Tarih

Published on Ekim 6th, 2023

0

1916 Sykes-Picot Anlaşması: Suçlu mu, Günah Keçisi mi? | Ayşe Hür


Bugün pek çok kişinin sandığı gibi, Ortadoğu’daki ulus-devletlerin sınırları Sykes-Picot Anlaşması ile çizilmemiştir. Bu anlaşma ile yapılan, Ortadoğu’yu ulus-devletlere değil, Fransızlar ve İngilizlerin doğrudan veya dolaylı kontrolünde olacak beş “etki/nüfuz alanı”na ayırmaktı.

Son yıllarda sık sık Ortadoğu’nun içinde bulunduğu durumun 1916 tarihli Sykes-Picot (okunuşu: Sayks Piko) Anlaşması’nın sonucu olduğu, ancak bu anlaşmanın tarihin çöp sepetine atılmasının an meselesi olduğuna dair yazılar okuduk. Son olarak TSK’nın Suriye’nin kuzeyine (Kürtçe Rojava’ya) yönelik hava harekatından sonra özellikle sosyal medyada bu konu çok revaçtaydı. Bu hafta bu tezin izini sürmeye karar verdim.

Çok geriye gitmeye gerek yok, Britanya ve Fransa’nın genel olarak dünyanın çeşitli bölgelerindeki, özel olarak da Süveyş Kanalı yüzünden Mısır’daki çıkarlarını korumak için 1902 yılında bir dostluk antlaşması imzaladığı biliniyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1912-1913 Balkan Savaşları’nda içine düştüğü durumun verdiği cesaretle, bu ikili 1912’de Osmanlı topraklarını kendi nüfuz alanları arasında bölen gizli bir anlaşma yapmışlardı. 1915’de, İngiltere ve Fransa’nın yanına Rusya’nın da katılmasıyla dağılmasına muhakkak gözüyle bakılan Osmanlı topraklarının “emin ellerde” olması için bir kez daha paylaşılmıştı. Britanya bununla da yetinmeyerek Hindistan yolunu güvence altına almak amacıyla Mekke Şerifi Hüseyin ile Osmanlı İmparatorluğu’na karşı girişeceği bir ayaklanmaya destek vaadeden özel bir anlaşma yaptı. Şerif Hüseyin’in bilmediği ise, İngilizlerin Arabistan yarımadasını Şerif’in muarızlarından Vahabi lider İbn-i Suud’a vaadettiğiydi. Britanya’nın kendisinden habersiz attığı bu adımlardan rahatsızlık duyan Fransa’nın baskısıyla İngilizler masaya oturdular. 21 Ekim 1915’te başlayan görüşmeler Rusya 26 Nisan 1916’da Rusya’nın da onayı alındıktan sonra Fransa tarafından onaylandı, Londra’daki Fransa Büyükelçisi Paul Cambon tarafından 9 Mayıs 1916’da Dışişleri Bakanı Edward Grey’e gönderildi ve 16 Mayıs’ta Grey tarafından onaylandı. Nisan-Ağustos 1917’de anlaşmaya İtalya da dahil olacak ve tüm taraflar 18 Ağustos-26 Eylül 1917 arasında yeniden imza koyacaklardı.

Gizli anlaşma nasıl ifşa oldu?

Adını görüşmeleri yürüten İngiliz Sir Mark Sykes ile Fransız Albay George Picot’dan alan gizli Sykes-Picot Anlaşması 1917’de Rusya’da iktidarı ele geçiren yeni Sovyet (Bolşevik) Hükümeti, Çarlık tarafından yapılmış tüm gizli anlaşmaları kamuya açıklamasaydı belki de hiçbir zaman bilinmeyecekti. Sykes-Picot Anlaşması’nın metni ilk kez 23 Kasım 1917 tarihli Bolşevik yayınları Izvestia ve Pravda’da, 26 Kasım günü de İngiliz gazetesi The Manchester Guardian’da yayımlandı. Ardından Bolşevikler savaştan çekildiklerini açıklayarak Brest-Litovsk Barış Görüşmeleri’ne başladılar.

İfşa olunduğu tarihten beri 20. yüzyılın en ünlü anlaşması olmayı başaran metni hazırlayan iki şahsiyet de iyi eğitim almış aristokrat sınıftandı. İkisi de Ortadoğu halkları için en iyisini Avrupalı emperyal güçlerin bileceğine inanıyordu. İkisi de Ortadoğu ülkeleri hakkında derin bilgilere sahipti. Mark Sykes İngiliz standartlarına göre, bir nevi Kürt uzmanıydı. Farsça, Arapça ve Osmanlıcayı çok iyi biliyordu ve 1899-1913 arasında bir kaç seferde, Kürdistan’da at üstünde yaklaşık 7.500 mil yol katetmiş, yolculuğu sırasında aşiret reisleriyle, mollalarla, zaptiyelerle, katırcılarla, çobanlarla, at satıcılarıyla sayısız görüşme yapmıştı. Bu gezilerine dair raporlar, özellikle de 1908 tarihinde The Journal of the Royal Anthropological Institute of Great Britain and Ireland adlı dergide yayımlanan “The Kurdish Tribes of Ottoman Empire” başlıklı makalesi İngilizlerin “Kürt bilgisi”ne önemli katkılar yapmıştır.

Anlaşmanın konusu neydi?

Ama söz konusu anlaşmayı hazırlarken bu bilgilerini kullandıkları çoğu kişi için gayet şüpheliydi, çünkü bu çevrelere göre Ortadoğu’da yaşanan sorunların tohumları bu anlaşma ile atılmıştı.

Gerçekten böyle midir? Öncelikle dünyanın diğer bölgelerinde sınırları sömürgeci güçler tarafından oluşturulmuş devletlere dair araştırma yapmadan, hem Ortadoğu’nun hem de 1. maddedeki ülkelerin sınırları yapay biçimde çizilmeden önceki tarihini bilmeden, nihayet sınırları büyük devletler tarafından çizilmemiş olan devletlere dair araştırma yapmadan Sykes-Picot Anlaşması’nın Ortadoğu için ne ifade ettiği konusunda yargıya varmak doğru değil. Ama yine de bazı gerçekler var ki, karşılaştırma yapmadan da yorumlanabilir.

Birinci gerçek şudur: Bugün pek çok kişinin sandığı gibi, Ortadoğu’daki ulus-devletlerin sınırları Sykes-Picot Anlaşması ile çizilmemiştir. Bu anlaşma ile yapılan, Ortadoğu’yu ulus-devletlere değil, Fransızlar ve İngilizlerin doğrudan veya dolaylı kontrolünde olacak beş “etki/nüfuz alanı”na ayırmaktı. Bu etki alanlarını şu haritada görebilirsiniz:

Britanya’nın sömürgelerine giden(Hindistan Yolu’nu korumak açısından hayati öneme sahip olan Filistin’in Fransızlara bırakılması Britanya’nın hiç hoşuna gitmemişti ancak 1915’te Çanakkale’de uğranan hezimetten sonra Britanya, müttefiklerine bağımlı hale gelmişti. (Ancak yine de Sir Sykes bu maddeden dolayı ülkesinde ‘günah keçisi’ ilan edildi.) Ayrıca Fransız ve İngiliz nüfuz bölgelerinde bir Arap devletleri konfederasyonu ya da Fransız ve İngiliz nüfuzu arasında bölünmüş tek bir Arap devleti kurulacaktı. Hayfa ve Akka İngilizlerin kontrolüne bırakılırken, İskenderun serbest liman olacaktı. Anlaşmanın esas itibarıyla Almanya ve Rusya’nın ilerde Hindistan Yolu’nun tehdit etmesini önlemek için hazırlandığı anlaşılmaktaydı çünkü o yıllarda Arap Yarımadası’ndaki petrol varlığı bütün boyutları ile ortaya çıkmış değildi.

Sykes-Picot Kürtler için ne öngörmüştü?

Görüşmeler sırasında Kürtlerden doğrudan bahsedilmemişti ancak Fransa Başbakanı Aristide Briand ise 2 Kasım 1915’te George Picot’ya verdiği talimatta Fransa’nın Suriye, Lübnan, Filistin’den oluşan Büyük Suriye’yi, Kilikya’yı ve Musul (Kerkük petrol havzası) dahil olmak üzere Osmanlı egemenliği altında olan Kürdistan’ı nüfuz alanına alması gerektiğini söylüyordu. Hiç ara verilmeden her gün yapılan görüşme 3 Ocak 1916’ya kadar devam etti. Sonunda Fransız nüfuz bölgesinin güney sınırının Fırat Nehri ile Tabariye Gölü arasında bugünkü Suriye sınırından geçmekte olan, daha sonra Dicle Nehri’ni izleyerek Küçük Zap Suyu’yla birleştiği yerden Kerkük petrol havzasını da içine alacak alan olmasına karar verildi. Anlaşma, 9 Şubat 1916’da Paris’teki Rusya Elçisi’ne bildirildi. Ruslar anlaşmaya itiraz etmediler sadece Kürdistan’ın Cizre ve Urmiye gölü arasındaki kısmının Fransa nüfuz bölgesinden çıkarılıp kendilerine verilmesini istediler. Buna karşılık, Fransız nüfuzu da Sivas’a kadar genişletilecekti. Taraflar bu minval üzerinde 26 Nisan 1916’ya kadar görüş alışverişine devam ettiler. 16 Mayıs 1916 yılında anlaşmayı imzaladıklarında Kürdistan için bir tasarımları yoktu. (Bu süreçte Araplara birden fazla devlet kurduran Büyük Devletlerin Kürtlere neden devlet kurdurmadıkları ayrı bir yazı konusu.)

Peki, Ortadoğu’daki devletlerin sınırı 1916 Sykes-Picot Anlaşması ile çizilmediyse hangi anlaşma ile çizildi derseniz, cevabım “Ocak 1919-Ocak 1920 arasındaki Paris Barış Konferansı’nda, ama esas olarak 24-25 Nisan 1920’de İtalya’nın San Remo şehrinde toplanan San Remo Konferansı’ndan ve  sonrasında hayatın içinde çizildi” olacaktır.

Tek tek devletler düzeyinde süreci biraz anlatmaya çalışayım. Umarım okurken başınız dönmez, çünkü yazarken benim başım döndü.

Filistin’le takas edilen Suriye

San Remo sürecinde Fransızlar Suriye’nin tamamını kontrol etmek için Musul ve Filistin’deki haklarından vazgeçmişlerdi. Ardından Suriye’yi işgal ettiler ve İngilizlerin Suriye’nin başına geçirdiği Faysal’ı ülkeden sürdüler. (Faysal, Haziran 1916’da Osmanlı Devleti’ne karşı cihad ilan eden Mekke Şerifi Hüseyin’in üçüncü oğluydu.) İki yıl sonra Milletler Cemiyeti’nin onayıyla Suriye’yi önce kuzeyde bir Alevi devleti, merkezde Sunni devleti, güneyde ise Dürzi devleti olarak üç parçaya bölmeye kalkıştılar. Homojenleşmenin kadim çatışmaları halledeceğini düşünüyorlardı. Ancak, her grup bir diğerine tahsis edilen toprakta hak iddia ettiği için bu üç devlet yaşama geçemedi. Buna karşılık 1926’da Katolik Kilise’ne bağlı olan ancak ayin biçimleri farklı bir mezhep olan Marunilerin özerk bir yönetim oluşturmasına izin verildi. Suriye’nin kalanı da 11.yüzyıldan beri bölgede var olan bir Batıni mezhebi olan Dürzilerin yaşadığı Dağlık (Cebel) Lübnan, Latakia, Şam ve İskenderun olarak beş yarı-özerk bölgeye ayrıldı.

Ancak 1925 yılına gelindiğinde Aleviler, Dürziler, Bedeviler art arda ayaklanmaya başlamışlardı. Öte yandan Iraklıların 1924 yılında kazandıkları anayasal haklara sahip olamamak Suriyeli aydınların kızgınlığı giderek artıyordu. 1925’te Fransızlar gerginlikleri yatıştırmak amacıyla Şam ve Halep vilayetleri birleştirdiler ancak aynı yıl patlak veren Dürzi ayaklanması Suriye’nin diğer bölgelerine sirayet etti. Ayaklanma ancak 1927’de bitti ancak  Fransızlarla Suriyelilerin arası her geçen gün biraz daha açılıyordu. Fransız yetkililer için milliyetçi taleplere boyun eğmekten başka çare kalmamıştı. Eylül 1936’da iki ülke arasında Suriye’nin bağımsızlığını onaylayan bir antlaşma imzalandı. Buna göre Alevi ve Dürzi bölgeleri yeni ülkeye dahil edilirken, Lübnan bölgesi dışarıda kalacaktı. Ancak söz konusu antlaşma Fransa hükümeti tarafından onaylanmadığı gibi Fransa öteden beri Suriye’ye karşı bir koz olarak kullandığı Hatay sorununda yüz seksen derece çark etti, 1938’de Hatay’ın bağımsız olmasına, bir yıl sonra da Türkiye’ye bağlanmasına razı olarak Suriyeli milliyetçilerden öcünü aldı. Suriye’nin bugünkü sınırları ile Sykes-Picot sınırları arasında dağlar kadar fark oldu.

Çok etnili, çok dinli Lübnan

San Remo Konferansı’nda Dürzilerin yerleşik olduğu dağlık bölgenin (Cebel Dürzi ya da Cebel Lübnan) yanısıra Şii nüfusun yoğun olduğu Bekaa Vadisi ve kıyı şeridi de dahil olmak üzere tüm bölge  Suriye’ye bağlanmıştı. Milletler Cemiyeti 1923’de Lübnan’da Fransız Mandası’nı onayladı. Ancak yönetimde Marunilere tanınan ağırlık Dürzilerin tepkisine neden oldu. Dürzi isyanlarını sert biçimde bastıran Fransız yönetimi 1926’dan sonra daha dengeli bir politika izlemeye başladıysa da Arap milliyetçiliği bağımsızlık taleplerinden vazgeçmedi. Nihayet 1936 yılında Lübnan’a bağımsızlık veren bir antlaşma hazırlandı. Bu sırada Suriye’den koparılan Tripoli, Beyrut ve Sidon Lübnan’a dahil edildi. Ancak Fransız hükümetleri Lübnan’ın bağımsızlığını 1946’ya kadar onaylamayarak bölgenin huzura kavuşmasına engel olmayı başardı.

‘Çölün Kızı’ Gertrude Bell’in Irak’ı

Irak’ta durum daha da karmaşıktı. Rivayete göre Irak’ın sınırlarını Britanya Kralı VII. Edward’ın danışmanı, devlet adamları W. Churchill ve Lloyd George’un çalışma arkadaşı, ünlü casuslar T.E. Lawrence ve J. Philby’nin  sırdaşı olan Gertrude Margaret Lowthian Bell çizmişti. Arkeoloji okuduğu Oxford’u şeref derecesiyle bitiren ilk kadın olarak üniversitenin tarihine geçen, iki kez dünya turu yaptıktan sonra önce İran’a, 1899’da Kudüs’e giden, burada Arapça öğrenen ve Kudüs civarındaki arkeolojik alanların haritalarını oluşturan Bell savaş yıllarını Kahire’de geçirdikten sonra Bağdat ve Basra taraflarında “siyasi memur” (istihbaratçı?) olarak bulunmuştu. 1920’de artık tamamen İngiliz kontrolü altına girmiş olan Irak’taki İngiliz Yüksek Komisyonu’nun Ortadoğu Sekreteri idi. Araplar tarafından “Çölün Kızı” diye adlandırılan Gertrude Bell, bölge hakkındaki engin bilgisi yüzünden Başbakan Churcill’in 1921’de Kahire’de topladığı konferansa davet edilen 40 kişi arasındaki tek kadındı ve güya Irak’ın sınırları Kahire’de çizilmişti.

Bundan emin olmamız zor ama bildiğimiz şu ki Irak’ın mevcut sınırı kademeli olarak çizildi. San Remo sürecinde Fransızların Suriye karşılığında vazgeçtiği Musul bölgesi (yani Kuzey Mezopotamya’nın doğusu) Sykes-Picot ile paylarına düşen Güney Mezopotamya’ya eklenmişti. Böylece ortaya Sykes-Picot’dakinden çok daha büyük bir Irak çıkmıştı. İngilizler, Fransızlar tarafından Suriye’den sürüldükten sonra İngiltere’de kendisine bir taht bulunmasını bekleyen Faysal’ı Irak kralı yaptılar, yerli halktan bir ordu oluşturdular ve yeni bir işbirliği antlaşması imzaladılarsa da milliyetçi çevrelerin etkisiyle, Mart 1924’de seçilen yeni hükümet Irak’ın bağımsızlığını ilan etti ancak bu kağıt üzerinde kaldı. 1927’de İngilizlerle daha elverişli bir antlaşma imzalamaya çalışan milliyetçiler bir kez daha başarısız oldular. Ancak İngiltere’de iktidara geçen İşçi Partisi Irak’ın Milletler Cemiyeti’ne üyeliğini destekledi ve Irak’ın bağımsızlığı için görüşmeler başladı. Görüşmeler sonucu Basra’daki İngiliz üslerinin garanti altına alınması, ayrıca İngiliz birliklerinin ülke içinde serbestçe hareketlerine izin verilmesi karşılığında 1930 yılında  yeni bir anlaşma imzalandı. 1932 yılında İngiliz Manda Yönetimi resmen sona erdi ve Irak hem Milletler Cemiyeti’nin hem de İngiliz Milletler Topluluğu’nun bir üyesi oldu.

Otel odasında çizilen Brüksel Hattı

Bunlar olurken Irak’ın kuzey yani Türkiye sınırı, bugün Ortadoğu’daki tüm sınırlar için kullanılan meşhur klişenin kaynağı olacak şekilde gerçekten otel odasında çizilmişti. Lozan’da Musul Meselesi halledilemeyince, konu önce ikili ilişkilerle çözülmeye çalışılmış, 1924’te sınır tartışmalarını önlemek için ‘Brüksel Hattı’ diye anılan geçici bir sınır konmuştu. Hat, iddialara göre, Brüksel’de bir otel odasında İngilizlerce oluşturulmuştu. Ancak, her iki tarafın da “geçici” olan bu sınırı kabul etmesiyle, kontrol fiilen İngilizlerin eline geçti. Sınırı belirleyen nihai anlaşma 5 Haziran 1926’da imzalandı. Bu hikayeden de anlaşılacağı gibi, Irak’ın kuzey sınırı da Sykes-Picot anlaşmasıyla ilgili değildi.

Irak’ın güney, yani Kuveyt’le ve Suudi Arabistan’la sınırı ise 1923’te çizildi ancak kesin halini 1961’de aldı. Basra Körfezi’nin kuzeybatı ucunda, Suudi Arabistan ile Irak arasında kurulu olan Kuveyt Şeyhliği’nin tarihi 18. yüzyıla kadar gidiyordu ama 1899’da yapılan bir anlaşma ile bölge İngiliz denetimine bırakılmıştı.  Bu antlaşma uyarınca Birinci Dünya Savaşı sırasında bölgede bir “pretoktora/himaye idaresi”  kuruldu. Savaşın nihayetinde daha sonraları Suudi Arabistan adını alacak Necd idaresi ile Kuveyt arasındaki ilişkiler normalleştirildi ve 1923’de Kuveyt’in Suudi Arabistan’la ve Irak’la bugünkü sınırı üç tarafın katılımıyla çizildi. Ancak, Britanya’nın 1961’de pretoktora idaresine son verip de Kuveyt’in bağımsızlığını tanımasının hemen ardından Irak’ın bu anlaşmaya gönülsüzce razı olduğu anlaşıldı. Irak bölge üzerindeki tarihsel haklarını ileri sürerek, Kuveyt’in Irak’a bağlanmasını talep ediyordu. Bu tehlike ancak Arap Birliği Teşkilatı’nın Kuveyt’ı üye kabul ederek kanatları altına almasıyla savuşturuldu. (Fakat sorunların hallolmadığı 1991’de Saddam/BAAS yönetimindeki Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle anlaşılacaktı.) 

Balfour Deklerasyonu ve İsrail’in doğuşu

Aslında Sykes-Picot Anlaşması’ndaki ilk gedik, Britanya’nın 1917’de “Yahudilere Filistin’de bir yurt yaratmak” için (metinde bu terimler kullanılıyordu) kaleme aldıkları Balfour Deklerasyonu ile olmuştu. Birinci Dünya Savaşı arifesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflaması, hem Büyük Devletler’e, hem Siyonistlere hem de Arap milliyetçilerine büyük cesaret vermişti. Aslında nüfus dağılımına bakıldığında 1914’te Filistin’deki durum bugün “Siyonizmin babası” diye tanınan Avusturyalı gazeteci-avukat Theodor Herzl’in 1896’dan itibaren formüle ettiği Siyonist argümanlara hiç uygun değildi.  Değişik kaynaklara göre, bölgede 525 bin ila 683 bin Müslüman’a karşılık, 40 ila 80 bin arasında Yahudi yaşıyordu. Bu nedenle Siyonistlerin bütün çabası, Büyük Devletler’in Filistin’e göçe izin vermesi ve desteklemesine yönelikti. Herzl’in 1904’te ölmesinden sonra Siyonizm davasını Britanya kanaat önderlerine anlatma işini kimyager Haim Weizman üstlenmişti. Weizmann ve arkadaşları 13 yıllık çabalarının ödülünü almayı başardılar. Bu ödül, tarihe “Balfour Deklerasyonu” adıyla geçen kısa bir mektuptu. Başlangıçta kimse anlamamıştı ama bu mektup Filistin’in tarihini ebediyen değiştirecekti.

Lloyd George kabinesinin Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour’un Britanya Parlamentosu’nun Yahudi asıllı üyesi Lord Walter Rothschild’e yazdığı 2 Kasım 1917 tarihli kısa mektupta şöyle deniyordu: “Majestelerinin Hükümeti adına size bildirmekten mutluluk duyarım ki, Yahudi Siyonist emellere sempatiyi belirten ekteki deklarasyon kabineye sunulmuş ve kabul edilmiştir. Majestelerinin Hükümeti, Filistin’de Yahudiler için bir milli yurt kurulmasını uygun görmekte olup bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden gelenin en iyisini yapacaktır. Şurası açıkça anlaşılmalıdır ki, Filistin’deki Yahudi olmayan toplumların sivil ve dinî haklarına ve Yahudilerin diğer ülkelerde sahip oldukları hak ve politik statülerine halel getirebilecek hiçbir şey yapılmayacaktır. Bu deklarasyonu, Siyonist Organizasyon’un bilgisine sunarsanız müteşekkir olurum.”

Mektubun terminolojisi ve hedefi başlıbaşına bir yazı konusu, ancak konumuzla ilgili boyutuna gelirsek, Balfour Deklerasyonu’nun ilanından üç hafta sonra, 11 Aralık 1917’de General Allenby komutasındaki İngiliz ve Arap birlikleri Kudüs’ü Osmanlılardan teslim aldılar. Bunu Osmanlı birliklerinin Suriye cephelerinde yenilgiye uğratılması izledi. İtilaf Devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu arasında 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondoros Mütarekesi ile tüm Filistin, Britanya’nın kontrolüne bırakıldı.

2 Kasım 1917 Balfour Deklerasyonu ile “mayası çalınan”, San Remo’da Büyük Devletler nezdinde kabul gören “Yahudi Yurdu”nun ‘Yahudi Devleti’ olması ancak Mayıs 1948’ de mümkün oldu. Devletin sınırları ise 1948-1949, 1967, 1973 savaşlarından sonra bile netleşmedi. Sykes-Picot’un Kudüs ve çevresinde “uluslararası denetime tabi bir idare” kurması planı da tarihe gömüldü, çünkü Kudüs İsrail’in içinde kaldığı gibi diğer Filistin toprakları Gazze ve Batı Şeria adıyla ikiye bölündü. Bunlardan ilki bir açıkhava hapishanesi iken, diğeri kısmen İsrail’in kontrolünde. Bu durum Sykes-Picot’un sonucu değil, yukarıda linkini verdiğim yazıda anlattığım son derece karmaşık bir sürecin sonucu.

Ürdün Neyin Kefaretiydi?

Bölgede bir de Sykes-Picot’da adı bile geçmeyen Ürdün var biliyorsunuz. Osmanlı Devleti, Napolyon’un 1798-1801 tarihleri arasındaki Ortadoğu Seferi’nden sonra, Ürdün (Şeria) Nehri’nin doğu yakasındaki Mavera-ı Ürdün (Trans Ürdün) diye anılan kesimine başta Çerkesler olmak üzere Kafkas kökenli bir nüfusu iskân etme yoluna gitmişti. 1916 Sykes-Picot Antlaşması’yla Britanya’nın otorite alanı sayılan Filistin topraklarının yüzde 70’i Mavera-ı Ürdün’deydi. 1921 yılında, Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Abdullah, 1917 Balfour Deklarasyonu’nu ve 1920 San Remo Konferansı kararlarını protesto etme bahanesiyle Ürdün bölgesini işgal etti ve o sırada Fransız egemenliğinde olan Suriye’ye saldırmaya kalktı. Fransızlarla bozuşmak istemeyen Britanya’nın araya girmesiyle Abdullah, Mavera-ı Ürdün’ün başına getirildi. Böylece Britanya Balfour Deklarasyonu’nun kefaretini ödemiş oldu.

O tarihte Ürdün Emirliği’nde çoğunluğu Bedevi 400 bin kişi yaşıyordu. Halkın %20’si, nüfusları 30 bini geçmeyen dört şehirde meskûndu. Böyle bir ülkeden modern bir devlet yaratma gayretine giren İngiliz memurlar savunma, finans ve dış politikayı yönetiyorlar, Emir Abdullah iç işlerine bakıyordu. Bedevi güçlere karşı bir denge unsuru olmak üzere Araplar tarafından Peake Paşa diye anılan F.G. Peake adlı bir İngiliz memurun gözetiminde bir de polis gücü oluşturulmuştu. 1923’de Britanya ülkeyi bağımsızlığa hazırlanan bir milli devlet olarak kabul etti. 1926’da Vadi Musa ile Petra arasındaki bölgede kabile gerginlikleri yaşanması üzerine Abdullah hükümetine Ürdün Sınır Kuvvetleri’ni kurma izni verildi. 1927’de bölge Filistin mandasından ayrı bir yapı olarak tanındı. 1939’da ise Britanya Manda Konseyi yerini temsili nitelikte bir hükümete bıraktı. Ürdün orduları İngiliz John Bagot Glubb’a (Glubb Paşa) teslim edildi. (Paşa bu görevini 1956’ya kadar yürütecekti.) Böylece Britanya bölgede kendisine sadık bir ülke imal etme projesinin son adımını atmıştı. 1948-1949 Arap-İsrail Savaşı sırasında Ürdün kuvvetlerince ele geçirilen Batı Şeria 1950’de resmen Ürdün’e bağlandı. 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan sonra Batı Şeria İsrail’e geçti (1993 ve 1995’te statüsü yeniden değişti) ama Irak kralı Faysal’ın “beceriksiz” denilen kardeşi, herkesten becerikli çıkmış ve Haşimi Ailesi’nin kendi bağımsız krallığını kurma düşünü gerçekleştirmişti. Üstelik ne bölgeden ne de dünyadan ciddi bir itiraz görmeden…

İçiçe geçmiş toplumlar

Mısır, Suudi Arabistan, Körfez emirlikleri ve Kuzey Afrika’daki Arap devletleri (ki bugün 22 Arap devleti var) Sykes-Picot çerçevesine girmediği için onların sınırları hakkında bilgi vermeye gerek yok.

Bu konferanslar sırasında sınırlar çizilirken iddia edildiği gibi “Büyük Devletler” kafalarına göre takılmadılar, esas olarak Osmanlı dönemindeki idari yapılanmayı (Trablusşam, Bağdat, Basra, Musul, Rakka, Lahsa eyaletlerini) esas aldılar, ayrıca bazı tarihsel, demografik ve coğrafi kriterlere dayandılar ama deyim yerindeyse “evdeki hesaplar çarşıya uymadı”…Sınırların 1916’da çizilmediği doğru ama bu sınırların çoğu yerde cetvelle çizildiği doğru. Bunun nedeni sınırların çoğu yerde çöllerden geçmesi. Ama çöl olmayan yerlerde de sınırı şu veya buradan geçirmek için dayanılacak kriterler bulmanın zorluğu da düşünülmeli. Çünkü, Mezopotamya’da Sünnilerle Şiiler, Araplarla Kürtler, Türkmenler, Hıristiyanlarla Müslümanlar ve diğer dinler, aşiretlerle, yerleşik toplumlar asırlardır içiçe yaşıyorlardı. Bu unsurların bir bölümü (göçebe aşiretler) mevsimsel olarak, bir bölümü sosyal, siyasal, askeri ya da ekonomik nedenlerle tarih içinde sürekli hareket halinde olduklarından herbirinin yaşam alanlarını belirlemek zordu. 

Örneğin Lübnan ve Suriye’de etnik grup olarak Araplar, Kürtler, Türkmenler, Filistinliler, Ermeniler, Rumlar, Asuriler ve başkaları; dinsel grup olarak Hıristiyanlar, Müslümanlar, Süryaniler ve başkaları;  mezhepsel olarak Maruniler, Dürziler, Rum Ortodokslar, Rum Katolikler, Ermeni Apostolikler, Protestanlar ve diğerleri yaşar. Ayrıca elbette dil grupları da vardır.

Irak’ta nüfusun çoğunluğunu Araplar oluşturur. Arapların da yüzde 60’ı Şiidir ve Çelebiler, Musevi, Temmiler, Hasan, Hüseyin, Hafaci, Zevanil, Sand, Salman, Nuaymi, Karagol ve Mavali gibi adlar taşıyan yüzlerce aşiret halinde Basra bölgesinde yoğunlaşmışlardır.

Batı’da toplanmış olan azınlık Sünni Arap nüfus ise genel olarak üç aşiret arasında dağılmıştır. Bunlar Ürdün ve Suriye’ye de yayılmış olan Dileym aşireti, bütün Arap dünyasına yayılmış olan ve Hicaz-Ürdün-Suriye hattında yoğunlaşan Şemmar aşiretinin bir kolu olan Cubur aşireti ve tarihi boyunca gerek Cubur gerekse Türkmen Bayat aşireti ile sürekli çatışma halinde yaşayan Ubeyd aşiretidir. Cuburlar ile Ubeydler arasında da tarihsel kan davası vardır.

Irak’taki en büyük azınlık grubu ise Kürtlerdir. Soran’da ağırlıklı olarak Şafii Kürtler, Bahdinan’da Nakşibendi Kürtler yaşar. (Şengal) bölgesinde Ezidi Kürtler yaşar. (Yoksa ‘yaşardı’ mı demek lazım? Biliyorsunuz, IŞİD tarafından katledildiler, bölgeden çıkarıldılar ya da kaçmaya mecbur bırakıldılar).

İkinci büyük azınlık grubu Telafer, Musul, Erbil, Altunköprü, Kerkük, Tuzhurmatu, Kifri, Kara Tepe, Hanekin, Mendeli yerleşimlerinden Bağdat’ın güney doğusundaki Bedre’ye kadar uzanan bir şerit üzerinde yaşayan Sünni ve Şii Türkmenlerdir.  Bunların dışında Asuriler, Mandayyalar, Ermeniler ve Lurları anmak gerekir.

Bu iç içe geçmişlikler dolayısıyla, Sir Sykes ve Albay Picot’nun şahsında Britanya ve Fransa isteselerdi de Ortadoğu’da homojen ulus-devletler yaratamazlardı. Yine de Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra ortaya çıkan yeni statükonun bazen gönüllü ama çoğu zaman zorunlu olarak (hem yetke alanlarındaki yerel güçlerin baskısıyla, hem de kendi ülkelerindeki kamuoyunun baskısıyla) kademeli olarak ulus-devlet formuna dönüştüğü görülüyor.

Sınırları sömürgeciler tarafından çizilen diğer devletler

Ortadoğu Sykes-Picot Anlaşması’ndan önce de güllük gülistanlık bir yer değildi, San Remo sonrasında da olmadı. Ama dışsal faktör olarak 1940’larda İkinci Dünya Savaşı, 1945 sonrasında Soğuk Savaş; içsel faktör olarak Mısır, Suriye ve Irak’taki Nasırcı ve Baasçı yönetimler, İsrail’i yaşatmak istemeyen Arap devletlerine direnme yolu olarak yayılmacılığı tercih eden İsrail ve Lübnan’daki mezhepçi oluşumlar tarafından çığrından çıkarılmıştır.

Hala ikna olmayanlara şunu da hatırlatayım: Avrupa hariç, Cihan Harbi/Birinci Dünya Savaşı’nın ardından imparatorlukların dağılmasıyla (ki sadece Osmanlı İmparatorluğu değil, Rus Çarlığı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dağılmış, Britanya İmparatorluğu ise sembolik hale gelmiştir) hemen bütün modern devletlerinin sınırları sömürgeciler tarafından çizilmiştir. Orta ve Latin Amerika ülkelerinin sınırlarını İspanyol sömürgeciler, Afrika ülkelerinin sınırlarını Fransız, Belçikalı, Hollandalı, Alman, Portekizli vb sömürgeciler çizmiştir. ABD-Kanada, ABD-Meksika sınırını Amerikalılar, Hindistan-Pakistan, Hindistan-Afganistan, Pakistan-Afganistan sınırını İngilizler çizmiştir. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu ülkelerin sınırlarının çizilme yöntemi (sömürgeciler tarafından mı yerel unsurlar tarafından mı, cetvelle mi, yaşam alanlarını izleyerek mi gibi) ve bu ülkelerin etnik, dinsel, dilsel açıdan bölünmüşlük dereceleri ile bu ülkelerin çatışmasızlık tarihleri ve gelişmişlik düzeyleri arasında bir ilişki olup olmadığını matematiksel yöntemlerle karşılaştıran bilim adamları değişkenler arasında tek tip ilişki bulamamışlar. Örneğin Latin Amerika ülkelerindeki sınırlar 19. yüzyılda sömürgeciler tarafından çizildiği şekliyle muhafaza edilirken ülkeler arasında herhangi bir çatışma olmazken, bazı ülkeler gelişirken, bazıları gelişememiş. Afrika’da ise bazı ülkeler sürekli birbiriyle çatışırken bazıları çatışmamış, ama Güney Afrika Cumhuriyeti, Nijerya gibi bir kaç ülke hariç hemen bütün ülkeler gelişme, modernleşme sorunları yaşamış. Sınırları tarih içinde doğal biçimde ve yerli halklar tarafından çizilen Avrupa ülkelerinin sınır bölgelerindeki sorunlar (Alsas-Loren, Südetler, Tiroller, Transilvanya gibi) ise iki dünya savaşına neden olmuştur. Hala da ellerinde olsa bu bölgeler için üçüncü bir dünya savaşı çıkarmayı hayal eden gruplar vardır. Ama iki büyük savaşa rağmen Avrupa devletleri barışmayı başarmışlar, modernleşme sürecini de kesintisiz devam ettirebilmişlerdir.

Ortadoğu’ya Şarkiyatçı gözle bakmak

Sonuç olarak Ortadoğu tarihini 1916’dan başlatmak (veya tarihi 1916’da dondurmak), Ortadoğu’yu Batılıların kuklası gibi tarif etmek, Ortadoğu’daki tüm çatışmaların etnik, dinsel, dilsel, aşiretsel gruplar arasında olduğunu iddia etmek tipik (Edward Said tarzı) şarkiyatçı yaklaşımlardır. Evet, bu devletlerin geç 19. yüzyıl, erken 20. yüzyıl tarihinde Batılı devletler çok hayati roller üstlenmiştir ama bu devletlerin tarihinde Osmanlı’nın rolü daha uzun ve etkilidir.

Evet savaş sonrası ortaya çıkan devletler homojen ulus-devletler değildir, evet sınırlar pek çok etnik, dinsel, dilsel, aşiretsel grubu parça parça etmiştir, parçalanmayan gruplar da bu devletlerde mutlu değil ama Ortadoğu devletleri ama bazılarının iddia ettiği gibi “bayrakları olan aşiretler” de değil. Arap devlet teorisinin, Arap milliyetçiliğinin gayet uzun tarihleri var.

Arap milliyetçiliğinin BAAS’çılık bataklığına saplanmasıyla, yine köklü bir geleneği olan Selefi olan veya olmayan İslamcı ideolojilerin önce milliyetçiliğe eklemlenmesi, sonra onu ekarte ederek kurtuluş reçetesini tek başına yazmaya kalkmasının da Sykes-Picot Anlaşması ile ilişkisi yok.

Nitekim 2010’da “Arap Baharı”nı başlatan ve sürdüren güçleri harekete geçiren etnik veya dinsel itkiler değil, ülkelerindeki baskıcı, çürümüş, kötü yönetimlerdi. Bu kesimler Sykes-Picot öncesine dönmeyi veya ulus-devlet formunu canlandırmayı hedeflemiyorlar. Kabaca söylersek, çok kültürlü, müreffeh, demokratik, barışçıl toplumlar kurmayı hedefliyorlar. Aynı şekilde Ortadoğu’yu kana bulayanların başında gelen IŞİD de Sykes-Picot’u tarihe gömdüğünü iddia ederken, 1916 öncesi statüye geri dönmeyi ya da modern ulus-devletler kurmayı hedeflemiyor. Onun amacı da yepyeni bir statü oluşturmak. Bu statünün Müslüman olmayanları kapsamadığı açık ama tüm Müslümanları da kapsamadığı, hatta tüm Sünnileri de kapsamadığı da ortada. Bugün bazılarının iddia ettiği gibi ABD ve Rusya’nın (buna İran’ı, İsrail’i de ekleyenler var) bölgedeki sınırları yeniden çizmek gibi planı varsa da bölge halkları 100 yıl öncesinden çok farklı bir bilinç düzeyinde. Tarihle ilgilenen biz fanilere düşen en küçük görev ise, önyargılardan ve ezberlerden kaçınmak galiba…


Ayşe Hür – 07.10.2023

Tags: , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑