oluşmuş ortak burjuva teamülleri çiğneyerek ve kendi cumhurbaşkanı adayını dayatarak, YNK’yle siyasi hasımlaşmasında da daha pervasız davranmaya başladı. Öte yandan KDP yönetimi, Başûr’da mali darboğaz şartlarında gelişen bir halk isyanıyla, dip akıntısı biçiminde ilerleyen sınıfsal ayrışma sürecinin bu defa çıplak biçimde gün yüzüne çıkışıyla da karşı karşıya kaldı. YNK ise Bafil Talabani’nin Lahor Talabani’yi liderlikten ettiği bir iç iktidar kavgasıyla çalkalandı. Yeni yönetim siyasi bir bocalama yaşamasına rağmen faşist şef Erdoğan’ın sömürgeci dayatmalarına rıza göstermeyince, hatta Bafil Talabani Rojava’da Mazlum Abdi’yle bir nevi ittifak fotoğrafı verince, YNK faşist Türk sömürgeciliğinin gitgide artan tehditlerine maruz kaldı. Öyle ki, faşist şef Erdoğan’ın Süleymaniye havalimanında bulunan Mazlum Abdi’nin konvoyuna saldırı talimatı belki en önce YNK’ye gözdağı vermek içindi.

Rojhilat son yıllarda Kürt halkımızın kitlesel özgürlük mücadelelerine sahne oldu. Eylül 2022’de Rojhilatlı genç kadınların fitilini ateşlediği halk ayaklanması İran devlet sınırları içindeki her yere sıçradı ve çok geçmeden halkların birleşik devrim çıkışı niteliği kazandı. Devrimin kentleri saran alevleri arasında Kürdistan’ın bir parçasının daha sömürgeci boyunduruktan kurtulmasının güncel imkanı belirdi. Faşist molla rejiminin Rojhilatlı parti ve örgütlerin Süleymaniye’deki üslerine füzelerle ve SİHA’larla yaptığı saldırılar bu büyük güncel imkanı ortadan kaldırmak içindi. Yeni durumda Rojhilat’ta ulusal özgürlük temelinde cepheleşme, ulusal birliği siyaseten cisimleştirme ve birleşik ulusal devrimci önderliği oluşturma görevleri aciliyet kazandı. Üstelik Rojhilat’ın hazır gerilla birlikleri de bulunuyordu. Fakat, İran Komünist Partisi/Komala’nın faşist molla rejimiyle fiili karşılıklı askeri saldırmazlık halinin uzun yıllara yayılmışlığı şartlarında silahlı güçlerini devreye sokmaktaki aşırı temkinliliği, keza İran Kürdistanı Demokrat Partisi ve İran Kürdistanı Devrimci Emekçiler Topluluğu/Komala’nın ayaklanmanın en kanlı biçimlerde bastırılmasına neden olmamak adına gerilla birliklerini savaştırmama kararı ve PJAK’ınsa diğer üç parçada savaş sürerken Kürdistan’ın dördüncü parçasında bir savaş cephesi daha açmaktan kaçınma taktiğiyle ayaklanmayı ileri sıçratma imkanlarına uzak duruşu Rojhilat’ta devrimin gelişim sınırlarını şimdilik tayin etmiş oldu.

VI Antifaşist Kitle Hareketinin Gelişim İmkanları

Tırmanan faşist devlet terörü karşısında geri çekilen ama faşist şeflik rejimine boyun da eğmeyen işçi ve ezilen kitleler, Türkiye ve Bakur Kürdistan’da dönem boyunca faşist şef Erdoğan’dan kurtulma arzularını sıklıkla ortaya koydular. Kırılmayan devrimci direnişin bir sonucu saymamız gereken bu ortaya koyuş, faşist şeflik rejiminin tam bir mezarlık sessizliği yaratma amacına ulaşamadığının açık göstergesi oldu. 2020’de pandemi sürecinde en geri seviyeye çekilişinden sonra 2021 başlarında Boğaziçi direnişinden 2022 başlarında işçi­emekçi kabarışına, kitle hareketinde yeniden aktif savunma hattına doğru ilerleme eğilimi boy verdi. Öyle ki, emekçilerin ve ezilenlerin ileri kesimleri arasında büyük yankı uyandıran Boğaziçi direnişi faşist şefin yeni bir Gezi­ Haziran ayaklanması kabusu görmesine ve siyasi inisiyatifi elinde tutmak için bütün üniversiteyi kelepçelemesine neden oldu. Bununla birlikte, politik öncülük iddiasına sahip partilerin, örgütlerin ve ittifakların kitle hareketini “içeriden” etkileyebilme güçlerinin zayıflamış olduğu şartlarda, faşist devlet terörünün caydırıcı etkisinden ve burjuva muhalefetin de dalgakıran rolünden dolayı, iktisadi veya siyasi nitelikteki kitle mücadeleleri sıkıştıkları kabuğu kıracak düzeyde bir kendiliğinden sıçrama gerçekleştiremediler.

İşçi ve emekçi mücadeleleri yüksek enflasyonla bağlı pahalılık sonucu 2022 başında yeniden canlandı. Bu canlanma iki kanaldan, işyerlerinde enflasyonu telafi edecek ücret artışları için işçilerin fiili grevleri ve direnişleri biçiminde ve sokaklarda zamlara karşı kitlesel halk yürüyüşleri biçiminde kendini gösterdi. Genellikle sendikasız işyerlerinde gerçekleşen ve birçoğu ücret artışı kazanımlarına da ulaşan fiili grev ve direnişler işçi sınıfı bünyesinde sendikalaşma bilinci, isteği ve arayışındaki yayılmanın dışavurumuydu. Öte yandan, Mersin Çimsetaş direnişinde en yalın şekilde ortaya çıktığı gibi, mücadeleci işçi bölükleri ile sınıf uzlaşmacı ve bürokratik sendika yöneticileri arasındaki çelişkiler yer yer keskinleşti. Bu birkaç aylık işçi dalgası, sınıfın en kalabalık katmanı içinde, kuralsız, güvencesiz ve asgari ücretle çalıştırılan milyonlarca işçi arasında haklarını mücadeleyle savunma potansiyelinin artmakta olduğuna, bu potansiyelin bazı kesitlerde işini kaybetme korkusunun getirdiği ataleti kırarak ve sendika bürokrasisinin uzlaşmacılık bariyerlerini de aşarak mücadele enerjisine dönüşebildiğine, devrimci ve mücadeleci sendikal girişimlerinse bu kendiliğinden işçi hareketleriyle buluşabildiğine işaret etti. Buna karşılık, pandemi sürecinde işçi sınıfının sorunlarını ve taleplerini geçiştirmekte ya da 1 Mayıs’larda bütün faşist yasaklara boyun eğmekte somutlaştığı üzere, dönem boyunca sınıf uzlaşmacı sendika bürokrasisinin tipik tutumu kararsızlık, mücadelesizlik ve etkisizlikti. İşçi grev ve direnişlerinde 2022’nin ilk aylarındaki söz konusu canlanmaya, dahası TTB’nin Ankara yürüyüşü ve sağlık sektörü grevleri gibi başkaca önemli mücadelelere rağmen, işçi sınıfı hareketi sınırlı iktisadi taleplerin ötesine geçerek siyaseten aktif antifaşist bir konum alamadı. Birleşik bir işçi hareketinin oluşum sancıları da aşılamadı. Ayrıca bu tablo içinde, göçmen ve mülteci işçiler arasında ilerici bir kitlesel politik gelişme imkanı da belirmedi.

Kadın özgürlük mücadelesi son yıllardaki süreğen sokak eylemselliğiyle kitle hareketleri arasında daha da öne çıktı. Kadına yönelik şiddete ve kadın cinayetlerine karşı gösteriler, Las Tesis eylemleri, ifşa hareketi, dünya kadın grevi, İstanbul Sözleşmesi’nin yırtılmasına karşı direniş kadın özürlük mücadelesinin dönem içindeki belli başlı gündemleri ve uğraklarıydı. Kadınlar ve LGBTİ+’lar, 25 Kasım gösterilerinde ve özellikle 8 Mart mitingleri ile gece yürüyüşlerinde polis bariyerlerine yüklenirken antifaşist kararlılık örnekleri sergilediler. Polise karşı direnişte benzer örnekler Onur Haftası gösterilerinde de tekrarlandı. Fakat kadın özgürlük mücadelesi, eylemsel süreklilik avantajına karşın, faşist şefin İstanbul Sözleşmesi’ni yırtıp atma saldırısını püskürtecek bir direniş niteliği ve kitleselliği açığa çıkaramadı. Bir yandan kadın kitle hareketinin antifaşist karakteri güçlenme eğilimindeyken, bir yandan da faşist şeflik rejimiyle dişe diş mücadele etme, antifaşist kitle hareketine bağlanma ve dolayısıyla antifaşist güçlerle ittifak yapma konularında hareketin politik özneleri arasında kararsızlık veya yönsüzlükle bağlı saflaşmalar derinleşti. Buna, feminist hareketin bir kesimi ile LGBTİ+ hareketinin bir kesimi arasındaki TERF­trans karşıtlaşması da eklendi. Bütün bunlarla beraber, hele de ataerkil faşist şeflik rejiminin cinsiyetçi saldırganlığı alabildiğine tırmandıracağını Mayıs 2023 seçimlerinde açıkça ilan ettiği koşullarda, kadın özgürlük mücadelesinin gelip dayanmış olduğu sınırı aşmasının faşizme karşı ezilenlerin birleşik antifaşist mücadelesine dolaysız olarak bağlanmayı, kadın grevi ve kitlesel özsavunma gibi daha etkili mücadele biçimlerine ilerlemeyi, işçi kadınları kitlesel düzeyde harekete geçirmeyi gerektirdiği gerçeği iyice belirginleşti.

Boğaziçi direnişi, son yıllar içinde öğrenci gençliğin politik bakımdan en etkili mücadelesi olmanın yanı sıra, bütün diğer toplumsal mücadele dinamiklerini etkileyerek antifaşist kitle hareketinde genel bir sıçramayı ateşlemeye aday bir politik çıkış niteliği de taşıyordu. Faşist şefin siyasi ve fiziki saldırılarını göğüsleyen direniş, uzayıp aylara yayılan denge halini kendi lehine bozacak bir siyasi hamle yapamayınca söz konusu ateşleyici potansiyelini realize edememiş oldu. Devamında, daha ziyade antifaşist ve devrimci saflarda örgütlü öğrencilerin katılımıyla gelişen barınma hakkı talepli eylemler ya da “Gençlik Örgütleri” adı altındaki eylem birliği zemininde gerçekleşen gösteriler yükseköğrenim gençlik hareketini diri tuttu. Fakat öncü militanları son derece sert bir faşist kuşatma altında tutulan öğrenci gençlik hareketi, özellikle de liseli gençlik mücadelesi, yeni bir kitleselleşme kanalı bulamadı.

Alevi emekçiler arasında faşist şeflik rejiminden kurtulma arzusu alabildiğine yaygın olmasına rağmen, demokratik Alevi hareketi önemli bir politik ilerleme sağlayamadı. Yıldönümlerinde Sivas ve Maraş katliamlarını lanetleyen rutin gösteriler ile cemevlerini bakanlığa bağlama ve devlet Aleviliğini kurumlaştırma hedefli stratejik nitelikte bir saldırı olan yasal düzenlemeye tepkilerin ötesinde etkili bir çıkış yapamadı. Bunun başlıca nedeni, Aleviler arasındaki devrimci çalışmanın zayıflamış olduğu koşullarda, tek çare olarak seçim sandığını işaret CHP’nin demokratik Alevi kurumları ve Alevi kitleler üzerindeki hegemonik etkisiydi. Oysa bu yıllar boyunca politik islamcı faşist saldırılara karşı Alevi emekçilerin kitlesel eylem ve direnişlerinin örgütlenmesi ihtiyacı tüm yakıcılığını korudu.

Kazdağları’ndan İkizdere ve Akbelen’e değin bazıları bileşim itibarıyla emekçi köylü hareketi niteliğinde olan ve bilhassa faşist şefin arkasındaki ihaleci­vurguncu şirketlerin doğa talanı yoğunlaştıkça yaygınlaşma ve siyasallaşma eğilimleri kuvvetlenen irili ufaklı birçok ekoloji mücadelesi, Gazi ayaklanmasının yıldönümü yürüyüşleri ve Gökhan Güneş’i faşizmin gizli işkencehanesinden koparıp alma hamlesi gibi antifaşist mücadeleler, Şenyaşar ailesinin oturma eyleminden Cumartesi Anneleri hareketine, Çorlu tren katliamı protestolarından Gülistan Doku’yu aramaya kadar bir dizi adalet mücadelesi ve nöbeti, adalet mücadelelerinin öncü mevzisi olarak Suruç için adalet kampanyaları geride kalan dönem boyunca emekçilerin ve ezilenlerin duyguda, düşüncede ve eylemde faşist şeflik rejimine karşı saflaşmalarını sağlayan siyasi uğraklar arasında yer aldı.

Başta emekçi soldan parti ve örgütler olmak üzere antifaşist kitle hareketinin kritik bir zaafı, Erdoğan şefliğindeki faşist inkarcı sömürgeciliğin Bakur Kürdistan’daki kan dökücülüğüne, Rojava ve Başûr Kürdistan’daki işgalciliğine karşı antifaşist­antişovenist tepkilerin son derece yetersiz kalışıydı. İster sosyal şoven zehirlenmeden isterse faşist devlet terörünün sivri ucuyla yüzleşme ürkekliğinden kaynaklansın, bu yetersizlik sömürgeci faşist şeflik rejiminin ırkçı, inkarcı, işgalci ve kıyımcı küstahlığına fazlasıyla imkan tanıdı. Oysa, hemen önceki bölümde üzerinde durulduğu gibi, Başûr ve Rojava’da silahlı ulusal direnişle, Bakur’da ulusal kitle mücadelesi ve gerilla eylemiyle kendini ortaya koyan Kürt ulusal demokratik hareketinin, faşist şeflik rejimine karşı savaşımın en örgütlü ve en etkili dinamiği olarak, Türkiyeli işçiler ve ezilenler için başlıca ittifak gücünü teşkil ettiği gerçeği defalarca kanıtlandı. Faşist sömürgeciliğin kimyasal silahlarla gerçekleştirdiği gerilla katliamlarına karşı Türkiye’de komünistlerin özgür sokak gösterileri örgütlemeleri, emekçi sol hareketin en mücadeleci bölüklerinin İstanbul Taksim’de kitlesel bir yürüyüş düzenlemeleri, Şebnem Korur Fincancı gibi kimi tutarlı antifaşist­antişovenist aydınların itirazlarını açıktan yükseltmeleri ise söz konusu kritik siyasi zaafı aşma iradesini mayalayan parıltılı pratik örnekler oldu.

Bugün gelmiş olduğumuz noktada, faşist şef Erdoğan ve onun saray çetesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin konjonktürel yönetememe krizlerinin de boy verdiği toprak olan ve öncelikle Kürt ulusal özgürlük başkaldırısından köklenen yapısal rejim krizine herhangi bir çözüm getirme yönelimine de, imkanına da sahip değil. Yönetenlerin eskisi gibi yönetemedikleri durumun, yani yönetmeme krizinin sürüyor olmasının verilerini, faşist şefin en zalim biçimleriyle devlet terörünü tırmandırmaktan başka bir yol bulamamasında ve burjuva parlamenter sistemi fırlatıp atmış olmasında görüyoruz. Rejimin biçimine dair Türk büyük burjuvazisi saflarındaki derin siyasi yarılma da, Batılı emperyalizmle ilişkilerde süreğenleşen gerilim de bu yönetememe krizini durmadan besliyor. Faşist şeflik rejimi bütün güç ve imkanlarıyla saldırmasına rağmen Kürt ulusal demokratik hareketinin iradesini kırabilmiş, devrimci hareketi yenilgiye uğratabilmiş değil. Yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediklerinin dışavurumu niteliğindeki kitle eylemleriyse kesintisiz faşist devleti terörü ve faşist sömürgeci savaş tarafından halihazırda prangalanmış durumda. Yine de, onca faşist teröre, tehdide, şantaja, esarete ve katliama rağmen milyonların halkçı demokratik cephenin arkasında durmakta ısrar etmesi, son seçimlerde Kuzey Kürdistan’ın açıkça “Erdoğan defol” demesi ve Türkiye’nin politik mücadele merkezleri olan büyük sanayi kentlerinde çoğunluğun Erdoğan’a karşı çıkması, toplumun yarısının Erdoğan’ın başkanlığını halen meşru kabul etmemesi, emekçilerin ve ezilenlerin politik özgürlük kapsamındaki temel talepleriyle bağlı yeni bir siyasi iktidarın kurulması arzusunun ve bu uğurda mücadele etme potansiyelinin sönüp gitmediğine işaret ediyor. Bir başka deyişle, had safhadaki faşist zorbalık tarafından gemlenmiş olsa da devrimci durum dinamikleri, halk ayaklanmalarının patlak verebileceği koşullar varlığını koruyor.

VII Emekçi Sol Hareket Ve Üçüncü Cephenin Gelişim Sancıları

Kürt ulusal demokratik hareketi ve devrimci hareketin dönem içindeki politik varoluş gerçeği sömürgeci faşist şeflik rejimine karşı can feda direniş oldu. Tekrar pahasına söylemek gerekirse, faşist şef Erdoğan’ın nihai amaçlarına ulaşmasını engelleyen başlıca güç Kürt ulusal demokratik hareketi, özellikle de gerilla savaşıydı. Faşizme karşı direnişte PKK’nin yanı sıra, devrimci hareketin odağında bulunan güç olarak MLKP öne çıktı. Devrimci direnişin aktif savunma taktiğiyle bağlı biçimleri esasen bu iki parti tarafından hayata geçirildi. Politik askeri yöneliminin başarısı öngörüldüğü düzeyde gerçekleşmemiş olsa da, HBDH, bilhassa milis eylemlerini çoğaltarak, devrimci direnişin faşizmin kudurgan saldırılarına aktif savunma hattında yanıt veren önemli bir mücadele mevzisi oldu.

Devrimci hareketin MLKP dışındaki bölüklerinin bir bölümü fiilen veya nesnel olarak savunma taktiği sınırında kalırken, bir bölümü aktif savunmaya geçiş hazırlığı temelinde hareket etti. Faşist şeflik rejiminin Kuzey Kürdistan kırlarında HPG gerilla güçlerini gövde olarak daraltmayı, eylem kuvveti olarak sınırlamayı, kentlere müdahaleden alıkoymayı, Türkiye şehirlerinde ise politik askeri örgütlenme ve eylemleri FESK ve HBDH milislerine daraltmayı ve nicelikçe en alt seviyede tutmayı başardığı, devrimci parti ve örgütleri ideolojik­siyasi tasfiyecilik kuşatmasına aldığı ve çoğunun illegal yapılarını darbeleyip dağıttığı koşullarda, devrimci hareket bünyesinde büyük bir tehlike olarak “yasal devrimcilik” hastalığı ortaya çıktı.

EMEP’ten SYKP’ye ve Sol Parti’den EHP’ye değin emekçi sol hareketin reformist kesimi anlamlı bir antifaşist direniş pratiği ortaya koyamadı, hatta sömürgeci faşizme karşı mücadelenin en yakıcı görevlerine çoğunlukla siyaseten ölü taklidine varan bir edilgenlikle sırt çevirdi. TİP ise, herhangi bir tutarlılıktan yoksun politik çizgisiyle, burjuva muhalefetin ona açtığı alanda geçici bir büyüme trendine girdi; özellikle Mayıs 2023 seçimleri yaklaştıkça, burjuva liberallerin TİP reformizmini parlatma siyaseti iyice yoğunlaştı. Gezi­Haziran ayaklanmasından itibaren HDP’nin arkasında toplanmış desteğin bir kısmının ve faşist şeflik rejimiyle çelişkili olan ama şovenizmin etkisiyle HDP’ye mesafeli duran demokratik nitelikli bir kesimin oyları seçimlerde TİP’e yöneldi. Öte yandan, İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde patlatılan kontrgerilla bombasını ya da HPG’nin Mersin eylemini takiben küçük burjuva reformist sol içinden canhıraş PKK kınamaları yükselmesi bu kesimin kritik anlarda faşizme karşı direniş saflarının büsbütün dışına savrulan politik tutumlarının bir yansımasıydı.

HDP emekçilerin ve ezilenlerin kitlesel politik adresi olmaya devam etti. Fakat kesintisiz süren tutuklama, kayyum atama, kapatma davası açma saldırıları onu önce siyasi savunma pozisyonuna, ardından da siyasi irade bocalamasına itti. Burjuva muhalefet bloku tarafından resmen muhatap alınma arayışı birleşik parti politikasının gitgide odağına oturdu. 2019 yerel seçimlerinde faşist şefe “kazandırmama taktiği” adı altında Türkiye kentlerinde CHP’ye verilen destek, devamla CHP’yle kurulan siyasi dirsek teması, nihayet Mayıs 2023 seçimlerinde burjuva muhalefetin cumhurbaşkanı adayına sunulan koşulsuz destek, üçüncü cephe politikasının ve dahası üçüncü cephenin bizzat varlığının silikleşmesini getirdi.

PKK ise, Başûr’da sömürgeci işgale karşı direnişi kahramanca sürdürür, Rojava’da yeni bir sömürgeci işgal saldırısına direniş hazırlığını yoğunlaştırır ve Bakur’da sömürgeciliğin gerillayı dağlardan söküp atma saldırılarını can feda göğüslerken, seçimleri taktiksel düzeyde siyasi ve askeri bir “nefeslenme” imkanı olarak gördü. Faşist şefin alacağı bir seçim yenilgisi sayesinde faşist sömürgeciliğin en gaddar biçimlerdeki saldırganlığında bir tavsama olabileceği, dahası bir iktidar değişimiyle “diyalog süreci”ne yeni bir kapı aralanabileceği ihtimalini hesaba katan bu özgün “nefeslenme” taktiği, burjuva muhalefetin cumhurbaşkanı adayına destek içeriğindeki genel taktiğin parçası, hatta bir noktadan sonra itici gücü oldu.

Üçüncü cephenin yaşadığı silikleşmenin en görünür bedeli seçimlerde oy kaybına uğramak, oy kaybının en somut ifadesiyse Kuzey Kürdistan’da CHP’nin oylarını artırmak oldu. Özetle, içinden devrimci basıncın yeterince güçlü olmayışı ve dışından da devrimci bir politik odağın meydan okuyan düzeyde bir basıncının bulunmayışı, HDP’nin üçüncü cephe çizgisinde bocalamasını önleyememe sonucunu doğurdu. Öte yandan, dışarıdan bakılınca işlevsiz bir kabuk olarak görünen HDK ise yeniden başlangıç misyonuna yönelmeyi ve politik işlev kazanmayı başaramadı.

Faşist şeflik rejimine karşı süregiden mücadeleleri büyütüp birleştirmenin ve ezilenlerin birleşik genel direnişi düzeyine sıçratmanın bir gereği antifaşist cepheyi genişletmekti. Fakat birleşik devrimci cephenin bu içerikteki kararı ve girişimi kadük kaldı. 2023’e yaklaşıldıkça ve seçim atmosferi ağırlık kazandıkça, cepheleşmedeki genişleme esasen bir seçim bloku olan Emek Ve Özgürlük İttifakı formuna büründü. Emek Ve Özgürlük İttifakı ise, legalizm ve parlamentarizmle malul varoluşuyla ve HDP bileşenlerini adeta görünmez kılışıyla, antifaşist cepheyi genişletme ihtiyacına son derece güdük bir yanıt oldu.

Bu dönemde bir başka ittifakın, Sosyalist Güç Birliği’nin kuruluşu, Erdoğan iktidarının seçimlerle el değiştirebileceği ihtimaline göre siyasi pozisyon aramaktan, yelkenleri CHP’nin estirdiği muhayyel seçim zaferi rüzgarıyla şişirmeyi ummaktan, AKP’nin yerine siyasi iktidara gelmesi öngörülen CHP’den boşalacak ana muhalefet rolünü kapmaya heveslenmekten başka bir anlama gelmiyordu. Sosyalist Güç Birliği’nin asıl kurucu prensipleri Kürt ulusal demokratik mücadelesi ve yapılarıyla mesafeyi korumak, hapishane riskinden uzak durmak, şovenizm ve sosyal şovenizmle hesaplaşmayı ahirete bırakmak, durumu kerameti kendinden menkul bir sosyalizm söylemiyle idare etmekti. Kürt ulusal demokratik hareketini olası bir müttefik saymayan, burjuva parlamento seçimleri sınırlılığında bile HDP’yle yan yana gelmekten kaçınan, hatta HDP’yi Millet İttifakı’nın bir parçası gibi lanse etme düzenbazlığından medet uman Sosyalist Güç Birliği, özellikle ittifakın omurgasını teşkil eden TKP ve Sol Parti’nin burjuva düzen solu CHP’nin emekçi sol hareket içindeki nesnel uzantısına ve antifaşist mücadelenin gelişiminde sosyal şoven bir ayakbağına dönüştüklerini, böylece devrimci strateji tarafından siyaseten yalıtılmanın menziline girdiklerini gösterdi.

Emekçi sol hareket bünyesindeki en büyük siyasi zaaf Mayıs 2023 seçimleri yaklaştıkça daha da belirginleşti. Oysa, başta HDP olmak üzere emekçi sol hareketten bütün parti ve örgütler, güçleri ve olanakları ölçüsünde, 6 Şubat depremi olur olmaz halklarımızın yaşamsal dayanışmasını örgütlemeye girişmişlerdi. Sosyal dayanışma pratiklerinden siyasal saflaştırma pratiklerine ilerlemek, bunun için politik ajitasyonu ve eylemi daha etkin biçimlerde devreye sokmak başarılamasa da, deprem yıkıntıları arasındaki kitle çalışmaları emekçi sol hareketin reformist kesimine de devrimci bölüğüne de siyasi irade ve inisiyatif artışı sağlamıştı. Ne ki, bu siyasi irade ve inisiyatif kazanımı, emekçi sol hareketin büyük bölümü bakımından, yaklaşan seçim muharebesinde antifaşist kitle hareketinin güçlenmesine hizmet edecek bir politik duruş ortaya koymakla bütünlenemedi.

Millet İttifakı’nın burjuva parlamenter restorasyoncu iktidarını Erdoğan’ın faşist saray iktidarına kıyasla emekçiler ve ezilenler için ehven­i şer saymakta ve daha önemlisi faşist şeflik rejimine seçim sandığında son verileceğini sanmakta somutlaşan söz konusu zaaf, faşist şeflik rejimini aşmak için ezilenlerin birleşik antifaşist direnişi seçeneğini değil de burjuva muhalefetin gerici parlamenter restorasyon seçeneğini önceliyor, kaybettirmeyi hedefliyor ama kazanmayı hedeflemiyor, seçimi yegane çare gören emekçileri ve ezilenleri uyarmak yerine burjuva muhalefetin nafile seçim propagandasının yeni hayal kırıklığı tohumları ekmesine ortak oluyordu.

İster ulusal demokratik hareketin savaş sürecinde nefeslenme hedefiyle, isterse emekçi solun reformist kesimlerinin legalist ve parlamentarist miyopluklukları, seçimin ve yasanın ötesindeki mücadele mevzilerinden uzak duruşlarıyla bağlı olsun, Kılıçdaroğlu’na destek tutumu seçimleri faşist şeflik rejimine karşı emekçilerin ve ezilenlerin mücadele kuvvetlerinin büyütüldüğü, daha güçlü çarpışmalara hazırlandığı bir taktik muharebe olarak değerlendirme imkanını heba etti. Seçim sonuçları, burjuva muhalefetin cumhurbaşkanı adayını desteklememek içerikli tutumun, emekçi ve ezilen kitleleri “Erdoğan defol” şiarıyla mücadeleye sevk etmek gibi bir taktiksel uygulama başarısı ortaya çıkaramamış olsa dahi, devrimci bakımdan yegane doğru politika olduğunu ispatladı. Zira meselenin esası, emekçilerin ve ezilenlerin faşist şeflik rejimine karşı biriken ve büyüyen tepkilerinin burjuva muhalefet cephesi eliyle kötürümleştirilmesi ya da antifaşist üçüncü cephe önderliğinde faşist şeflik rejiminin yıkılışına yönlendirilmesiydi.

Dönemin bütününe baktığımızda, emekçi sol hareket bünyesinde derinleşen siyasi ayrışmayı görüyoruz: devrimcilik ya da reformculuk, direnişçilik ya da seyircilik, Kürt ulusal demokratik hareketiyle ittifak ya da sosyal şoven ilişkisizlik, burjuva muhalefete yedeklenme ya da mesafe. Bu siyasi ayrışma halinin rengini verdiği, hele de Mayıs 2023 seçimlerinde görüldüğü üzere HDP dahil emekçi sol harekette yasalcı­seçimci politik duruşun ve burjuva muhalefetle uzlaşma arayışının daha etkin olduğu bugünkü politik tabloda, devrimci stratejinin ve taktiğin, yani faşist şeflik rejimini yıkacak olan yolun en hayati sorunu, halklarımızın görünür ve ulaşılabilir bir devrimci­demokratik seçenekten, devrimci bir politik çekim merkezinden yoksunluğudur.

Fiili meşru mücadele zeminindeki birleşik devrimci cephe, her bir bileşeninin ona yüklediği misyon ne olursa olsun, nesnel bakımdan, işte bu yoksunluğu gidermenin, birleşik devrimci bir politik merkez oluşturmanın kritik bir imkanı olarak mücadele sahnesine çıktı. O, faşist şeflik rejimine karşı mücadelenin seçim­parlamento çerçevesine sıkışmamasını ve burjuva muhalefetin siyasi itfaiyeciliğine takılmamasını, emekçilerin ve ezilenlerin tüm demokratik tepki ve taleplerinin Erdoğan şefliğindeki sömürgeci faşizmi yıkma potasında birleşmesini sağlamak, hatta halkçı demokratik cepheyi de bu doğrultuda ileri itmek için ortak politik katalizör adayı oldu. Zira birleşik mücadeleyi geliştirme pratiğine veya en azından söylemine sahip diğer birleşik formlardan hiçbirinin faşizmi yıkma, faşizme karşı mücadeleyi devrime yöneltme ortak görüş açısı ve iddiası olmadığı açıktı.

Ne yazık ki, fiili meşru mücadele zeminindeki birleşik devrimci cephe dönem içinde hedeflerinin çok gerisinde kaldı. Buna yol açan temel etken birleşik devrimci cepheyi oluşturan parti ve gruplardan bazılarının sahadaki iradelerinin birleşik devrimci merkezin temel perspektiflerine mesafeli oluşları, bedel ödeme çıtalarının düşüklüğü veya asgari düzeyde bir kitle gücünden yoksunluklarıydı. Bu durum birleşik devrimci cephenin fiili meşru mücadele sahasında sürükleyici, ileri itici bir devrimci odak, antifaşist kitleler için çekim merkezi, devrimci­demokratik yükselişin öncü kuvveti olması amaçlarının çok uzağında kalmasına neden oldu.

Bu, birleşik devrimci cephenin öznelerince kolektif olarak ele alınması, çözülmesi gereken zorlu ve ertelenemez bir sorundur.

[***]

I

Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da dönem taktiğimiz aktif savunmadır. Aktif savunma, faşist şeflik rejiminin saldırılarına karşı direnişi, devrimci­demokratik mevzileri eylemli biçimlerde savunmayı, hazırlık yapmayı, güç biriktirmeyi, fırsat kollayıp uygun anlarda düşmana darbeler indirmeyi, ezilenlerin birleşik genel direnişini ortaya çıkarmayı ve nihayet saldırıya geçişi örgütlemeyi kapsamaktadır.

Partimiz, a) uygulamada ağırlığı veya önceliği hazırlık ve güç biriktirmeye vermeli, b) hazırlık ve güç biriktirme çalışmalarının örgütsel büyümeye, örgütsel gelişmeye indirgenmesi hatasından sakınmalı, taktiğin politik mücadelenin yükseltilmesi hedefini sıkıca gözetmeli, c) örgütsel durumdaki gelişmelerden bağımsız olarak siyasi koşullardaki keskin farklılaşmaların ağırlık noktalarını hızla değiştirmeyi dayatabileceğini göz önünde tutmalıdır.

Aktif savunma taktiğinin yüksek bir başarıyla ve özellikle saldırıya geçişi örgütleme seviyesinde uygulanabilmesi her şeyden önce devrimci cepheleşmenin gücüne ve etkinliğine bağlıdır. Zira, PKK’yi dışta tutarsak, hiçbir devrimci parti veya örgüt yalnızca kendi gücüyle bu seviyede bir sonuç alabilir durumda değildir. Bu, Türkiye bakımından PKK için de geçerlidir.

Başta Kürt halkımız olmak üzere ezilenlerin verdiği büyük desteğe karşın HDP, verili yönetimiyle ve zihniyetiyle antifaşist, antişovenist, cins eşitlikçi kavgayı fiili meşru mücadele ve sokak zemininde sürdürmek yerine seçim­parlamentarizm zeminine, yasal­barışçıl biçimlere hapsediyor. HDK ise çoktandır bir kabuğa dönüşmüş durumda. Mevcut siyasi koşulları göğüslemek, toplumsal psikolojinin değiştirilmesi görevlerinden ve ezenlerle ezilenler arasındaki savaşımın ihtiyaçlarından hareket etmek yerine, belirli koşulların ürünü olan apolitik formüllere çakılıp kalıyor. Dolayısıyla, halihazırdaki sınırlılığına rağmen bugün yegane devrimci cepheleşme adresi olan HBDH, çıkışın en önemli imkanlarından biri olma gerçekliğini koruyor. Onun izdüşümü olarak birleşik devrimci cephe ise, fiili meşru mücadele sahasında birleşik devrimci bir politik merkez olarak gelişme, ezilenlerin birleşik genel direnişi için katalizör rol oynama görev ve imkanıyla çok zayıf bir ilişki kuruyor. HDP’yi ileri itecek bir mücadele tarzı geliştiremiyor.

[***]

Devrimci parti ve örgütlerin siyasi ve örgütsel açıdan son derece zayıf bir durumda, dahası bir bölümünün “yasal devrimcilik” çemberinde oluşu önümüzdeki dönemde birleşik devrimci cephe konusundaki en önemli dezavantajdır.

İkinci olarak, aktif savunma taktiğinin etkin tarzda uygulanması ve saldırıya geçişi örgütleme eşiğine ulaştırılması devrimci silahlı mücadele ve yasadışı örgütlenme biçimlerinin geliştirilmesine bağlıdır. Zira faşist şeflik rejiminin iç savaş örgütlenmesi karakteri pekişiyor, barışçıl eylemin ve legal örgütlenmenin sınırları gittikçe daralıyor, politik mücadelenin şiddete dayalı ve yasadışı biçimleri nesnel olarak gittikçe öne geçiyor.

HBDH, önümüzdeki dönemde özellikle Türkiye kentlerinde birleşik milisin örgütlenmesinin ve antifaşist gençliğin katılımıyla yaygınlaşmasının, böylelikle faşist şeflik rejimine karşı mücadelenin motoru olma imkan ve potansiyelini korumaya devam ediyor. Birleşik milisin oluşturulması, özgür ajitasyon­propagandanın semtler zemininde yaygınlaştırılması, milisle ve devrimci kitle şiddetiyle politika yapma gücünün açığa çıkarılması sürecin kader belirleyici görevlerinden biridir. Milis eylemleri ve diğer faaliyetler, kendi özgün amaçları dışında, korku atmosferinin dağıtılmasının, toplumsal psikolojinin değiştirilmesinin yolunu açacak, antifaşist ve antisömürgeci öğrenci, işçi ve işsiz gençliğin yeni bir silkilişini hazırlamada çok önemli bir rol oynayacaktır.

Yine bu bakımdan, HBDH bünyesinde dağlarda da birleşik devrim bayrağını yükseltme, bu bölgelerin antifaşist kitlelerine silahlı güçlerle seslenme ve böylece mücadele umudu ve azmi taşıma, antifaşist gençliğin ileri kesimini bu yoldan da silahlı direniş saflarına çekme görüş açısının korunması, bu temeldeki hazırlık görevlerine canlı bir ilgi gösterilmesi ihtiyacı sürüyor.

[***]

II

Önümüzdeki dönemde taktiğimizin bağlanacağı amaç ezilenlerin birleşik genel direnişini hazırlamaktır. Bu taktik amaç ve bağlı hazırlıklar için partinin kitle çalışması ile kendi gücüne dayalı eylemi arasındaki ilişkinin doğru kavranması kritik önemdedir.

Politik mücadele anlayış ve tarzımızın en karakteristik öğelerinden biri olan öncü müdahale ya da öncü çıkış, partinin hazır kuvvetlerini öncü eylem biçimleriyle hareketlendirmesidir. Politik mücadele tarzındaki bu iradilik, öncünün devrimci katalizör rolünün dolaysız ifadesidir. Hedefse, işçilerin ve ezilenlerin bağrında biriken mücadele potansiyelini realize etmektir. Yani partinin kendi örgütlü kuvvetine dayalı hareketi, en nihayetinde, kitleye mesaj verilmesi veya kitlenin mücadele sahasına çekilmesi, onun örgütlenme ve devrimcileşme yolunun döşenmesi içindir. İşkencecileri taşıyan bir servis aracına dönük bombalama eylemi, hapishanelerde faşist zulme karşı ölüm orucu taarruzu veya sömürgeci işgal karşısında savaşçı kadro gücüyle can feda direniş öncü müdahalenin çeşitli biçimleri olabilir. Öyleyse her öncü çıkışın somut talepleri ve hedefleri, mücadele ve örgüt biçimleri tabii ki bir diğerinden farklılık gösterir. Ama mücadelenin tamamen iradiliği, somut durumun somut politikasını belirleme anlayışı, özgüce dayalı hareket tarzı, kitlelerin talep ve özlemleriyle bağlı oluş hepsinin ortak özellikleridir.

İşçi sınıfı ve ezilenler arasında demokratik haklara, özgürlüğe ve adalete, ulusal, inançsal ve cinsel eşitliğe susamışlığın böylesine yoğun, fakat bunlar uğruna mücadeleye atılma yönelimininse faşist sömürgeci terörle böylesine bastırılmış olduğu politik koşullarda, öncü çıkış tarzı, devrimci gelişimin yolunu iradi olarak açmaya dönük konumlanmak demektir. Bu aynı zamanda, savunma taktiği ile aktif savunma taktiği arasındaki önemli bir siyasi ayrım noktasıdır.

Mesele aktif savunma görüş açısından ele alınırsa, yalnızca fiili meşru mücadele cephesinde dahi öncü tarz partinin kendi kuvvetlerine dayalı sokak eylemlerine daraltılamaz. O aynı zamanda, siyasal temsiliyeti yaymakta, kitle örgütleme aracı olan kurumları çoğaltmakta, devrimci sosyalist kimlikle açıktan politika yapmakta da iradi ve atak olmayı gerektirir.

Fiili meşru sokak eylemselliğinde cisimleşen öncü çıkış pratikleriyse, devrimci bilinç ve iradenin yönettiği bir hazırlığa dayanmalı, mücadele ve örgüt biçimlerinde özgünleşmeyi içermeli, kitle çalışmasıyla birlikte değerlendirilmeli, emekçilerin ve ezilenlerin duygularına tercüman olmalıdır. Bugünkü politik koşullarda, bu türden her öncü çıkış faşist şeflik rejimine karşı ezilenlerin birleşik genel direnişini mayalayıcı bir adım olacaktır.

Politik mücadelemizde aktif savunma taktiğiyle bağlı öncü tarzın sürekliliğini korumak, antifaşist kitleler arasındaki politik etki alanımızı genişleterek ve politik çekim gücümüzü artırarak, kitle çalışmasının muhtemel devrimci verimini yükseltmeye hizmet edecektir.

[***]

Faşist şeflik rejimine tepki ve öfke besleyen işçi ve ezilen yığınlar politik özgürlüğü kazanmanın yolunu görmeye, moral, güven ve cesaret edinmeye, kazanma umudunu özümsemeye ihtiyaç duyuyorlar. Bu yüzden, politik mücadelede öncü tarzın sürekliliğini sağlamak dönem taktiğimizin kesin buyruğudur. Öncülük iddiası güden komünist ve devrimci kuvvetler ise emekçi ve ezilen yığınlarla buluşmaya, siyasi faaliyet alanlarını genişletmeye, örgütlenerek büyümeye ihtiyaç duyuyorlar. Bu yüzden, kitle çalışmasında daha şiddetli silkinmek ve kitlelerle ilişkilenişte yeni ataklar yapmak da dönem taktiğimizin diğer bir kesin buyruğudur.

III

Halklarımızın faşist şef Erdoğan’dan kurtulma arzusunun maddi bir antifaşist mücadele gücüne dönüştürülmesinin, faşist şeflik rejimine karşı çeşitli mücadelelerin de ezilenlerin birleşik genel direnişi yönünde geliştirilmesinin önüne dikilen düzen solu bariyeri geride kalan dönemde o lanetli rolünü tekrar tekrar oynadı. Dolayısıyla önümüzdeki dönem taktiğimizin temel bir boyutunu, yine ve bu kez daha da fazlasıyla, CHP’nin siyaseten yalıtılması görevi oluşturuyor. Çünkü dönem taktiğimizi hedefine ulaştırmanın, yani ezilenlerin birleşik genel direnişini hazırlamanın yolu halklarımızın bağrında filizlenecek yeni mücadele dinamiklerinin burjuva muhalefet eliyle düzen içi kanallarda pörsütülmesine kesinkes engel olmaktan geçiyor.

[***]

IV

Birleşik devrimimizin gelişimine dair en hayati sorunun, kısaca, Kürdistan’daki ulusal özgürlük savaşımı ile Türkiye’deki politik özgürlük savaşımını birleştirme sorununun dönem taktiğimiz kapsamında somut bir izdüşümü, Başûr ve Rojava Kürdistan’daki sömürgeci işgallere, Bakur’daki ırkçı ve inkarcı zalimliklere karşı Türkiye’de antişoven demokratik tepkilerin örgütlenmesidir.

Tam burada, emekçi soldan bir dizi partinin ve örgütün Rusya­Ukrayna savaşına ilişkin antiemperyalist demokratik sloganları yükseltmesinde ama faşist Türk burjuva devletinin Kürdistan bütünündeki inkarcı sömürgeci savaşına tek söz söylememesinde kendini gösteren, siyasi kararsızlığın ya da sosyal şoven zehirlenmenin ürünü olan derin siyasi zaafın üzerinde dikkatle durmalıyız. Bu derin politik zaaf, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını prensipte kabul etmenin pratik gereklerini bir an için konu dışı tutsak bile, sömürgeci işgallere karşı en sınırsız fedakarlıkla verilen ulusal demokratik mücadelenin faşist şeflik rejimine karşı sürdürülen savaşımın en büyüğü ve en etkilisi olduğu, dolayısıyla Kürt ulusal demokratik hareketinin Türkiyeli antifaşist hareket için en temel müttefik olduğu gerçeğini Türkiyeli milyonlarca işçiye ve ezilene gösterme sorumluluğundan kaçmak demektir.

Dönem taktiğimizle bağlı politikalarımız, Türkiyeli işçileri ve ezilenleri faşist şeflik rejimine karşı büyük bir antifaşist kuvvet haline getirmek ve birleşik devrim savaşımımızın Batı cephesinde mevzilendirmek için bu derin siyasi zaafın aşılması, Türkiyeli emekçiyi faşist Türk burjuva devletine bağlayan en zehirli bağın, yani şovenizmin faşist şef Erdoğan’ın en işlevsel ideolojik­politik enstrümanı olmaktan çıkarılması zaruretini sürekli göz önünde bulundurmalıdır.

V

[***]

VI

[***]

VII

[***]

VIII

[***]

[***] Yayınlanamaz

7. Kongrenin Parti Programında Gerçekleştirdiği Değişiklikler

Ekoloji Konusundaki Program Değişiklikleri

1)

I. Bölüm ­ Proleter Devrim Ve Geriye Dönüşler

36. maddede “insan ve canlı yaşamını varlık­yokluk tehdidiyle karşı karşıya bırakan bir ekolojik kriz düzeyine ulaşmıştır” ifadesi, “insan dahil tüm canlılığı büyük bir altüst oluşla yüz yüze bırakan bir ekolojik kriz düzeyine ulaşmıştır” şeklinde değiştirildi.

2)

II. Bölüm – Komünizm Ve Komünizme Geçiş

38. maddeye, “kafa emeği ile kol emeği ve kent ile kır arasındaki karşıtlıklar silinmiş, kültür herkesin ortak malı haline gelmiş,” ifadesinden sonra ve “çalışma bir zevke ve yaşamın başlıca gereksinimine dönüşmüştür” ifadesinden önce, “doğayla toplum arasında uyum sağlanmış,” ifadesi eklendi.

3)

II. Bölüm – Komünizm Ve Komünizme Geçiş

39. maddenin sonuna, “Doğaya uyum sosyalizmin temel ilkelerinden biridir. Proleter devrim, ekonomik planlamayı doğanın sürdürülebilirliği temelinde ekolojik ilkelerle düzenler, ekonomik ve toplumsal yaşamı, doğayla toplumun yeniden bütünleşmesi yönünde ilerletir.” ifadesi eklendi.

4)

III. Bölüm – Devrimin İlk Adımı – Türkiye/Kuzey Kürdistan

46. madde, “ekolojik yıkımın toplumsal ve ekonomik etkilerinin belirginleştiği,” ifadesinin eklenmesiyle, “Emperyalizmin mali­ekonomik sömürgesi olan, Kuzey Kürdistan’ı sömürgeci boyunduruk altında tutan çok uluslu Türkiye, sermaye oligarşisinin egemen olduğu, emek­sermaye çelişmesinin belirleyici hale geldiği, küçük meta ekonomisinin halen yaygın bulunsa bile hızla çözülmekte olduğu, kırın iktisadi yaşamda öneminin azaldığı, cinsiyet eşitliğinin asgari siyasi, hukuki, ekonomik ve toplumsal koşullarının oluşmadığı, ekolojik yıkımın toplumsal ve ekonomik etkilerinin belirginleştiği, orta düzeyde gelişmiş kapitalist bir ülkedir.” şeklinde düzenlendi.

5)

IV. Bölüm – Antifaşist, Antiemperyalist, Antisömürgeci, Cins Özgürlükçü Demokratik Devrim Programı – Türkiye/Kuzey Kürdistan

42. maddenin ardından 43. madde olarak, “Orman yangını, sel, toprak kayması ve deprem gibi afetlerde arama, kurtarma, acil barınma amaçlı gerekli araç­gereçler halk mülkiyeti olarak önceden kullanıma hazır bulundurulacaktır. İşçi­emekçi meclisleri iktidarı halkı afetlere karşı bilinçlendirecek ve bu araçların kullanımında harekete geçirecektir.” ifadesi eklendi.

Kamu Emekçileri Kavramına Dair Program Değişikliği

III. Bölüm – Devrimin İlk Adımı

46. maddenin işçi sınıfını tanımlayan kısmı, “emekçi memurlar” kavramının çıkarılması ve “kamu emekçileri” kavramının konulmasıyla, “İşçi sınıfının safları, hizmet ve zihin emekçileri ile kamu emekçilerinin ana gövdelerini kapsar hale gelmiş, bu durum, belli başlı sanayi şehirlerinde toplanmış bulunan işçi sınıfını nicel olarak toplam aktif nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan sınıf haline getirmiştir.” şeklinde düzenlendi.

MLKP Programı

EMPERYALİZM KAPİTALİZM

1­ Feodal bağlardan kopmuş, üretim ve geçim aracı sahibi olmayan özgür işçinin ortaya çıkması sermayenin tarihsel varoluş koşuludur. Sermaye birikimi, işçinin fazla emek zamanına kapitalist tarafından el konulması ile gerçekleşir. Sermaye birikiminin egemen olduğu yerde emek­sermaye karşıtlığı belirleyici çelişki haline gelir.

2­ Sermaye girdiği her yerde eski üretim ilişkilerini çözerek kendine bağımlı hale getirir, süreç içinde onları tasfiye eder. En sonunda, kendisinden başka üretim ilişkisi bırakmaz; üretim araçları üzerindeki her türlü mülkiyeti sermayeye, bütün üretimi meta üretimine ve her türlü emeği ücretli emeğe dönüştürmek sermayenin tarihsel eğilimidir.

3­ Sermaye üretim süreci iki aşamadan oluşur. İlki, meta üretimi sürecinde işçinin fazla emek zamanına el konulması ile oluşan artıdeğer üretimidir; ikincisi, metaların satışı ile artıdeğerin kara dönüştürülmesidir. Üretim alanında patronlar işçiyi sömürür, piyasada ise artı­kar rekabetine tutuşan patronlar birbirini soyar.

4­ Sermaye rekabet içinde yoğunlaşır ve merkezileşir, daha büyükler daha küçükleri yutar. Ulusal ve dünyasal çapta tekeller ortaya çıkar. Sermaye birikimi arttıkça sermayenin dünyaya yayılma hızı artar. Dünya piyasası yaratmak sermayenin başlıca içsel eğilimlerinden biridir. Kapitalist ülkeler ve tekeller arasındaki ekonomik rekabet işgalci ve sömürgeci paylaşım savaşlarıyla en üst siyasal biçime dönüşür. Savaşlar sermaye rekabetinin kaçınılmaz sonucudur.

5­ Kapitalist üretim biçimi altında işçinin fazla emek zamanına kapitalist tarafından el konulması servetin başlıca kaynağıdır. Yedek sanayi ordusunun yaratılması ve üretilmesi, kronik işsizliğin ortaya çıkması, işçinin, özellikle kadın ve çocuk işgücünün vahşice sömürülmesi, küçük üreticilerden başlayarak giderek daha büyüklerin mülksüzleştirilmesi, finansal araçlarla başkasının birikimine el konulması bu servet edinmenin varlık biçimidir. Bir yandan işsizlik, yoksulluk ve mülksüzlüğün büyümesi, diğer yandan zenginliğin küçük bir azınlığın elinde toplanması sermaye birikiminin doğasıdır.

6­ Kapitalizm, işçileri ve diğer emekçileri yalnızca sömürüye ve yoksulluğa mahkum etmekle kalmaz, onları toplumsal, entelektüel çürüme ve yabancılaşmayla karşı karşıya bırakır.

7­ Üretimin plansız ve anarşik gelişmesi ve doğrudan üreticilerin alım gücünün sınırlı olması, kapitalizmi belirli aralıklarla derinden sarsan aşırı üretim bunalımlarına yol açar. Sermaye her krizden daha yoğunlaşmış ve merkezileşmiş olarak çıkar. Bu krizlerden bazıları büyük devrevi krizler halinde ortaya çıkarak kapitalist üretim biçimindeki niteliksel değişimlere kaynaklık eder. Serbest rekabetçi kapitalizm emperyalizme, emperyalizm de emperyalist küreselleşme aşamasına varır.

8­ Toplumsal emeğin üretici güçlerindeki gelişme, sermayenin tarihsel işlevi ve varoluş koşuludur. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşmadıkları bir noktaya ulaşır. Üretimde sürekli devrim gerçekleşmez olur. Sermaye, emeğin toplumsal üretim güçlerini geliştirmek yerine, onun önünde aşılması gereken bir engel haline gelir. Bu onun varoluşsal krizinin nesnel temelidir. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist üretim bir doğa yasasının kaçınılmaz zorunluluğu ile kendi yadsımasını doğurur.

9­ Sermaye yeni toplumun maddi güçlerini kendi eliyle yaratır, ama bu güçlerin serbestçe gelişimi için sermayenin ortadan kaldırılması gerekir.

10­ Kendi yok oluşunun maddi koşullarını yaratan kapitalizmi mezara gömme görevi, ücretli köleler sınıfını oluşturan proletaryanın omzundadır. Komünist hareket, üretimin toplumsal karakteriyle üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişmeyi çözmeye yönelen işçi sınıfı hareketinin bilinçli ve bilimsel sosyalizmin teorisiyle aydınlatılmış anlatımıdır.

CİNSİYETÇİ TOPLUM, ERKEK EGEMENLİĞİ VE KADIN DEVRİMİ

11­ Kadın cinsin erkek cins tarafından tahakküm altına alınması ve köleleştirilmesi, özel mülkiyetin doğuşuyla birlikte tarih sahnesine çıkan ilk sınıf çatışmasıdır. Cinsiyetçi toplum, ataerkil toplumsal düzen ve kölelik sisteminin organik bir bütünlük oluşturarak cinsel ve sınıfsal ezilmişliğin ekonomik, politik ve ideolojik kurumlarını yaratmasıyla ortaya çıkar. Bu yapı, tarihsel gelişim içinde heteroseksist nitelik de kazanır.

12­ Sermaye düzeninde, cinsler arasındaki bütün ilişkiler toplumsallaşmış ölçekte kurulur. Kadın emeği ve bedeni üzerindeki erkek tasarrufu toplumsallaşır. Erkek iktidarı evsel köleliğe dayalı burjuva aile temelinde bütün toplum örgütlenmesine içkin olduğu gibi, kadınlar sermaye ile hem işgücü metası, hem cinsel meta olarak dolaysız ilişkiye girer. Kadın, ev emekçisi ve ücretli işçi olarak sömürülür, bedeni genel bir meta ve genel bir sermaye yatırım alanı haline gelir.

13­ Kapitalizmle erkek egemenliğinin birliği çelişkili bir birliktir. Üretimin toplumsal karakteri ile mülkiyetin özel karakteri arasındaki çelişkinin birinci ucu kadın cinsini işgücü ve meta olarak toplumsal yaşamın içine iterken, ikinci ucu da eve bağımlı konumunu süreklileştirir. Toplamda bu çelişki, erkek egemenliğinin ortadan kaldırılmasının nesnel ve öznel koşullarını güçlendirir.

14­ Kadın kurtuluşu, öncelikle erkek egemenliğinin sermaye düzenindeki maddi toplumsal dayanaklarının ortadan kaldırılmasını gerektirir. Bu, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete ve buna dayalı siyasi­ekonomik­askeri­ideolojik kurumsal yapı olan burjuva devlete denk düşer. Burjuva devlet, ev içinde ve dışındaki cinsiyetçi sömürünün sürdürülmesinin güvencesi olan erkek egemen şiddetin, zorun kurumsallaşmış halidir.

15­ Kadın devrimi, kadın kurtuluşunun devrimci programıdır. Kadın devrimi, erkek egemen burjuva devletin tasfiyesiyle, sosyalizmi hedefleyen bir toplumsal devrimle ve sosyalizmle kesişir. Serüveni ancak komünizmde son bulur. Ezilen cins ile ezilen sınıfın toplumsal devrimi, birleşik bir devrim karakteri taşır.

16­ Ezilen ve ezen cinsler kendi içlerinde antagonist sınıflara bölünür. Bu durum, özel mülkiyetin tasfiyesi zorunluluğu karşısında, proleter erkeğin kaderi ile, cinsel baskı altında tuttuğu kadın cinsin özgürlük mücadelesini, gerek sınıf birliği zemininde, gerekse bir ittifak kuvveti olarak ortaklaştırır.

17­ Kadın cinsi, toplumsal devrim içinde, hem bu toplumsal devrimden çıkarı olan sınıf ve tabakaların bileşeni olarak o sınıflar adına; hem de, cins olarak bu devrimden çıkarı olan kendi başına bir toplumsal dinamik olarak, cinsi adına konumlanır. Ezilen cins ile ezilen sınıfın ilişkisi, ittifak ve içindelik biçiminde, ikili bir karakter taşır. Cins mücadelesi bu ittifakın içerisinde ideolojik ve politik mücadeleler biçiminde sürer.

EMPERYALİZM

18­ Ondokuzuncu yüzyılın sonlarından başlayarak serbest rekabetçi kapitalizm yerini tekelci kapitalizme bırakma sürecine girdi. Banka sermayesi ile sanayi sermayesinin kaynaştığı, sermaye ihracının meta ihracının önüne geçtiği, belirleyici üretim araçlarının tekellerin elinde toplanmaya başladığı ve dünyanın pazarlar ve nüfuz alanları için kıyasıya yarışan tekel grupları ve emperyalist devletler arasında paylaşıldığı bu dönem, emperyalizm çağıydı.

19­ Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının emperyalizm döneminde çok daha belirgin hale gelmesi ve emperyalizmin, ulusal ekonomileri, dünya emperyalizm zincirinin birer halkası durumuna getirmesi, emperyalist zincirin en zayıf halkasından kırılması yoluyla, tek tek ülkelerde proleter devrimleri ve sosyalizmin kuruluşunu olanaklı kıldı.

20­ Emperyalizm çağında emperyalist devletlerin ve mali sermaye gruplarının kendi aralarındaki, metropol ülkeler başta olmak üzere tüm dünyada burjuvazi ile proletarya arasındaki ve emperyalistlerle sömürge ve bağımlı ülkelerin ezilen ulusları ve halkları arasındaki çelişmeler keskinleşti. Kapitalizmin çelişmelerinin ileri derecede keskinleşmesinin sonucu, emperyalistler arası savaşların, proletaryanın burjuvaziye karşı sosyalist devriminin ve sömürge, yarı­sömürge ülke halklarının ulusal kurtuluş savaşlarının ve antiemperyalist demokratik devrimlerin patlak vermesi oldu. Emperyalizm çağı aynı zamanda gelişmesinin son aşamasına varmış olan kapitalizmin ölüm çağı, proleter devrimleri çağıdır.

21­ Uluslararası tekellerin ve bunların en büyükleri olan dünya tekellerinin üretim, ticaret ve sermaye ihracında, bütünleşik dünya pazarı üzerinde tam hakimiyet kurmasıyla karakterize olan, üretim sürecinin de küreselleştiği, spekülatif sermayenin toplam sermaye hareketi içinde belirgin konum kazandığı, uluslararası tekellerin ve emperyalist devletlerin dünya pazarı üzerinde şiddetli bir rekabete giriştikleri ve bu rekabet temelinde dünyayı yeniden paylaşma mücadelesine giriştikleri, yeni sömürgeciliğin, daha ağır bir boyunduruk biçimi mali­ekonomik sömürgeciliğe dönüştürüldüğü bugün, bu ayırt edici özellikleriyle dünya kapitalizmi emperyalizmin bir evresine, emperyalist küreselleşme evresine ulaşmıştır.

PROLETER DEVRİM VE GERİYE DÖNÜŞLER

22­ 1917’de Rusya’da gerçekleşen Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’yle proleter dünya devrimler çağı açıldı. Dünyanın altıda birinde burjuvazinin egemenliğine son veren ve kapitalist­emperyalist sisteme ağır bir darbe indiren bu devrim, dünyayı iki ayrı ve karşıt sisteme ayırdı. Emperyalizm, sınıf mücadelesinin şiddetlendiği bu aşamada dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına karşı finans kapitalin en gerici, en şoven, en emperyalist açık terörcü diktatörlüğü ve son egemenlik biçimi olarak faşist diktatörlüğü devreye soktu.

23­ Emperyalistler arası bir çatışma olarak başlayan İkinci Dünya Savaşı ise, Sovyetler Birliği’nin önderlik ettiği Avrupa ve Asya halklarının faşist bloka karşı görkemli zaferiyle sonuçlandı. Bu savaşın bitiminde güçler dengesi önemli ölçüde demokrasi ve sosyalizm güçlerinden yana değişti ve sosyalist bir kamp oluştu. Savaştan fiziki yıkıma uğramadan çıkan Amerikan emperyalizmi, sömürücü dünyanın jandarması haline geldi, Soğuk Savaşı başlattı.

24­ İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde sermayenin yoğunlaşması, merkezileşmesi ve uluslararasılaşması daha ileri boyutlara vardı; bilimdeki gelişme, teknolojide sıçramalar yarattı. Çok uluslu şirketler ve dev tekelci birlikler yerküreyi birer ahtapot gibi saracak güce ve yaygınlığa ulaştılar. Tekelci devlet kapitalizmi devasa boyutlara vardı. Sosyalist kampın oluşumuyla emperyalist dünya pazarının fiziki daralmasına karşın, emperyalist paylaşım savaşının yol açtığı korkunç yıkım sonrasında emperyalist pazarın talep artışıyla muazzam boyutlarda gelişmesi sonucu, 1960’ların sonlarına değin metropol ülkelerde kapitalizm, göreli sakin bir büyüme süreci yaşadı. Bu, komünist ve işçi hareketinde reformizm ve revizyonizmin güçlenmesi için uygun bir zemin oluşturdu.

25­ Aynı dönemde eski sömürgelerin büyük çoğunluğu, sosyalist kampın etkin desteğiyle gelişen ezilen halkların ve ulusların mücadelesi sonucu yeni (yarı) sömürgelere dönüştüler. Eski tip sömürgecilik çöktü. Yeni sömürgelerde emperyalizme bağımlı kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak işçi sınıfının nicel ve nitel ağırlığı giderek arttı. Bu durum, proletaryanın, antiemperyalist demokratik devrimde hegemonyasını kurmasının ve devrimin demokratik aşamasından sosyalist aşamasına kesintisiz geçişin olanaklarını arttırdı.

26­ Emperyalistler ’50’ler sonrası hızla silahlandılar, ekonominin askerileştirilmesi daha da belirginleşti, bizzat emperyalistlerin yönlendirmesiyle yerel ve bölgesel gerici savaşların sayısında bir patlama yaşandı; öyle ki, bu savaşlarda ölen insanların sayısı 1. ve 2. paylaşım savaşlarında ölenlerin sayısını geride bıraktı. Aynı süreçte doğal ve tarihi çevrenin yıkımı da alabildiğine hızlandı.

27­ 1956’da Sovyetler Birliği’nde yaşanan karşıdevrimin uluslararası devrim cephesine yönelttiği saldırıya karşın 1960’lı ve ’70’li yıllar özellikle Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarının devrimci kurtuluş savaşlarının görkemli zaferler kazandığı bir dönem oldu. Ancak ’80’li yıllar devrim dalgasının dünya çapında alçaldığına tanıklık etti.

28­ 1956’da Sovyetler Birliği’nde iktidarı ele geçiren modern revizyonistler, sosyalizmi yıkma, kapitalizmi yeniden kurma sürecini başlattılar. Kruşçev’le başlayıp Brejnev yönetimiyle süren karşıdevrim, Sovyetler Birliği’ni, tekelci devlet kapitalizminin egemen olduğu sosyal emperyalist bir ülke haline getirdi. Proletarya diktatörlüğünün yerine bürokrat burjuvazinin diktatörlüğü kuruldu.

29­ Sovyetler Birliği’nde meydana gelen karşıdevrim, dünya komünist hareketini yıkıma uğrattı. Pek çok komünist partisi ihanet safında yer aldı. Arnavutluk dışındaki sosyalist ya da kesintisiz devrim yoluyla sosyalizme yönelmiş ülkeler, kapitalist restorasyon yolunu tuttular. Sosyalist kamp dağıldı. Modern revizyonizme cepheden tavır alan AEP, uluslararası komünist hareketin başında yer aldı.

30­ Marksist­leninist teori, emperyalist kuşatma şartlarında sosyalist bir ülkede geriye dönüşü olanaklı görmüş; emperyalist saldırı, içteki karşıdevrimci ayaklanma ve partideki beyaz ihanet bunun nedenleri ve yolları olarak vurgulanmıştı. Sovyetler Birliği’ndeki karşıdevrim partideki bürokratik yozlaşma ve ihanet yoluyla gerçekleşti.

31­ 1980’lerin sonunda önderliğini Sovyetler Birliği’nin yaptığı revizyonist kamp çöktü ve bunu Sovyetler Birliği’nin dağılması izledi. Dünya burjuvazisi bu durumu azgın bir ideolojik saldırı fırsatı haline getirdi ve tüm imkanlarıyla “sosyalizm”in “öldü”ğü propagandası için kullandı. Bütün bu gelişmelerin ve emperyalist faaliyetin doğrudan bir parçası olarak sosyalizmin çetin mevzisi Arnavutluk’ta da tasfiyecilik yoluyla geriye dönüş yaşandı. AEP, iktidarı emperyalizmin işbirlikçilerine ikram etti. Arnavutluk’ta başta yığınsal tepkiler ortaya çıktı; ne var ki, partideki ve özel olarak da önderlikteki komünistlerin bir iç savaşı göze alamaması, işçi ve emekçilerin devrimci şiddeti yoluyla karşıdevrimin püskürtülmesi için bir direnişin örgütlenmesini engelledi.

32­ Bütün bu olumsuz gelişmelere karşın uluslararası üretim ve dağıtımın muazzam boyutlara vardığı, işçi sınıfının toplumsal örgütlenmesinin ilerlediği, eğitim ve kültürel seviyesinin yükseldiği, bunalım öğelerinin daha derin ve keskin biriktiği günümüz dünyasında insanlık, sosyalizme ve komünizme nesnel olarak daha yakındır. Bilimsel teknik devrimle demokrasi ve refah sağlandığı demagojilerine karşın kapitalizm, insanlığa, savaştan, açlıktan, yoksulluktan, saldırgan ulusalcılıktan, faşizmden, üretici güçlerin ölçüsüzce yıkımından, toplumsal ve zihinsel çürümeden, ekolojik yıkımdan, insanın doğaya yabancılaşmasından başka bir şey vermedi ve veremez. İnsanlık yok oluşu kabul etmeyecek, sosyalizme yönelecektir.

33­ Devrim, emperyalist zincirin en zayıf halka ya da halkalarında patlak verebileceği gibi, emperyalist kapitalizmin günümüzde ulaştığı düzey, bölge devrimleri olanağını da yaratmıştır. Aynı durum, tek tek ülke devrimlerinin bölge devrimlerine ve dünya devrimi dalgalarına dönüşmesinin nesnel koşullarını olgunlaştırmakta, birçok ülkede birbirini tetikleyen devrimler olasılığını güçlendirmektedir.

34­ Emperyalist küreselleşme evresinde proletaryanın safları genişlemiş, enternasyonal kimliğinin maddi zemini güçlenmiş, kol ve kafa emeğinin toplumsal konumları arasındaki fark zayıflamış, proletarya ile nüfusun hızla mülksüzleşerek varoluş imkanları giderek tükenen proleter olmayan ezilen ve sömürülen emekçi katmanları birbirlerine daha fazla yakınlaşmış, işçi sınıfının diğer ezilenleri kendi programı etrafında birleştirme olanakları güçlenmiştir.

35­ Emperyalist küreselleşme evresinde, kadını toplumsal yaşamın içine çeken üretimin toplumsal karakteri ile eve bağımlı konumunu pekiştiren mülkiyetin özel karakteri arasındaki çelişkinin derinleşmesine bağlı olarak cins çelişkisi keskinleşmiş, bu durum kadın cinsin ayaklanmasının ve kadın devriminin nesnel zeminini oluşturmuştur. Kadının ucuz işgücü olarak sömürüsü katmerlenmiş, kadın işçiler nicelik olarak büyümüş, cinsiyetçi sömürü ile artıdeğer sömürüsü arasındaki ilişki pekişmiş, sermaye üretimi ev eksenli güvencesiz sömürü temelinde ev içine taşınarak evsel kölelikle kaynaşmış, seks endüstrisi küreselleşmiştir. Bu zeminde, 21. yüzyıl, bir kadın devrimleri çağı olarak başlamıştır. Toplumsal bir kuvvet halini alan lgbti+’lar kadın devriminin önemli bir ittifak gücü haline gelmiştir.

36­ Emperyalist küreselleşme evresinde kapitalizmin doğa üzerindeki yıkıcı etkileri, insan dahil tüm canlılığı büyük bir altüst oluşla yüz yüze bırakan bir ekolojik kriz düzeyine ulaşmıştır. Ekolojik yıkıma karşı mücadeleler sınıf mücadelelerinin önemli konulardan biri haline gelmiştir.

37­ Bugün, proleter dünya devriminin nesnel koşulları ile öznel koşulları arasındaki uçurumun doldurulması ve her ülkede işçi sınıfının komünist öncü müfrezelerinin oluşturulup pekiştirilmesi, yaşamsal bir önem taşıyor. Bu görevin yerine getirilmesi, burjuvazinin ideolojik saldırıları ve modern revizyonizmin yeni biçimlerinin yanı sıra maoizm, troçkizm ve her renkten revizyonizme karşı kararlı ve uzlaşmaz ideolojik savaşımdan geçmektedir.

II. BÖLÜM

KOMÜNİZM VE KOMÜNİZME GEÇİŞ

38­ Komünist hareketin sonal amacı, bayrağında herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre ilkesi yazan komünizmdir. Komünist toplumda sınıflar bütünüyle ortadan kaldırılmış, insanların işbölümüne köleleştirici bağımlılığı sona erdirilmiş, kadın ve erkek arasındaki tarihsel işbölümü aşılmış, heteroseksizm sonlanmış, kafa emeği ile kol emeği ve kent ile kır arasındaki karşıtlıklar silinmiş, kültür herkesin ortak malı haline gelmiş, doğayla toplum arasında uyum sağlanmış, çalışma bir zevke ve yaşamın başlıca gereksinimine dönüşmüştür. Toplumun sınıflara bölünmesi temeli üzerinde yükselen devlet ortadan kalkmış, tarihten gelme ulusal eşitsizlikler aşılmış, toplum üyeleri

arasında gerçek eşitlik sağlanmıştır. Komünizm bir dünya sistemidir, kapitalist kuşatmanın yerini sosyalist kuşatmaya bırakmasıyla gerçekleşir.

39­ Proletaryanın burjuvaziye karşı uzlaşmaz savaşımının kaçınılmaz ürünü ve komünizmin alt evresi olan sosyalizm, kapitalizmden sınıfsız topluma geçişe denk düşen bir devrimci dönüşümler dönemidir. Ezilen cinsin özgürleşmesinin toplumsal temellerini atan sosyalizm, bir kadın devrimi olarak da gelişir. Sosyalizm, rahminden doğduğu kapitalist toplumun doğum izlerini taşır. Sosyalizm, herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre ilkesini uygular. Proletarya burjuva devlet aygıtını kitlelerin devrimci silahlı savaşımıyla yıkar; kendi diktatörlüğünü kurar, belirleyici üretim araçlarını eline geçirerek sosyalizmin inşasına girişir. Kitlelerin artan maddi ve kültürel gereksinimlerinin azami derecede tatmini sosyalizmin temel ekonomik yasasıdır. Doğaya uyum sosyalizmin temel ilkelerinden biridir. Proleter devrim, ekonomik planlamayı doğanın sürdürülebilirliği temelinde ekolojik ilkelerle düzenler, ekonomik ve toplumsal yaşamı, doğayla toplumun yeniden bütünleşmesi yönünde ilerletir.

40­ Sosyalizm döneminde burjuvazi ile proletarya, kapitalist yol ile sosyalist yol, erkek egemenliği ile kadın özgürlüğü arasında yaşamın her alanında sert, karmaşık ve uzun süreli bir savaşım sürer. Proletarya bu savaşım sürecinde bütün emekçileri kendi çevresinde toplayarak sömürücü sınıf kalıntıları ve onların dış destekçilerinin tüm karşıdevrimci girişimlerini bastırır.

41­ İşçiler ve diğer emekçiler için en geniş demokrasi, devrilmiş sömürücü sınıflar ve kalıntıları için en sert diktatörlük olan proletarya diktatörlüğü, sosyalist demokrasidir. Geniş emekçi kitleleri, özel bir çabayla emekçi kadınları adım adım devletin yönetimine, sosyalizmin ekonomik inşasına ve yeni insanın yaratılmasına katan proletarya diktatörlüğü, burjuvazi ve gericilikle savaşmanın, sosyalizmden kapitalizme dönüşü önlemenin tek ve en güvenilir aracıdır.

42­ Proletarya diktatörlüğü sisteminde iktidar organları Sovyetlerdir. Sovyet sistemi, üretim ve bölge esasına dayanır, yasama ve yürütmeyi birleştirir. Emekçileri kendi temsilcilerini doğrudan seçme, denetleme ve her an görevden alma hakkıyla donatan, devlet yöneticilerinin ücretlerini ortalama işçi ücreti düzeyiyle sınırlandırarak bürokrasiye ezici bir darbe indiren ve çoğunluğun azınlık üzerindeki diktatörlüğü olan Sovyet sistemi, en demokratik burjuva cumhuriyetinden bin kez daha demokratiktir.

43­ Proletarya diktatörlüğü, devletten devletsizliğe geçiş sürecidir. Proletarya, bu diktatörlüğü ancak iktidarı başka hiçbir sınıfla paylaşmıyorsa ve marksizm­leninizme sımsıkı sarılan bir komünist partisi tarafından yönetiliyorsa sürdürebilir.

44­ Sosyalizm koşullarında kapitalizme geri dönüş tehlikesi vardır, ancak bu bir yazgı değildir. Proletarya diktatörlüğü ve komünist partisi, emperyalist komplolara karşı uyanıklığı arttırarak, Sovyet iktidarını sürekli sağlamlaştırarak, kitleleri komünizm ruhuyla eğiterek, kadınların eşit temsiliyetini sağlayarak, kadın öncülüğünde parti saflarında ve devlet organlarında erkek egemenliğine karşı sistematik bir mücadele yürütülmesine dayanarak, sosyalist demokrasiyi ve kitle inisiyatifini geliştirerek, kitlelerin artan maddi ve tinsel gereksinimlerini karşılayarak, ayrıcalıklı bir katmanın doğmasını önleyebilir ve komünizme doğru kesintisiz yürüyüşü güvence altına alabilir.

III. BÖLÜM

DEVRİMİN İLK ADIMI

45­ Türkiye ve Kürdistan devrimi, bölgesel devrim koşulları içerisinde, Türkiye/Kuzey Kürdistan birleşik devrimi, Kürdistan’ın kendi başına kurtuluşu ve Kürdistan’ın diğer üç parçasının İran, Suriye ve Irak devrimlerine bağlı birleşik devrimler biçiminde gelişimi olasılıkları taşır.

Komünist hareket, bu devrimci gelişim olasılıklarının bütününü gözeterek mücadele eder. Bu gelişimi Ortadoğu bölge devriminin parçası olarak görür.

Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’da bölgesel demokratik ya da sosyalist federasyonlar kurulması için çalışır.

A) Türkiye/Kuzey Kürdistan

46­ Emperyalizmin mali­ekonomik sömürgesi olan, Kuzey Kürdistan’ı sömürgeci boyunduruk altında tutan çok uluslu Türkiye, sermaye oligarşisinin egemen olduğu, emek­sermaye çelişmesinin belirleyici hale geldiği, küçük meta ekonomisinin halen yaygın bulunsa bile hızla çözülmekte olduğu, kırın iktisadi yaşamda öneminin azaldığı, cinsiyet eşitliğinin asgari siyasi, hukuki, ekonomik ve toplumsal

koşullarının oluşmadığı, ekolojik yıkımın toplumsal ve ekonomik etkilerinin belirginleştiği, orta düzeyde gelişmiş kapitalist bir ülkedir.

Bu ekonomik yapı üzerindeki sınıfsal şekillenme şöyledir:

İşçi Sınıfı: İşçi sınıfının safları, hizmet ve zihin emekçileri ile kamu emekçilerinin ana gövdelerini kapsar hale gelmiş, bu durum, belli başlı sanayi şehirlerinde toplanmış bulunan işçi sınıfını nicel olarak toplam aktif nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan sınıf haline getirmiştir.

Proletarya, devrimin politik önderliğini üstlenebilecek, küçük burjuvaziyi önderliğini yürüttüğü ittifak içinde tutabilecek ve kesintisiz biçimde sosyalizme geçebilecek güç ve yeteneğe sahiptir.

Ekonomik, siyasi veya toplumsal olarak ezilen sınıf, cins, ulus, ulusal topluluk ve inanç topluluklarıyla birlikte politik özgürlükten yoksunluğun acısını çeken ve demokrasi mücadelesine önderlik ederek, kendini sosyalizmi kurmaya hazırlamak göreviyle yüz yüze olan Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi sınıfı, devrimin temel ve önder gücüdür.

Yarı Proletarya: Ana gövdesini kent yoksullarının ve yoksul köylülüğün oluşturduğu, geçimlerini sağlayabilmek için işgüçlerini sık sık satmalarıyla karakterize olan; proletarya ile küçük burjuvazi arasında yer alan yarı proletarya, Türkiye’de önemli bir yer tutmaktadır. Yarı proletarya, demokratik devrimde olduğu gibi, sosyalizme kesintisiz geçişte de işçi sınıfının başlıca ve en güvenilir müttefiki ve dayanağıdır.

Küçük Burjuvazi: Küçük toprak ve işyeri sahipleri, zanaatkarlar, serbest meslek sahipleri vb.den oluşan küçük burjuvazi, işçi sınıfının ardından aktif nüfusun en kalabalık kesimini oluşturur. Emperyalizmin küreselleşme aşamasında sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasının ulaştığı devasa boyut ve Türkiye’nin bir mali­ekonomik sömürgeye dönüşerek dünya tekellerinin egemen olduğu dünya pazarına entegre olması koşullarında, küçük burjuvazinin mülksüzleşmesi, yoksullaşması ve erimesi süreci hızlanmıştır. Kapitalist üretim ilişkileri altında varoluş imkanları giderek tükenen bu tabakanın eriyen büyük bölümünün sınıf çıkarı işçi sınıfının çıkarları ile örtüşmektedir.

Küçük burjuvazinin hala ayakta olan kesimi ise hem emekçi hem mülk sahibi olması nedeniyle yalpalayan bir karaktere sahiptir. Sürekli güç kaybetmesine karşın toplumdaki ağırlığını kısmen koruyan küçük burjuvazi, emperyalist tekellerin ve işbirlikçisi sermaye oligarşisinin ekonomik sömürüsü ve faşist diktatörlüğün siyasi baskısı altındadır. Bu nedenle o, güçlü bir devrimci potansiyel taşımaktadır. Giderek zayıflasa da devrimimizin temel güçlerinden biri olan kentin ve kırın küçük burjuvazisi, demokratik devrim boyunca proletaryanın stratejik müttefikidir. Proletarya devrimin ilk adımında kurulacak iktidarı bu sınıfla paylaşmayı kabul eder. Kesintisiz geçiş sürecinde ise proletarya küçük burjuvaziyi tarafsızlaştırma ve olanaklı olduğu ölçüde kazanma politikası izler.

Orta Burjuvazi: Orta burjuvazi şehirlerde işbirlikçi tekellerin dışındaki orta ölçekli işletme sahiplerinden ve kırda zengin köylülükten oluşur. Emperyalist küreselleşme koşullarında bu sınıf bağımsız niteliğini giderek yitirmekte, emperyalist tekellerin ve işbirlikçi sermaye oligarşisinin hakim olduğu pazara onlara bağlı olarak girebilmekte, artıdeğer üretimi ve gerçekleşmesinde önemli bir yeri olsa da artıdeğer paylaşımındaki payı azalmaktadır.

Sömürücü bir sınıf olan orta burjuvazi, bir yandan emperyalist tekellere ve sermaye oligarşisine muhtaç ve onlarsız yaşayamazken, diğer yandan bu bağımlılığı esnetme ve kar payını artırma arayışındadır. Bu nedenle, emperyalist küreselleşmeci liberalizm ile onu sınırlama çabası arasında gidip gelmektedir. Bu ikincisi yer yer emperyalist küreselleşme saldırılarından muzdarip emekçi sınıfların öfkesini de arkalayan gerici­faşist bir siyasi eğilim olarak gelişmektedir.

Şehirlerde varlığı tekellerin varlığına çok güçlü bir biçimde bağlı olan ve proletaryadan, onun önderliğinde, hegemonyasında gerçekleşecek bir devrimden derin bir korku duyan orta burjuvazi karşıdevrimci bir sınıftır.

Proletarya, demokratik devrim sürecinde, başlıca uzlaştırıcı toplumsal güç olan bu sınıfı yalıtma politikası izler. Orta burjuvazinin devrime karşı silahlı direniş içinde olan kesimlerini ezer ve mülklerine el koyar.

Buna karşın, ulusal sorun nedeniyle Kuzey Kürdistan’da orta burjuvazi, farklı bir rol oynama potansiyeli taşımaktadır. Söz konusu sınıfın ulusal mücadeleyi destekleyen kesimleriyle taktik ittifaklar olanaklıdır.

İşbirlikçi Tekelci Burjuvazi: Emperyalizmin işbirlikçisi olan bu sınıf, Türkiye’deki düzenin ve rejimin sahibidir. Bu sınıfın kırdaki müttefikleri büyük tarım kapitalistleridir. Bu sınıf, onlarla ortaklık halinde ya da bağımsız olarak Türkiye’de yatırımları bulunan uluslararası mali, sınai ve ticari tekellerle birlikte sermaye oligarşisini oluşturmaktadır.

Devrimimiz, karşıdevrimin merkezi olan bu sınıfın faşist diktatörlüğünü yıkacak, onu tümüyle mülksüzleştirecek ve ezecektir.

47­ Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da, işçi sınıfını, emekçileri, Kürt ulusunu, kadın cinsini, ulusal ve inançsal toplulukları aynı siyasi cendere içinde tutan faşist bir rejimin hüküm sürmesi, Kürdistan’ın sömürgeci boyunduruk altında tutulması, mali­ekonomik sömürge gerçekliğinin yarattığı değişik iktisadi ve toplumsal çelişki ve sonuçlar, proletaryanın bu bağlaşıklarla birlikte demokratik devrimi örgütlemesini, kendini sosyalizm için eğitmesini ve sosyalizmin siyasal önkoşullarını hazırlamasını zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle devrimimizin ilk adımı, antifaşist, antiemperyalist, antisömürgeci, cins özgürlükçü demokratik devrimdir. Bu devrimin özü politik özgürlüğün kazanılmasıdır.

48­ Proletarya, sosyalist devrime geçebilmek için demokratik devrimi zafere ulaştırmak zorundadır. Bu yüzden, kırın ve kentin küçük burjuvazisi, ulusal ve inançsal topluluklar, Kürt ulusu ve ezilen cins ile asgari programı temelinde stratejik bir bağlaşma oluşturur. Türkiye ve Kuzey Kürdistan Halk Cumhuriyetleri Birliği iktidarını kurmayı hedefler.

49­ Türkiye’nin ve Kuzey Kürdistan’ın ekonomik ve toplumsal koşulları, proletaryanın nicel ve nitel gelişkinlik düzeyi, devrimci proletaryanın demokratik devrimden hızla sosyalist devrime geçmesini olanaklı kılar. Kesintisiz devrimden yana olan proletarya, yarı yolda durmaz, kır ve kentin yarı proleter yığınlarıyla birleşme derecesine, bilinç, örgütlenme ve hazırlık düzeyine bağlı olarak, demokratik devrimi sosyalist devrime dönüştürür.

50­ Komünist hareket, demokrasi savaşımını, son derece önemli, ama göreli bir değer taşıyan ve sosyalist devrim hedefine bağımlı bir görev sayar. Bu yüzden o, bir yandan Kürt ulusal, demokratik köylü, demokratik kadın ve genel demokratik halk hareketlerini destekler, taleplerine sahip çıkar; ama bir yandan da Kürt işçilerini, tarım işçilerini ve kadın işçileri, genel demokratik hareketten ayrı olarak sınıf örgütlerinde birleştirir. Devrimci proletarya, reformları devrime tabi kılar, demokratik görevleri sosyalist perspektifle ele alır. Kürdistan’da sosyalist yurtseverlik çizgisini izler.

51­ Sosyalizme kesintisiz geçişin ön basamağı olan demokratik devrim, bir kadın devrimi olarak da gelişir, faşist diktatörlüğün tümüyle erkek egemen karakter taşıyan yasal ve kurumsal yapısını dağıtır, toplumsal cinsiyet çelişkisinin politik özgürlük kapsamındaki sorunlarını çözer, eşitsizler arası eşitliğin sağlanması görevleriyle, ezilen cins ve baskı altına alınan cinsel kimliklere bütün alanlarda pozitif ayrımcılık temelinde ilişkilenir. Proletaryanın, özel mülkiyetle bağı erkek egemen ayrıcalıklardan muaf kadın yarısı, devrimin kesintisiz biçimde sosyalizme ilerletilmesinin en ileri dinamiğidir. Kadın devrimi, devrimci proletaryanın nihai zaferini güvencelemesinin gereğidir.

B) Kürdistan Devrimi

52­ Dört parçaya bölünmüş Kürdistan Devrimi, aynı zamanda Türkiye, İran, Irak ve Suriye devrimidir. Kürdistan’ın kendi başına kurtuluşu olanaklı olsa da, Türkiye’nin yanı sıra bu üç ülkede politik özgürlüğün kazanılması, işçi­emekçi meclislerine dayalı halk cumhuriyetleri kurulması, Kürdistan Devriminin tamamlanması ve güvencelenmesi için ulaşılması gereken bir eşiktir. Türk, Kürt, Arap, Fars ve bölgenin diğer halklarının meclislere dayalı cumhuriyetlerinin federatif birliğini sağlamak proletaryanın ilk eldeki görevlerindendir. Komünist hareket dört parça Kürdistan’ın özgürlüğü ve birliği için mücadele eder.

53­ Kürt ulusunun Rojavayê Kurdistan’da gerici Esad rejimine ve Arap sömürgeciliğine karşı gerçekleştirdiği Rojava Devrimi, Kürdistan Devriminin, bölgesel devrimci durumun ve bölge devriminin bir uzanımı ve kazanımıdır. Rojava’da, halkların özgür ve eşit birlikte yaşamasını güvenceleyen tam hak eşitliği ilkesine dayalı halkçı demokratik bir iktidar kurulmuştur. Rojava Devrimi aynı zamanda bir kadın devrimidir.

a) Komünist hareket, Rojava Devrimini savunmayı, Türkiye ve Kürdistan birleşik devrimini örgütlemenin, bölgedeki devrimci durumun derinleşmesi ve olgunlaşması, bölge halklarının kurtuluşu için çalışmanın dolaysız parçası olarak görür. Ülkenin devrimci savunmasını örgütlemek ve geliştirmek için çalışır.

b) Kürt, Arap ve diğer halklardan işçiler ve yarı proleterleri, kır ve kent yoksullarını, kadınları ve gençliği, Rojava halklarını sosyalizmle aydınlatıp birleştirerek bağımsız sınıf örgütlenmesini geliştirme, devrimin kesintisizliği yolundan sosyalizme ilerleme perspektifiyle kitleler içinde sosyalist bilincin geliştirilmesi ve sosyalist devrime geçişin hazırlığı için çalışır.

c) Devrimin sürekliliği ve geleceği için, halk yönetiminin, işçilerin, emekçilerin, yoksulların meclisleri ve komünleri tarzında örgütlenmesi, bu kurulların etkin ve sürekli kılınması için çalışır.

d) Devrimin kesintisiz biçimde sosyalizme ilerlemesinin koşullarını hazırlamak üzere, halk iktidarının iktisadi temellerini güçlendirecek toplumsallaştırma önlemleri için çalışır.

54­ Başûrê Kurdistan’da, Irak sömürgeciliğine, emperyalist işgale ve bölgesel gerici güçlere karşı Kürt ulusunun özgürlüğü ve kurtuluşunu hedefler.

Başûrê Kurdistan’daki tüm siyasal sorunları, ulusların kendi kaderini tayin hakkının koşulsuz biçimde desteklenmesi ilkesi temelinde ele alır.

Kürt ulusal mücadelesi içerisinde burjuvazinin önderliğini, bölgedeki sömürgeci güçler ve emperyalizmle uzlaşma ve işbirliğini temsil eden Başûrê Kurdistan burjuvazisini yalıtma, Kürt yoksullarına ve emekçilerine dayalı mücadele çizgisini geliştirme perspektifiyle hareket eder.

55­ Kürdistan’ın diğer parçalarındaki gelişmelere de bağlı olarak, kendi başına gerçekleşebileceği gibi, İranlı işçiler, emekçiler ve kadınların, İran sömürgeciliğinin baskı altında tuttuğu Beluci, Azeri, Arap ve diğer halkların mücadelesi ile iç içe gerçekleşme olasılığı da taşıyan Rojhilat’ın kurtuluşu perspektifiyle mücadele eder.

IV. BÖLÜM

ANTİFAŞİST, ANTİEMPERYALİST, ANTİSÖMÜRGECİ, CİNS ÖZGÜRLÜKÇÜ DEMOKRATİK DEVRİM PROGRAMI

Türkiye/Kuzey Kürdistan

1­ İşbirlikçi tekelci burjuvazinin sömürgeci faşist diktatörlüğü zora dayalı devrimle yıkılacak, yerine ayrılma hakkının korunduğu, işçi­emekçi meclislerine dayalı Türkiye ve Kuzey Kürdistan Halk Cumhuriyetleri Birliği kurulacaktır.

Türkiye ve Kürdistan Halk Cumhuriyetleri Birliği’nde kadınlar iktidarın eşit ve bağımsız ortağı olacaktır.

2­ Egemen sınıfların ordusu, polisi ve diğer zor aygıtları dağıtılacak ve yerine işçi­emekçi meclislerinde örgütlenmiş olan kitlelerin denetiminde bir halk ordusu ve halk milisi kurulacaktır.

3­ Egemen sınıfların yargı mekanizması dağıtılacak ve yerine işçi­emekçi meclislerine bağlı devrimci mahkemeler kurulacak, duruşmalar halka açık olarak yapılacaktır.

4­ Halk Cumhuriyetleri Birliği’nin bütün kurumları toplumsal cinsiyet eşitliği ve eş temsiliyet ilkesine göre kurulacak ve işletilecektir.

5­ Yeni toplum inşasının kadın özgürleşmesi çizgisinde gerçekleşmesinin güvencesi olarak, kadınlar kendi toplumsal yapılanmasını bağımsız biçimde de örgütleyecek, bütün kurumlarda eş temsiliyete ek olarak, işçi­emekçi kadın meclisleri birliği kurulacak, kadın ordusu ve milisi oluşturulacak, cinsel suçlar için kadın ve lgbti+’lardan oluşan özel mahkemeler kurulacaktır. Seks endüstrisinin tasfiyesi, ev işlerinin toplumsallaştırılması, kadın işçilerin ekonomik, siyasi ve toplumsal yaşamının düzenlenmesi görevleri başta olmak üzere, Halk Cumhuriyetleri Birliği’nin kadın özgürlük alanındaki bütün faaliyetlerinde yasama yetkisi dahil bütün haklar kadın meclislerine ait olacaktır.

6­ Halk kitlelerine propaganda, ajitasyon, örgütlenme ve eylem özgürlükleri tanınacak, bunların kullanımı güvence altına alınacak, insan onuruyla bağdaşmayan cezalar ve işkence kaldırılacak, yurttaşlar arasında din, mezhep, dil, milliyet, cinsiyet, cinsel yönelim, bölge vb. temelinde ayrım yapılması önlenecektir. Bütün erkek egemen yasal düzenlemeler iptal edilecektir.

7­ Tüm emperyalist devletlere, çok uluslu şirketlere, IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist mali kuruluşlara olan borç ve yükümlülükler iptal edilecektir.

8­ NATO’dan çıkılacak, hiçbir emperyalist, gerici askeri ya da siyasal bloğa katılınmayacak, ABD ve NATO üs ve kuruluşlarına el konulacak, bütün gizli anlaşmalar açıklanacak, gizli ve açık yükümlülükler iptal edilecektir.

9­ Emperyalistlerin, işbirlikçi tekelci burjuvazinin, devletin ve devrime karşı silahlı savaşa katılan tüm güçlerin mülkiyetindeki işletmelere, taşınmazlara ve diğer zenginliklere el konacaktır.

10­ Büyük emlak sahipleriyle, devletin mülkiyetinde bulunan tüm yapılar ve kentsel araziler ile büyük iç ve dış ticaret halk mülkiyeti haline getirilecektir.

11­ Halk mülkiyetine dönüştürülen ekonominin bütün sektörlerinin yönetimini elinde tutan meclisler iktidarı, ekonominin diğer sektörlerinde işçi­emekçi meclisleri aracılığıyla işçi denetimi sağlayacaktır.

12­ Zoralım yoluyla büyük toprak sahiplerinin ve devletin mülkiyetinde bulunan tüm topraklar, üretim aletleri ve diğer zenginlikler halk mülkiyeti haline getirilecektir. Halk mülkiyetine dönüştürülen toprakların, üretim aletlerinin vb. bir bölümü örnek çiftlikler olarak değerlendirilecek, bir bölümü kooperatiflerde örgütlenecek yoksul ve az topraklı köylülerin kullanımına sunulacaktır.

13­ Tarım işçilerinin, yoksul, küçük ve orta köylülerin devlete, bankalara, ağalara, tefecilere, kapitalistlere olan borçları iptal edilecek, toprakları ve üretim aletleri üzerindeki ipotekler kaldırılacaktır.

14­ Kürt ulusuna uygulanan asimilasyon ve sömürgeci faşist terör siyasetine ve kirli savaşa son verilecek, Kürt ulusunun kendi devletini kurma hakkını kullanmasının ve bu amaçla ajitasyon, propaganda ve örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm engeller kaldırılacaktır. Kürt ulusunun birleşme hakkı tanınacak ve savunulacaktır.

15­ Kürtlerle Türkler arasında her alanda tam hak eşitliği sağlanacak, tüm dil ve kültürler üzerindeki baskılara son verilecek, Türk milliyetçiliğine karşı sistemli bir savaşım sürdürülecek, Kürt ve Türk halklarının, Laz, Çingene, Abhaz, Gürcü, Çerkes, Arap, Ermeni, Rum, Boşnak, Pomak, Süryani, Êzidî ve diğer ulusal toplulukların tam hak eşitliği temelinde özgür iradeleriyle Halk Cumhuriyetleri Birliği’nde birlikte yaşaması için çaba harcanacaktır.

16­ Osmanlı İttihat Terakki egemenlerinin Ermeni, Süryani, Êzidî, Pontus halklarına karşı giriştiği ve T.C. egemenlerinin sahiplenip sürdürdüğü soykırım gerçeği tam bir açıklıkla ortaya konulacak ve mahkum edilecektir. Ermeni, Süryani ve Pontus soykırımlarından sonra dünyanın dört bir yanına saçılan Anadolu’nun bu kadim halklarının evlatlarına eşit yurttaşlık hakkı tanınacak, talep edenlerin beyanları esas alınacak, istedikleri kentlere yerleşim ve güvenlikli yaşam koşulları yaratılacaktır.

17­ T.C. egemenlerinin Dersim Kürt Alevi soykırımı, Zilan soykırımı başta gelmek üzere Kürt halkına yönelik sistematik soykırım hareketi mahkum edilecek, soykırım mağdurlarının talepleri karşılanacaktır.

18­ İşçi­emekçi meclisleri iktidarı dünya proletaryası ve halklarının ulusal kurtuluş, devrim ve sosyalizm savaşımlarını bütün olanaklarıyla destekleyecek, bütün dünyayı köleleştirmeye çalışan emperyalist devletlere karşı dünya halklarının devrimci bir üssü olacaktır.

19­ Egemen sınıfların Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’da izlemekte oldukları saldırgan yayılmacı siyasete ve askeri üslerin varlığına son verilecek, Kıbrıs’taki işgal ortadan kaldırılacaktır. Onların, diğer ülkelerdeki Türk ve Müslüman halkların ve ulusal toplulukların haklarını savunma görüntüsü altında, Türk işçi ve emekçilerini şovenizm ve antikomünizmle zehirlemeyi hedefleyen pantürkist­panislamist yayılmacı siyaseti sergilenecek ve reddedilecektir.

20­ Filistin ulusunun devrimci ve demokratik muhtevalı tüm talepleri desteklenecek, Filistin Devrimin zaferi için yürütülen mücadeleyle omuz omuza hareket edilecektir.

21­ Bütün işçiler için haftada 30 saat çalışma ve her yıl bir ay ücretli dinlenme hakkı güvence altına alınacaktır. Fazla mesai tamamen, gece çalışması zorunlu durumlar dışında yasaklanacaktır.

22­ Onaltı yaşından küçük çocuk emeği yasaklanacak, onsekiz yaşından küçüklerin çalışma süresi dört saatle sınırlanacak ve çıraklık uygulaması kaldırılacaktır.

23­ İş güvenliğindeki zaaflara bağlı yaralanma ve ölümlerin önlenmesi için her türlü tedbir alınacak ve işyerlerinde iş güvenliğinin gözetilip gözetilmediği işyeri komiteleri ve yerel işçi meclisleri tarafından denetlenecektir. İş esnasında herhangi bir nedenle yaralananların tedavi ve bakımı güvenceye alınacaktır.

24­ İşçilerin işyerlerinde özgürce siyasal çalışma yapmalarını ve örgütlenmelerini önleyen yasal ve diğer engeller kaldırılacaktır. Siyasal grev, dayanışma grevi, genel grev ve hak grevi hakları kabul edilecek, lokavt yasaklanacaktır.

25­ Kadın ve erkek işçiler için eşit işe eşit ücret kuralı getirilecek, işkollarına dağılımda cinsiyetçi işbölümüne karşı, pozitif ayrımcı teşvik ve kota gibi yöntemlerle mücadele yürütülecek ve kadın sağlığının gerekleri gözetilecektir. 8 Mart ücretli tatil günü ilan edilecektir.

26­ Kadına yönelik şiddete ve kadın katliamlarına karşı ceza artırımı içeren yasal düzenlemeler yapılacaktır.

27­ Çocuk bakımı toplumun bir işi sayılacak ve çocuklar toplumsal bir değer olarak kabul edilecek, kadın ve erkeklere doğum öncesi ve sonrasında bir yıl ücretli izin verilecek, çocuk maması ve bezi ücretsiz sağlanacak, belli büyüklükteki tüm işletmelerde çocuk emzirme odaları, kreşler ve çocuk bahçeleri açılması zorunlu kılınacaktır.

28­ Çocuk hakları güvence altına alınacak, çocuklara yönelik cinsel, fiziksel, ekonomik, psikolojik şiddet ve istismar ağır suçlar kapsamında tanımlanacaktır. Bu suçlar için Çocuk Hakları Mahkemeleri kurulacaktır.

29­ Kürtaj bütün kadınlar için yasal hak olacak ve ücretsiz sağlanacaktır. Doğum kontrolü, doğum yöntemi vb. kadının kendi bedeni üzerindeki tasarruf hakkına dair konularda her türlü kısıtlayıcı yasa iptal edilecektir. Bekaret kontrolü yasaklanacaktır.

30­ Ev hizmetlerinde ve kapitalistler hesabına evde çalışan proleter ve yarı proleter kadınların yaşam ve çalışma koşulları iyileştirilecek ve mesleki örgütlerini kurmaları sağlanacaktır.

31­ Kadınların evsel köleliğinin ortadan kaldırılması ve ev işlerinin toplumsallaştırılması amacıyla gerekli düzenlemeler yapılacaktır. Engelli, hasta ve yaşlı bakımının kadının görevi olarak görülmesine son verilecektir. Ev emekçisi kadınlar temel ücret ve genel sigorta kapsamına alınacaktır. Ev emekçisi kadınların toplumsal çalışma alanlarına teşviki için düzenlemeler yapılacaktır.

32­ Birliktelik ve ayrılık anlaşması bireyler arasındadır. Halk Cumhuriyetleri Birliği evlilik ve boşanma anlaşmasının muhatabı olmaz. Kadın isterse birliktelikler kadın meclislerine bildirilebilir. Kadın meclisleri talep halinde birliktelik ve ayrılık konularında kadının ve çocukların haklarını takip etmekle yükümlüdür. Bildirilmiş ve bildirilmemiş birlikteliklerden doğan çocuklar arasında hiçbir ayrımcılık yapılamaz. Eşcinsel birliktelikler toplumsal, ekonomik ve hukuki tüm uygulamalarda heteroseksüel birlikteliklerle eşit muamele görür.

33­ Seks endüstrisine karşı, kadın emeğinin evsel kölelikten özgürleştirilmesi ve toplumsal yaşama yönlendirilmesi kapsamındaki adımları esas alan etkili bir mücadele yürütülecektir. Seks işçilerinin farklı sektörlerde çalışmasının önünü açmak üzere Halk Cumhuriyetleri Birliği’nin denetimi altındaki bütün ekonomik işletmelerde seks işçilerine öncelikli iş hakkı sağlanacaktır. Seks endüstrisi tümüyle tasfiye edilene dek, seks işçilerinin çalışma ve sosyal hakları güvence altına alınacaktır. Seks kölesi ticareti yasaklanacak, kadınları ve lgbti+’ları seks köleliğine zorlayanlar cezalandırılacaktır. Çocukların seks endüstrisinde kullanılması insanlığa karşı suç ilan edilecektir.

34­ Lgbti+’ların söz, eylem, örgütlenme hakları güvencelenecek, homofobi, transfobi ve heteroseksizme, nefret söylemine karşı sistemli ideolojik ve siyasi mücadele verilecek, heteroseksist suçlarda ceza artırımı uygulanacaktır.

35­ Çalışma, barınma, eğitim, ulaşım vb. tüm toplumsal olanaklara erişimde lgbti+’lar, seks işçileri ve toplumsal mekanizmalardan en fazla dışlanan diğer kesimlere pozitif ayrımcı politikalar uygulanacaktır.

36­ Kent ve kır yoksullarının yaşam düzeylerinin yükseltilmesine çalışılacak, mesleki hakları güvence altına alınacaktır. Küçük köylülerin durumunu iyileştiren önlemler geliştirilecektir.

37­ Tüm çalışanlara iş güvencesi sağlanacak, işsizlik sorununun çözümü için çok yönlü ekonomik ve toplumsal önlemler alınacak, tüm emekçileri kucaklayan genel bir sigorta sistemi kurulacaktır. İşsiz, kimsesiz, yaşlı, hasta emekçiler özenle korunacaktır. Bütün işsiz ve yoksullara temel ücret ödenecektir.

38­ Engellilerin bakımı, eğitimi ve toplum yaşamına katılmaları için, çalışma, barınma, eğitim, ulaşım vb. tüm toplumsal olanaklara erişimde pozitif ayrımcı politikalar uygulanacak, toplumsal yaşamda engellilerin ihtiyaçları gözetilecektir.

39­ Bütün sağlık hizmetleri parasız hale getirilecek, geniş çaplı bir kamu sağlığı sistemi uygulanacaktır.

40­ Tüm emekçilerin yararlanabileceği spor tesisleri kurulacaktır.

41­ Dolaylı vergiler kaldırılacak, artan oranlı tek bir vergi sistemi uygulanacak, vergi sistemi işçileri ve diğer emekçileri gözetecek biçimde düzenlenecektir.

42­ Konut sorununun çözümüne, bir toplukonut seferberliğiyle ve halk mülkiyetine dönüştürülen konutların öncelikle yoksul ve bakıma gereksinen emekçilerin kullanımına sunulması yoluyla başlanacaktır. Konut, bina ve kent yapısının tümüyle depreme dayanıklı hale getirilmesi, dayanıksız yapıların tasfiyesi için çalışmalar yürütülecektir.

43­ Orman yangını, sel, toprak kayması ve deprem gibi afetlerde arama, kurtarma, acil barınma amaçlı gerekli araç­gereçler halk mülkiyeti olarak önceden kullanıma hazır bulundurulacaktır. İşçi­ emekçi meclisleri iktidarı halkı afetlere karşı bilinçlendirecek ve bu araçların kullanımında harekete geçirecektir.

44­ Din işleriyle devlet işleri birbirinden kesin olarak ayrılacak, diyanet işleri teşkilatı lağvedilecek, başta Aleviler olmak üzere farklı inançlar ve dinsel topluluklar üzerindeki baskılara ve bazı mezheplere tanınan ayrıcalıklara son verilecek, yaşam tarzı özgürlüğünü yok eden politik islamcı dinsel baskı ortadan kaldırılacak, dinin kişisel bir sorun olduğu ilan edilecek, inananların ve inanmayanların inanç özgürlüğü güvenceye alınacaktır.

45­ Sınıfsal, cinsel ve ulusal kurtuluş mücadelelerinde yer almalarından dolayı katliam, işkence ve hapishane riski altında olanların, bilimsel, sanatsal faaliyetleri engellenenlerin, savaş ve işgal dolayısıyla yaşadığı topraklardan ayrılmak zorunda kalanların iltica talepleri karşılanacak, ekonomik nedenlerle göç etmek zorunda kalanlara insanca yaşam koşullarının sağlanması için politikalar üretilecektir.

46­ Gençliği gerici, faşist, şovenist, dinsel ve militarist düşüncelerle zehirleyen bugünkü gerici­faşist ve cinsiyetçi eğitim sistemi kaldırılacaktır. Üniversiteler özerk­demokratik hale getirilecektir. Eğitim maddi üretimle birleştirilecek, bütün gençlerin anadilde, bilimsel ve devrimci bir eğitim görmeleri için gereken olanaklar sağlanacak, paralı eğitime son verilecektir.

47­ Kapitalizmin ve egemen sınıfların cehalete mahkum ettiği yetişkin emekçilerin bilimsel, siyasal ve mesleki düzeylerini yükseltmek için geniş ölçekli bir eğitim seferberliğine girişilecektir.

48­ Bilim, sanat, kültür alanlarındaki askeri ve bürokratik sansür ve her türlü antidemokratik kısıtlama kaldırılacak, bilimsel ve ilerici düşünce üretimi desteklenecektir.

49­ Radyo, televizyon ve basın, burjuvazinin ve gericiliğin kitleleri aptallaştırma ve cahil bırakma araçları olmaktan çıkarılacaktır. Bu iletişim kurumları, işçi­emekçi meclisleri iktidarı denetimi altında komünist, demokratik ve bilimsel düşüncelerin yayılmasının araçları haline getirilecektir.

50­ Dilenciliğe, alkolizme ve uyuşturucu kullanımına karşı etkili önlemler alınacak, normal ve üretici bir yaşama dönüş için gereken her türlü destek sağlanacaktır.

51­ İşçi­ emekçi meclisleri iktidarı, bütün insanlığı tehdit eden nükleer, biyolojik, kimyasal ve diğer silahların yok edilmesi, yasaklanması için dünya halkları ve devrimci, demokratik ve barışsever güçleriyle birlikte kararlı bir savaşım verecektir.

52­ İşçi­ emekçi meclisleri iktidarı, azami kar elde etmek için doğal, tarihsel çevreyi yok eden kapitalistlerin ve emperyalistlerin tersine, insanlığın bu ortak mirasını özenle koruyacak, geri ve bağımlı ülkelerin emperyalist devletlerin sanayi atıkları için bir çöplük olarak kullanılmasına karşı duracak, küresel ısınmaya karşı mücadeleleri destekleyecek ve dünya çapında gerekli önlemlerin alınması için çaba gösterecektir. Hayvanlara yönelik işkence ve değişik canlı türlerinin varlığını tehdit eden eylemler yasaklanacak, toplumun doğayla uyumlu ilişki kurması hedefiyle çalışmalar yürütülecektir.


Marksist Leninist Komünist Parti (MLKP) – Partinin Sesi

Tags: , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑