Yazarlar

Published on Nisan 25th, 2020

0

Salgın ve Ruh Sağlığımız – Muazzez Uslu Avcı

İnsan kendini sınırlarını zorlayan ve kendini deneyebilen bir varlıktır. Yeter ki, insan kendi kendinin dayanağı olmayı ve de diğer insanlarla dayanışma kurabilmeyi başarsın.


Çoğunluğun ”rüyamda görsem inanmazdım bu günleri yaşayacağımıza” şaşkınlığına düşüren bu salgın, haklı olrak böyle bir şeyin en azından kendi çağı içinde yaşamış olmasının şoku idi. Her ne kadar tarih savaşlar, zulümler, salgınlarla dolu olsa da, her insan en çok kendi acısını duyar, her çağ da kendi an’ı içindeki acıyı duyar.

Filmlerdeki gibi kötülük, dert acı, birden bire gelmez elbet. Her şeyde olduğu gibi yaşanan her olayın nicel bir birikim süreci  sonucu ortaya çıkmasıdır. Suyun donma noktasına gelmeden katılaşmayacağı gibi. Göz önünde kısa süreli olan olaylarda tahmin etmek güç değil. Ama uzunca sürede evrilen şeylerin son noktada birden patlaması şaşırtır bizi. Yaşadığımız bu virüs salgınının da aniden ortaya çıkmadığını, zaten doğada var olan virüsün zaman zaman kılık değiştirmesi, mutasyona uğraması, daha önce ilaçlarla bastırılmış  alışılmış huylu virüsün birden bire huy değiştirmesiyle ölümcül bir salgına dönüşmesi meselesi.

İnsan doğayı ne kadar zaptetmiş ve  ne kadar yabancılaşmış olsa bile nihayetinde doğanın bir parçası olmaktan kurtulamaz. İnsan doğadan gelen her felaketin karşısında donup kalmaktadır. Çünkü doğayı anlamayı, doğanın kalbini dinlemeyi çoktan bırakmıştır. Canlılğın ve insanın  varoluş sürecinde, kendi varlıklarının virüsten, bakteriden başlayan organizmasını unutup, bir ölümcül virüsün hayatlarını altüst edeceği gerçeğini kabullenemez…

İnsanlığın şaşkınlığı belki de bu bilim çağında mikro bir virüsle başa çıkamamasındandı. Çünkü her şeyin çok hızlı geliştiği ve çok hızlı çözüldüğü bu çağda, insan için belirsiz  bir bekleyiş alışık olmadığı durumdu. Diğer taraftan alışılmış bir yaşantının aniden elleri arasından kayıp gitmesi, geleceğin belirsizliği idi. Gününü bile yarın kaygısıyla yaşayarak mutsuz olması, yarınla ilgili hayal bile kuramaması ve en çok geçmişteki anılarıyla  yaşaması müphem bir bekleyişin ruh yorgunluğu… Ruh sağlığı bozulan kesim genelde küçük burjuva alışkanlıklara sahip olan kesim olmalıydı. Çünkü yoksulun zaten bunalıma girecek zamanı ve  lüksü yoktu. Küçük burjuvanın alışmış olduğu günlük tüketimi, gezisi, eğlencesi, askıya almış olduğu bir çok etkinliğini bir daha yapamayacak olması paniği ve bu sürecin hiç bitmeyeceği karamsarlığına kapılmasaydı belki.

İnsanların ruh sağlığının nereye gittiğini anlamak için ayrıca ruh bilimcisi olmaya da gerek yok sanırım. Sosyal medya platformlarında bile görmek hissetmek mümkün. Salgınla birlikte ahlaki bir değişim görülmekte. Bu tür değişimleri sosyal medya sayfa arkadaşlarının bir kısmında şahit olmaktasınız. Pornografik dil kullanımından tutun da, paylaştıkları görsellerin abuk subuk, irrite edici şeyler, şahit oluyorsunuz. İnsanlarda sanki, ”nasıl olsa  ölüm dayandı kapıya her türlü aymazlığı yapabilirim, dil disiplinine filan gerek yok, ağzıma geleni söyleyebilirim” anlayışı yaygınlaştı. Ki, bu tür tavırları yıllarca tanımış olduğum insanlarda bile görmeye başladım. Cinsiyetçi dil, ayrılıkçı dil, laubali dil kullanmakta sakınca görmüyorlar. Sayfalarında arkadaş ölümlerine şahit oldukları halde kuruca bir başsağlığı diledikten sonra günlük paylaşımlarına laylaylom havasında devam ediyorlar. Halbuki ne güzel bir geleneğimiz vardı, gayet insani ve vicdani olan; Komşunun ölümünden sonra onun yasına saygı duyarak, müziğin sesinden, kendi kahkaha sesimize kadar   en az bir hafta kısardık. Kendini rencide edecek şeyi bir başkasında denememek gibi bir ortak insan hissiyatı olmalıydı.  Elbette bunalıma girmek ruh sağlığının bozulması insani duygu durumlarıdır. Özellikle sömürü sistemlerinin sistematik olarak insanın ruh sağlığını bozacak her türlü ortamı yaratması ve insanların ruhsal kopuşlarını, yabancılaşmayı, yalnızlaşmayı insan ruhuna  ince ince nakşetmişti…

Zannediyorum ki, bu salgın sürecinde yaşanan ruhsal deformasyona  neden olan şeylerden biri, ölüm korkusu, diğeri de belirsizlik,  güvensizlik, geleceksizlik korkusu olmalıydı. Bu ruhsal çöküntüyü yaşayanların haliyle fazla olması virüs kadar ölümcül olmasa bile travmatik çökmelere sebep oluyordu. Belki de ileride daha vahim bir tablo ile karşımıza da çıkabilir.Zaten sistemin bozduğu aklımız yeni değildi. Ama salgın günlerinde daha da artarak katlandı. Panik atak, anksiyete, majör depresyon yaşayanların sayısında çok fazla artış olduğunu söylüyordu yetkili ağızlar.

Bu başımıza gelen salgın illeti her insanı kıyısından veya derinden  etkiledi, kimimize bir belirsizlik çukuru açtı. Kimizin günlük faaliyetlerine  sanatsal, kültürel, insani olan bir çok etkinliğine ket vurdu. Özellikle popüler kültürden beslenmeden duramayan büyük bir kesimin alanlarını elinden aldı. Ün, şan, şöhret peşinde koşanların yollarına taş koydu. Bir çok alanda ticari faaliyetleri durdurdu, seyahat, konu komşu ilişkilerini arkadaş toplantılarını askıya aldı… Bu yoksunluğun getirdiği  bunalımları yaşayanların çoğu kendilerini antidepersan ilaçlarına vurdu. Bir eczacı arkadaşım son bir haftada satılan depresyon ilaçlarında patlama olduğunu söyledi. Eskiden reçete ile satılan sakinleştirici ilaçların da şimdilik serbest bırakıldığını söyledi. Kısaca bu salgın günlerinde yaşananları  her kesim adına konuşacak olursak,  insanları ortak bir derdin  gölgesinde  zamana çentik atarak gün geçirme derdine düşürdü. 

Ancak insanlık tarihinde birçok deney göstermişti ki, bu tür sıkıntıları en rahat atlatanlar, hayatı bilinçli olarak kavramışlar ve üretenler olmuştur. Aslında her insanın içinde potansiyel bir yeti mutlaka vardır. Bunu kabiliyet ve yaratı güçlerine göre ortaya çıkartan veya sürekli bir şeyler üretmek ile meşgul olanlar içsel sıkıntılarını, bunalımlarını daha kolay atlatmaktadır. Bir roman yazarının, bir hikaye yazarının, resim yapanın, dikiş dikenin,  bahçe ekenin, saksılarında çiçek yetiştirenin, deneysel yazılar yazanın kendiyle daha barışık olduğu ve hatta karantina günlerini fırsat bilerek içinde kalmış ama icra edemediği bir müzik aleti çalmak isteyenlere fırsat olmuştur. Edebiyatın da bu konuda iyileştirici ve zaman geçirici özelliğini unutmamalı. Edebiyat bize bir yol, çıkış önermez, bir reçete ve ilaç da değildir. Ama bazen düşündüğümüz ama dillendiremediğimiz bazı deneyimleri okuyup anlamaya yarayabilir. Bazı hikayelerin kıssası kendi hayatımızın akışındaki renksizliklerin farkına varıp hayatımıza renk katmamıza faydalı olabilir. Belki   bir şiirin imgeleminde hayatımız anlamlanabilir.. Kısacası edebiyat bir ruh terapimiz olabilir. Sadece edebiyat da değil, diğer alanlardaki kitaplarda; sosyolojik kitaplar, tarih kitapları bize topluma ve dünyaya bakışımızda farklı bir perspektif açabilir…

Evet sıkılmak da, bunalmak da insana özgüdür. Ama bu durumu bir çaresizliğe çevirip çırpınmak yerine, bu durumu nasıl yaratıya çevirebilmeyi düşünebilen insan, salgın zamanlarındaki o korku, panik ve hiçlik boşluğuna düşmeyecektir. İnsan kendini sınırlarını zorlayan ve kendini deneyebilen bir varlıktır. Yeter ki, insan kendi kendinin dayanağı olmayı ve de diğer insanlarla dayanışma kurabilmeyi başarsın.

Tags: , , ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑