Makaleler

Published on Haziran 25th, 2023

0

Boyun eğ(diril)meyen, yenil(e)meyen Filistin(imiz) | Temel Demirer


“yenilmeyeceğim
boyun eğmeyeceğim hiçbir şeye
hep direnen bir yanım kalacak.”[1]

“Şiir, bir savaş uçağını düşüremez ama pilotunun düşüncelerini değiştirebilir,” diyen Filistinli şair Mahmud Derviş, “Eser kalmadı çölde bizden, çölün kendine sakladığından gayri,” vurgusuyla ekler:

“Bir Filistin vardı/ bir Filistin gene var!”

Evet, tam da böyle… Emperyalist, Siyonist ve gerici saldırıların yıkım ve kıyımına inat diz çöktürülemeyen, teslim alınamayan “Bir Filistin gene var!”

Siyonist İsrail’in Filistin’e yönelik sömürgeci şiddeti yarım asrı aşkın süredir devam ediyorken; BM Genel Sekreteri António Guterres’in, “Yeryüzünde bir cehennem varsa o da Gazze’deki çocukların hayatları”[2] dediği tabloda kimileri “Acının Adı Filistin”[3] yorumunu öne çıkarsalar da, gerçek, zulme karşı direnen Filistin’in hâlâ “İsrail’e karşı ayakta,”[4] olmasıdır Ramzy Baroud’un ifadesiyle!

Emperyalist ve Siyonist saldırganlık ile Arap milliyetçiliği ve dinciliğinin kıskacındaki Filistin meselesi İsrail eliyle Ortadoğu’nun sürekli istikrarsızlaştırılarak dizayn edilmesidir; Hadaş Milletvekili Ofer Cassif, “Filistin topraklarında çok daha fazla ateş, kan, şiddet göreceğiz,”[5] derken ‘Yediot Ahronot’ gazetesi ekliyor:

“Batı Şeria toprağı patlamaya hazır bir fıçı gibidir. 10 aydan bu yana İsrail ordusu daha fazla takviye kuvvetle bu fıçının patlamasını önlemeye çalışıyor.”[6]

Ortadoğu’da Filistin’i haritadan silemeye kalkışan “yeni” bir harita çiziliyor. Bunun yegâne amacı Siyonizmin açgözlülüğünü doyurmak ve ABD’nin emperyalist egosunu beslemek.

Emperyalist medyanın “çatışma” yaygaralarıyla işgalci ile mağduru eşitlediği klişeleri bir yana bırakırsak, Filistinlilere dayatılan apartheid rejiminin çirkinliğini anlayabiliriz.

Örneğin viral olan videoda bir Yahudi yerleşimci “Evet, fakat ben gitsem bile sen (bu eve) dönemeyeceksin. Sorun ne? Neden bana bağırıyorsun, bunu yapan ben değilim?” diyordu. Bunu, Şeyh Cerrah’da evini gasp etmeye çalıştığı Filistinli kadın Muna el Kurd’un “Yakub, biliyorsun bu ev senin değil” itirazına yanıt olarak söylüyordu. “Sen benim evimi çalıyorsun” diye direniyordu kadın. Sözlü bir direniş, yakarırcasına! Aksanından New Yorklu olduğu düşünülen yerleşimci gayet rahattı: “Ben çalmazsam bir başkası (yerleşimci) gelip çalacak.” Bu yanıt, İsrail’in 1948’den beri güttüğü göçertme ve mülksüzleştirme siyasetinin özüdür![7]

Birleşmiş Milletler (BM) Orta Doğu Barış Süreci Özel Koordinatörü Tor Wennesland’ın, “Tam ölçekli bir savaşa doğru sürükleniyor,”[8] vurgundaki üzere Ortadoğu’da dengeler iyice bozulmuş tabloda “Filistin ulusunun geleceği tehlikede” [9] iken elbette; “Vicdanı olanlar Filistin için öfkelenir. Filistin dünya acılarının atardamarıdır.”[10]

Gerçekten de Filistin Dışişleri Bakanı Riyad el Maliki’nin, “Filistinliler ölüyor, dünya seyrediyor,”[11] ifadesi eşliğinde; Gassan Kanafani’nin, “Dünyada Filistin’deki trajedide temsil olunmayan tek bir olay bile yok”;[12] Filistinli yönetmen Elia Suleiman’ın, “Çünkü dünya küresel bir Filistin’e dönüşmekte” saptamaları sorunu kavramamızda müthiş önemlidir.

Şunu hatırlatmakta yarar var; düşmanları tarafından Filistin meselesine dayatılan “çare(sizlik)” ya görünmez kılınma ya da “ehlileştirilme” kastıyla yüz yüzedir.

Kolay mı?

“Çaresizliğin en sık karşılaşılan şekli asıl kendiniz olamamamız”ken;[13] “Ahlâk düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum, ruhunda arta kalmış barbarlık duygusunun da baskısıyla soygunculara karşı hayranlık duyar,” der André Maurois.

Gerçekten de “Düğünlerin aşktan, cenazenin ölülerden… daha önemli olduğu değersiz, yavan bir çağda yaşıyor,”[14] olduğumuzun altını çizerek; Ludwig Andreas Feuerbach’ın, “Şimdiki çağ; göstergeyi gösterilene, kopyayı aslına, hayali gerçeğe, görünümü öze tercih ediyor,”; Émile Zola’nın, “Yer yarılmış da, sanki dürüst insanlar toprağın altına girmişti; evrensel aptallık ve uyuşuklukların gölgesinde cehalet yüce saltanatını sürdürüyordu,” tarifindeki ön kabuller reddedilmelidir.

Paulo Freire’nin, “Egemen, egemenlik altına alınanların kendi kültürlerini çirkin ve aşağılık bir şey olarak yanlış bir şekilde kavramalarını körükleyerek onların kendi kültürlerini reddetmelerini teşvik eder,” ifadesindeki asimilasyoncu zorbalıkla belirlenen -ve Filistin’in elini kolunu bağlayan!- Oslo Anlaşması anlayış(sızlığ)ının tabutu çivilenmelidir. Şimdi devrimci, gerçek alternatifleri öne çıkartmanın zamanıdır.

Emperyalistlerin, Siyonistlerin “müzakere edilecek bir çözüm projesi yok”tur; ve FHKC üyesi Leyla Halid, “Oslo Anlaşması iptal edilmeli; direniş esas mücadele yöntemi olmalı,”[15] derken sonuna kadar haklıdır.

Ve bu hepimize; “Yaşadığımız yer nefes aldığımız yer değil, aşık olduğumuz yerdir.”[16] “Kanımız ırmak, etimiz toprak, kemiklerimiz kaya, beynimiz bulutlar, gözlerimiz güneş gibi olmalı.”[17] “Tüm yazılmışlar arasında sevdiğim tek şey birilerinin kendi kanıyla yazdığıdır,”[18] hakikâtini hatırlatan Filistin; Jack London’un, “Fırtınanın şiddeti ne olursa olsun martı sevdiği denizi asla terk etmez!”; John Berger’in, “Dünya, ancak onu dönüştürme umudu var olduğu ama bu umudu gerçekleştirme olanağı bulunmadığı zaman katlanılmaz bir hâle gelir… Umut bir güvence biçimi değildir; bir enerji şeklidir ve çok karanlık koşullardaki enerjinin en güçlüsüdür”; Émile Zola’nın, “Bana sorarsanız eğer, bu hayata ne yapmaya geldin diye, size şunu söyleyeceğim Ben bu hayata, sonuna kadar yüksek sesle yaşamak için geldim,” saptamalarını teyit eden tarihsel bir realitedir.

BİRAZ TARİH

“Yaşam ancak geriye doğru anlaşılabilir, oysa ileri doğru yaşanmak zorundadır,”[19] gerçeği ışığında Filistin’in uzun, engin bir tarihi olduğunu unutmamak gerek!

İlk defa 3000 yıl önce yazılan eski Mısır tabletlerinde ‘Peleset’ olarak belgelenen, Akdeniz ile Ürdün nehri arasındaki bölge, pek çok farklı insan için pek çok farklı anlamlara sahip oldu ve Filistin çağlar boyunca onlarca kültür, krallık ve imparatorluğa ev sahipliği yaptı.

Asur ve Nebati’den Fars ve Roma’ya kadar birçok uygarlık, bölgeye özgü zengin bir kültür ve uygarlık birikiminden etkilenmedi, ama bu birikimi etkiledi de. Bu kadim etkiler, bugün hâlâ Filistinlilerin kullandıkları deyimlerde, sözcüklerde ve coğrafi isimlendirmelerde hissedilebiliyor. Filistinlilerin çağdaş tarımsal uygulamalarının kökenleri, Filistin’i ve bereketli hilal olarak adlandırılan toprakları kendine yurt edinen ve tarımı icat etmekle tanınan halklardan biri olan Natufyanların yaşadığı MÖ 9.000’lere kadar izlenebilir.

Filistin meselesinin odak noktalarından Kudüs bir sorun olarak, Hazreti Ömer tarafından Bizans’ın elinden alınmasıyla (636 yılında) devreye girdi.

Bu sorun XI-XIII. yüzyıllarda İslâm ve Hıristiyanlık arasında 200 yıl boyunca süren Haçlı savaşlarıyla zirvesine çıkmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde İslâm, Hıristiyan ve Yahudi inancında olanlar, Kudüs’ü nispeten çatışmasız dini bir merkez olarak kullanmışlardır. Ancak Filistin’de bir İsrail devleti kurulması girişimleriyle Kudüs’ün statüsü bir anlaşmazlık sorunu olarak gündeme gelirken, İsrail içinde bir klik olarak var olan Siyonistlerle İslâmcı odaklar, “Kudüs ezelden beri bizimdi, ebediyete kadar da bizim olacak” iddiasıyla sahneyle çıkmışlardır.

Hikâye malum: Siyonist “iddia”ya Yahudilerin tanrısı “Yahve” Filistin topraklarını, “seçilmiş halk”(?) Yahudilere vermişti.(!) Ancak Yahudi kökenli, Nobel ödüllü ve İsrail Cumhurbaşkanlığı önerisini reddetmiş olan Albert Einstein, “Yahudilerin seçilmiş halk olduğuna ben hiç inanmadım,” derken; Filistin’in en eski halkı orada binlerce yıl oturmuş olan Kenânlardı.

Filistinli Arapların bir bölümü o kaynaktan gelirken; Mezopotamyalılar ve Romalılarca sürülen Yahudiler sonra geri döndüler. (Bu arada İsrail’in Filistin’de iki bin yıl sonra hakkı varsa, koca Amerikan anakarası da çok daha uzun süre 283 yerli gruba ait olmuştu!)

Filistin’e İngiltere destekli Yahudi göçü başladığında Siyonizmin teorisyeni Theodor Herzl, 1898’de Filistin’e ilk geldiğinde kaleme aldığı yazıda Filistinli Arapların adlarını bile anmıyor.

Oysa “Osmanlı’nın bölgede bulunduğu dönemler 1917’ye kadar, oradaki Yahudilerin nüfusu 50 bin civarındaydı… Osmanlı sonrasında İngiliz işgaliyle İsrail devleti kurulduğu kesitte, yani 1947’den sonra Yahudi nüfus 600 bin oldu.

600 bin Yahudi’ye karşın, 1 milyon 250 bin Filistinli var. Yahudilerin toprakları yüzde 55, 1 milyon 250 bin Müslüman ve Hıristiyan Filistinlilerin ki ise yüzde 45 idi.

1947’de İsrail devleti kurulduğunda, İsrail’in Filistin topraklarındaki mülkiyeti yüzde 6.5 idi… Bunların tümünün tapuları burada Osmanlı arşivinde duruyor.”[20]

“İyi de nüfus oranları nasıl tepetaklak oldu” mu?

1922 İngiliz nüfus sayımında Yahudilerin oranı yalnız yüzde 11’dir; Osmanlı yönetiminde daha da azdı. BM Genel Kurulu 1947’de Filistin’i bölme tavsiye kararını aldığında, Yahudi toprağı da yalnızca yüzde 6’ydı.

Öncelikle, Genel Kurul bağlayıcı karar alamazken; 67 sözcüklü 1917 Balfour Bildirisi’nde bir “devlet” vaat edilmiş; Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Yahudilere Filistin’de “ulusal yurt”tan söz etmişti.

O bildiride yüzde 90 çoğunlukta olan Araplar “Yahudi olmayanlar” diye geçiyor. Yahudi göçmen, Arap işçi ve ürünü almadı, ona toprak satmadı, “Burası benim toprağımdı” diyeni de öldürdü.

Göçmenler silahlı Hagana, Irgun, Palmah ve Stern terör örgütleriyle saldırıyor, öldürüyor, yakıp yıkıyordu. En bilineni Deir Yasin kıyımıdır. Ama Hayfa, Caffa, Safad, Tiberias, Şeyh, Linda ve benzerleri bu yoldan Yahudileşti. Geri kalanı korkup kaçtı ya da kovuldu. Göçmen teröristlerce öldürülmüş BM Arabulucusu Bernadotte’un yazılarda, BBC belgelerine, Şark el-Adna ve Beyrut radyo kayıtlarına ve Britanya Müzesi dosyalarına bakılsın.[21]

Önde gelen Siyonist şeflerinden Lord Rothschild’e gönderilen bir mektupta yer alan vaat, “Balfour Deklarasyonu” olarak anılırken; El Nakba’ya giden süreç hızlanıyordu. Avrupa’dan, Amerika’dan, Rusya’dan, Ortadoğu’dan, Kuzey Afrika’dan yapılan nüfus transferi yoğunlaştı. Çoğunluğu Doğu Avrupa’dan Filistin’e gelenlerin sayısı 1930’lu yıllarda yüz binlere ulaştı. Ribhi Halloum’un belgelere dayandırdığı rakamlar, tabloyu net bir şekilde gözler önüne seriyordu:

“1922 yılında Arap nüfusu 650 bin, Yahudi nüfusu 83 bin. 1943 yılında Arap nüfusu 1 milyon 150 bin, Yahudi nüfusu 502 bin. 1945 yılında Arap nüfusu 1 milyon 250 bin, Yahudi nüfusu 554 bin.”[22]

Nüfus transferi hızlansa da tüm çabalarına rağmen Siyonistlerin ele geçirebildikleri toprakların oranı çok düşük kaldı. Osmanlı paşalarından toprak satın alan Avrupa ya da Beyrut’ta yaşayan birkaç zengin onlara toprak satmasa, bu oran daha da düşük olacaktı. Taksim planı gündeme geldiğinde Yahudilerin topraklarının toplam yüzde 6.6 olması bu konuda fikir veriyordu.

Ellerinde mali imkânlar bulunmasına rağmen toprak satın alamayan Siyonist göçmenler, satın alınan topraklarda yaşayan Filistinlileri sürgün ediyorlardı. Feodal ilişkilerin egemen olduğu o koşullarda köylülerin yerinden yurdundan edilmesi, doğal olarak ciddi direnişlerin patlak vermesine neden oldu. Nitekim Siyonistler, İngilizlerin yeşil ışık yakmasıyla ilk terör örgütü Hagana’yı 1920’lerde kurdular. Siyonist projeyi hayata geçirmenin tek aracı silahtır. Nitekim köylüleri ancak şiddet yoluyla sürgün edebiliyordı. Elbette manda yönetiminin de katkılarıyla.

Hagana’yı Irgun, Zvai, Stern adlı terör örgütleri takip etti. Oysa teröre başvurmak “yüce ülkü”nün çöküşünün başlangıcıdır aynı zamanda. Zira vatan kurmak isteyenler, bir halkı yerinden yurdundan etmek için şiddet kullanmaya başladı. Siyonist hareket, bir güç olmaya başladığı andan itibaren bir halkı sürgün ederek yerine yerleşmeye çalıştı. Filistin halkının direnişi güçlendikçe, Siyonist hareketle işgalci İngilizlerin zorbalığı da arttı. 1948’e gelindiğinde ise vahşi katliamlar boyutuna ulaştı.

9 Nisan 1948’de Kudüs yakınındaki Deir Yassin köyünde gerçekleştirilen katliam, Siyonist zihniyetin Nazi zihniyetinden farksız olduğunu gözler önüne serdi. Köye giren Siyonist terör örgütlerinin tetikçileri soğukkanlılıkla kadın ya da çocuk demeden 254 kişiyi öldürdü. Öldürdükleri insanların çoğunun gövdelerini parçaladılar. İsrail’in katliamları Deir Yassin’den beri devam ediyor.

Sonraki yıllarda terör örgütlerinin şefleri, İsrail devletinin tepesine kadar tırmandılar. Bu azılıların kurduğu bir devlet olan İsrail, terörü her zaman temel bir araç olarak kullanmıştır. Emperyalistlerin özel himayesine mazhar olduğu için ne uluslararası anlaşmaları ne uluslararası hukuku taktılar. Nitekim El Nakba’nın 73. yılında Siyonist rejimin temel gündemlerinden biri Batı Şeria’nın bazı bölgelerinin ilhak edilmesi hazırlığıdır.

15 Mayıs 1948 Filistin halkının El Nakba (felâket) günü oldu: 14 Mayıs’ta İngiltere Filistin’den çekildi. Aynı gün Siyonistler İsrail devletinin kuruluşunu ilan etti. İsrail devletinin ilanı, -Filistinlilerin reddettiği- 29 Kasım 1947 tarihli 181 (II) sayılı Birleşmiş Milletler (BM) kararına dayanıyordu. Bölünme, toprakların sadece yüzde 6.6’sına sahip olan Siyonistlere Filistin’in yüzde 56.4’ünü veriyordu. BM, tarihinin en rezil kararlarından birini vermişti. Buna karşın Siyonistlerin hedefi Filistin’in tümünü gasp etmekti. 15 Mayıs’ta İsrail’in kuruluşunu reddeden Mısır, Trans-Ürdün, Irak, Suriye, Lübnan orduları Siyonistlere müdahale etti (1. Arap-İsrail savaşı), savaş Arap ordularının yenilgisiyle sonuçlandı.

Bunu fırsata çeviren Siyonistler emperyalistlerin de mali-silah desteği ile gerçekleştirdikleri sayısız katliam sayesinde Filistin topraklarının yüzde 78’ini ilhak ettiler.

ABD BM’nin 1947’deki kararında Filipinler, Haiti ve Liberya’nın oylarını zorla değiştirterek Filistin’i bölme tavsiye kararı alabildi. ABD İsrail’i tam 11 dakikada tanıdı.

1948’de Siyonist İsrail Devleti’nin kuruluşu ile beraber, Filistin ulusal sorunu da gündemleşmeye başladı. 1948’deki bu kuruluş, başta işgal altındaki Filistin toprakları olmak üzere Ortadoğu’nun demografik yapısını değiştirerek, Ortadoğu’daki dengeleri ve bu dengeler üzerinde şekillenen yeni siyasetleri ortaya çıkararak, gerek ekonomik gerek siyasal gerek sosyo-kültürel anlamda ciddi bir değişimin yaşanmasına sebebiyet verdi.

Dünya siyasetinin yeniden yapılanma evresinde dünyanın farklı ülkelerinde yaşayan Yahudiler, ortak birleşik dernekler ve sivil toplum örgütleri kurarak Tevrat’ta da yazdığı gibi Ortadoğu’nun göbeğine “vaat edilmiş topraklara” yavaş yavaş yerleşmeye başladılar. Özellikle petrolün bulunması, Ortadoğu’yu kritik bir bölge hâline getirdi. 1900’lerin başından itibaren Ortadoğu’ya Yahudi göçü başladı.

1948 Siyonistler için zafer anlamına gelirken Filistinlilerin hafızalarına “Nakba”(felâket) olarak yer etti. Bu dönem BM’nin de olaya müdahil olmasından sonra Batı Şeria, Ürdün’e; Gazze Şeridi ise Mısır’a verildi. 1967’ye yani Altı Gün Savaşları’na kadar bu iki şehir, Ürdün ve Mısır’da kalmaya devam etti. 1948’de İsrail devleti kurulurken Filistinliler topraklarından sürüldüler.

İsrail 1967’den sonra sömürgeleştirme sürecini hızlandırarak daha da genişletti. Altı Gün Savaşları’ndan sonra, aslında 1980’lerde tam oluşmaya başlayacak olan laik Arap milliyetçiliğinin sol tandanslı yanının zayıflama halkasının başlangıcıdır. Bu savaştan sonra, FKÖ de programında revizyona gitmiştir. FKÖ, 1967’den önce 1948 sınırlarını, yani İsrail’in varlığını, bölgede tartışma konusu yaparken, Altı Gün Savaşları’ndan sonraki süreçte ise sadece 1967 öncesi sınırlarını tartışma konusu yapmıştır.

Bu savaştan sonra Filistinli direnişçi yapılar arasında da ayrışmalar yaşanmaya başladı. George Habbaş liderliğindeki FHKC, El-Fetih’in İsrail ile yaptığı anlaşmalara tepki olarak, İsrail kıyılarındaki İsrail üslerini ve askeri birliklerini vurmaya başladı. FKÖ dışındaki diğer radikal grupların hiçbiri İsrail’in varlığını tanımadı. Aslında Filistin ulusal sorununu nihai çözüme götürecek olan dört başlıkta, FKÖ İsrail’i yola getirmedi hiçbir zaman. Diğer radikal grupların FKÖ’ye tepkisi de buradan doğru gelişti.

FKÖ’nün liderliğini elinde tutan Yaser Arafat önderliğindeki El Fetih grubunun İsrail karşısındaki bu tavizkâr ve ödün veren siyaseti, diğer gruplar ile FKÖ’nün arasının açılmasına neden oldu.[23]

FKÖ önderliğinin statükoyu değiştirememesi, İsrail’in sürekli kazançlı çıkması, yozlaşma, iktidarın getirdiği kirlenme ve dünyadaki genel siyasetin çubuğu sağa bükmesi vs. bütün bu nedenler Filistin’de başka aktörlerin güç kazanmasının da önünü açtı.

1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesi ve ardından FKÖ’nün Beyrut’tan çıkarılmasıyla FKÖ önderliğinin Tunus’a; silahlı kuvvetlerinin ise Yemen, Cezayir gibi Arap ülkelerine gönderilerek dağıtılması üzerine, FKÖ Batı Şeria’ya ve Gazze’ye yönelik ilgisini -kendisini meşrulaştırma doğrultusunda- artırdı. FKÖ ve Arafat’ın Lübnan’dan ayrılıp Tunus’a yerleşmesi, hareketi sadece bölmekle kalmayıp kendi topraklarından koparmış, mücadelenin uzağına düşürmüştür.

Hamas ise başından itibaren Lübnan’dan doğru değil, Batı Şeria ve Gazze yerelinden örgütlenmiştir. FKÖ Filistin’den uzaklaştıkça, Hamas ortaya çıkan bu boşluğu doldurur.

Ardından “Barış Süreci”(?) boyunca istediklerini elde edemeyen Filistinliler, bu başarısızlığı FKÖ’ye fatura ederek, Hamas’ın yönlendirmesi temelinde ayaklandılar. Bu süreçte de yavaş yavaş Filistin iç siyaseti oluşmaya başladı, iktidarı ve muhalefeti ile. FKÖ ve Hamas arasındaki en büyük fark: FKÖ, 1967 öncesi sınırlarını tartışma konusu yaparken, Hamas ise tamamen İsrail’in bölgedeki varlığına karşı çıkarak 1948 öncesi sınırlarını tartışma konusu yapmaktadır.

Tabii burada İslâmi bir hareket olan Hamas’ın giderek ön plana çıkmasının başka nedenleri de var. Örneğin, 1982’de Arafat’ın Tunus’a sürgüne gönderilmesi gibi nedenler de Hamas’ın önünü açmıştır. FKÖ ve Arafat, İsrail egemen sınıfına pek çok taviz vermesine rağmen yine sürgüne gitmekten kurtulamamış ve Filistin topraklarından uzaklaştıkça, askeri ve siyasi anlamda Filistin’de direnişi örgütleyecek otorite boşluğunun doğmasına da neden olmuştur.[24]

1987’de Ceballiye mültecilerinin, yani en alttakilerin sivil itaatsizlik eylemiyle başlayan Birinci İntifada, tüm Filistin’i sarıp, dünya çapında sempati toplayıp, 1993 Ağustos’unda imzalanan Oslo Sözleşmesi’yle sonlandı. İsrail ilk kez FKÖ’nü Filistinlilerin temsilcisi olarak tanımış, FKÖ de İsrail’in varlığını kabul edeceğini açıklamıştı. Bir diğer sonuç ise FKÖ ve Hamas’ın ayrışması oldu.

İkinci İntifada ise 2000 Eylül’ünde Ariel Şaron’un bir provokasyonu ile başladı. İsrail protestolara dizginsiz şiddet ile yanıt verdi. 8 Şubat 2005’de Şarm El-Şeyh’te yapılan bir zirve, Hamas’ın kararı tanımadığını açıklamasına rağmen, İntifadayı sonlandırdı. İki ayaklanmada da binlerce sivil yaşamını yitirdi, ama temel sorunu çözecek adımlar gerçekleşmedi.

Ancak Filistin başkaldırısı seküler direniş hattından İslâmcılığa doğru kaydı.

Meseleyi biraz açacak olursak: Filistin Direnişi’nin öncüsü FKÖ içindeki en belirleyici yapı olan El Fetih, 60’ların sömürgecilik karşıtı mücadelelerinin ürünü olan sol/laik karakterli bir hareketti. Hedefi “bütün Filistin’i özgürleştirmek, sömürgeci, Siyonist işgalci devleti yok etmek” olan El Fetih, 1950’lerin sonunda kuruldu.

Başta Sovyetler Birliği olmak üzere devrimci dünya kamuoyu, Batı’nın sömürgeci güçlerine karşı birçok kurtuluş hareketine destek veriyordu. Sömürgeci karşıtı söylemden etkilenen devrimci/seküler bir ideolojiyi benimsemiş El Fetih de bu desteği kazanmıştı. El Fetih Batı sömürgeciliğiyle, emperyalizme karşı küresel mücadelenin bir parçası olarak Filistin’in kurtuluşu için mücadeleyi esas almıştı. Sömürgecilik karşıtı kampta yer aldığı için de aynı amaçla küresel çapta mücadele veren “devrimci kamuoyu”nun önemli bir unsuruydu. Bu nedenle tüm dünyanın desteğini kazanmıştı. Programının iki maddesi çok dikkat çekicidir El Fetih’in.

Biri, “vatandaşların yasal ve eşit haklara sahip olacağı, ırk, din ayrımcılığının yapılmadığı, egemen, demokratik bir devlet kurmak (Madde 13); ikincisi de kurulacak bu devletlerin ilerici niteliğini korumak. (Madde 14). El Fetih, bu iki maddenin de yer aldığı program doğrultusunda mücadele etti yıllarca. İkinci Dünya Savaşı sonrası bölgede etkin olan Pan-Arabizmin, ilerici/ seküler ulus yaratma hedefinden Filistinli Araplar da etkilendiler. Bu hedef çerçevesinde ilerici/ seküler bir direniş hattı oluşturarak Filistin’i özgürleştirebileceklerdi. FKÖ de bu anlayışa sahipti. Pan Arapçılığın bir gereği olarak da Arap liderlerle, neyi savunuyor olurlarsa olsunlar, yakın ilişki içindeydi.[25]

Ancak İsrail’le 1967’de yapılan 6 Gün Savaşı’nda Arapların yenilmesi Pan-Arabizm konusunda güvensizliğe yol açtı. Bu anlayış Filistin’i kurtaramazdı. Bunun anlaşılmasından sonra FKÖ Arap ülkeleriyle olan bağımlılık ilişkisini koparıp Arapçılıktan bağımsız bir örgüt hâline geldi.

‘Pan-Arabizm’in, ilerici/ seküler ulus yaratma hedefinden Filistinli Araplar çok etkilenmişti. İslâmcılık bunu sıfıra indirdi. FKÖ’nün İsrail’den daha fazla uluslararası tanınırlığı vardı. Bugün ise BM’de gözlemci sıfatıyla yer alsa da “Filistin Devleti”ni ciddiye alan yok.

Filistinlilerin ezici çoğunluğu Müslüman da olsa, İslâm ne Filistinlileri harekete geçirici bir araç, ne de Filistin kimliği için bir gösterge. Bunda tabii 60’ların sonundan başlayarak 70’li yılları kapsayan 80’lerin sonuna kadar uzanan dünya genelindeki laik ortamın da payı vardı. İslâm dünyasındaki en eski İslâmcı örgüt Müslüman Kardeşler’in çok uzun süre apolitik/ etkisiz kalması da etkili olmuştur kuşkusuz. Müslüman Kardeşler, Filistin’in kurtuluşu için Filistin’in yeniden İslâmlaştırılmasına inandı hep. Bu nedenle politikadan çok din temelli sosyal aktivizmle ilgilendi yıllarca.[26]

Müslüman Arap coğrafyasında gelişen İslâmcılık Filistin’i de etkiledi elbette. 1982’de Batı Şeria’daki bir kamuoyu araştırmasına katılanların yüzde 56’sının “demokratik bir Filistin devleti”nden yana olduğunu ortaya koymuştu. El Fetih’in laik/ milliyetçi projesine güçlü bir desteğin var olması demekti bu. Ama yüzde 30’dan fazla Filistinlinin de İslâmi bir devlet istediği bir vakıaydı. Filistin siyasetine dinin girmekte olduğunun işaretleriydi bunlar.[27]

Ancak 1987, İslâmcılığın “ete kemiğe” büründüğü yıl oldu. Hamas’ın (İslâmi Direniş Hareketi) bu yıl kurulmasıyla Filistin’de İslâmcılaştırma meşruiyet kazandı, Hamas hızla büyüdü. Filistinliler arasında artan dindarlık da yükselişinde rol oynadı. Hamas, El Fetih’in öncülüğündeki laik milliyetçiliğe İslâmcı bir alternatif hâline geldi zamanla.

Hamas’ın İslâmcılığını vurgulayan 1988 Sözleşmesi’nde belirtilen nihai hedef, “Filistin toprağının her santiminde Allah’ın bayrağını yükseltmek, İslâmi bir devlet kurmak” olarak ilan edilmişti. Hamas, İsrail ile anlaşmazlığı müzakereler yoluyla çözme girişimlerinin boşuna olduğunu ileri sürüyordu.

Hamas’ın aşırı dinci dili, dinci-seküler bölünme fikrini körükledi. Sert, şiddet yanlısı söylemi, Siyonizme karşı çıkarken ırkçılığa varan tutumları Hamas’ın uzlaşmaz bir hareket olduğu sonucuna varılmasına neden oldu.[28]

Hamas, Filistin’in kurtulmasından önce İslâmcılaştırılmasına öncelik veren tutumuyla Bağımsız Filistin’in bu yoldaki yürüyüşünü engelledi.[29]

Sonrasında, aralarında bazı Arap devletlerinin de olduğu müttefikleriyle İsrail, Filistin toplumunu bölme projelerini başarıyla hayata geçirdi. Hamas’ın bu bölünmede faydalı bir araç olduğu inkâr edilemez. Arafat’ın ölümü ile El Fetih, yalnızca liderini değil, aynı zamanda var oluş sebebini de kaybetmişti. Onun, sağlığında yapmak istediği, FKÖ’yü Güney Afrika’daki Afrika Ulusal Kongresi gibi iktidar partisine dönüştürmekti ama yapamadı. FKÖ, öncü, lider bir örgüt olmasına rağmen yapamadı. FKÖ giderek temsil gücünü yitirdi.

HAMAS!

“Hamas” deyince Paulo Coelho’nun, “Bir yanlışı tekrar ediyorsan; artık o bir yanlış değil, tercihtir,” uyarısını anımsamamak mümkün değil. Çünkü insan(lık)ın kendi iradesi ile kendi yazgısını belirleyeceği devrimci önermesine yaslanan Aydınlanmacı uygarlık tehdit altında olduğu; işlevsizleştiği bir kesitin ürünü olarak Hamas, Filistin (ve Ortadoğu için) bir çözüm değil, bizatihi çözümsüzlüktür.

Bu konuda İlginç bir belirleme var; “Hamas, kuruluşundan bu yana İslâm’ın evrensel iddiasını ‘Filistinlileştirdi ve harekete ulusal-dini-politik bir profil verdi. Bu eğilim, Hamas’ı ‘Filistin’i İslâmlaştırmak’ yerine “İslâm’ı Filistinlileştirme’ çizgisine getirdi” diyor Menachem Klein.[30]

Bunun için de tarihi boyunca Hamas, FKÖ liderliğindeki laik güçlere karşı açık bir alternatif olarak görüldü. Hamas, FKÖ’nün meşruiyetine açıkça meydan okuyarak, kendisini “Filistin halkının kutsal savaşının tek meşru temsilcisi” ilan etti. FKÖ’nün laikliğinin aksine İslâm ideolojisini vurguladı, FKÖ’nün müzakereci ve ılımlı çizgisine karşılık silahlı mücadeleyi yükseltti. Oysa Hamas’ın tüm varlığı, statüko ile Filistinlilerin hoşnutsuzluğuna dayanıyordu.[31]

Çünkü İsrail devletini tanımayan Hamas, 1967 sınırları esas alınarak bir Filistin devleti kurulmasını kabul etti. Bu temelde Hamas’ın “önemli aktör”, “direnişin tek temsilcisi” konumu pekişirken, Batı yakasındaki Filistin yönetimi daha da zayıfladı.

Biraz gerilere dönersek; 1987’de Müslüman Kardeşler’in Filistin kolu olarak kurulan Hamas’a geçmeden önce aslında Müslüman Kardeşler Hareketi’ne daha detaylı bakmak gerek. Çünkü Müslüman Kardeşler Hareketi’nin dün oynadığı misyon ile bugün oynadığı misyonun ortaya çıkarılması, belli açılardan Hamas’ın da Filistin davasında oynadığı rolü göstermesi açısından yol gösterici olacaktır.

Arapça ismi İhvânü’l-Müslimîn olarak geçen Müslüman Kardeşler Hareketi, 1928’de Mısır’da kuruluyor. Özellikle İngiliz işgali altında bulunan Mısır’da ortaya çıkan bu hareketin kuruluşunda bazı karanlık noktalar olduğunun altı çizilmeli. Özellikle İngiliz emperyalizminin Süveyş kanalı ve Mısır işgaline karşı gelişen Arap milliyetçiliğine karşı Müslüman Kardeşler’in İngiliz desteği ile kurulduğunda dair genel bir kanaat hâkim. Müslüman Kardeşler Hareketi, kuruluşundan bugüne özellikle Mısır’da ilerici hareketlere karşı konumuyla ele alınmak durumunda. Nasır Mısır’ında bir muhalefet hareketi olarak Müslüman Kardeşler hep gerici bir rol üstlendi.

Müslüman Kardeşler’in aynı zamanda İkinci Dünya savaşı öncesi ve sırasında Alman Nazileriyle birlikte konum aldıklarının altı çizilmeli. Nazi Almanyası’nın, İngilizlere karşı Müslüman ülkelerde cihat başlatma politikasının bir sonucu olarak kurulan bu ilişki özel olarak belirtilmeli. Hem İngilizlere hem de özelde Filistin’e yerleşen Yahudilere karşı ortak bir konumdan söz etmek en doğrusu. Dönemin Kudüs Müftüsü’nün Hitler ile görüştüğü ve Almanya’da bu bağlamda özel roller üstlendiği ayrıca belirtilmeli. Aynı şekilde bu işbirliğinin Müslüman Kardeşler tarafından da benimsenmesi… Bu bağlamda Almanya’nın Müslüman Kardeşler için bir merkez hâline geldiğine değinip geçmek gerekiyor.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni tabloda, özellikle İslâmcı güçler ile Nazilerin bağları doğrudan ABD emperyalizminin kontrolüne geçiyor. Bu tarihten itibaren, iki kutuplu dünyada, emperyalizm, Naziler tarafından oluşturulmuş örgütlenmeyi bu sefer komünizme karşı kullanmak konusunda tereddüt etmedi. Bugün yaşadığımız bütün sorunların kaynağında bulunan İslâmcılık, aslında emperyalizm tarafından desteklenen, yönlendirilen ve kullanılan bir hareket olduğunun altı çizilmeli.

Afganistan, ilk başarı gösterilen yerdi. İslâmcıların sola ve ilerici hareketlere, ülkelere karşı kullanılmaya ABD emperyalizmi devam etti. Çeçenistan, Yugoslavya, Arakan gibi ülkelerde cihatçılar bizzat emperyalizm tarafından kullanıldılar.

İki ağırlık noktası bulunuyordu bu örgütlenmenin. Birincisi Suudi Arabistan istihbaratı ve parasıyla Vahhabî güçlerin kullanılması. Örneğin Afganistan’da yaşanan ve Pakistan’ın desteklediği bu politika Taliban ve El Kaide gibi iki uç İslâmcı terör gücünü doğurmuştu.

Müslüman Kardeşler, örneğin Süveyş kanalını millileştiren Nasır’a karşı geldikleri gibi, Suriye’de de ayaklanarak aslında emperyalist emellere hizmet etmişlerdi hep. Ve en son Arap Baharı’nda gördüğümüz gibi “ılımlı Müslümanlık” adı altında bu süreçte birinci derecede rol üstlenmiş, bu rol hiç kuşkusuz emperyalizmin planları çerçevesinde yerine getirilmişti.

Müslüman Kardeşler’in desteklenmesi işi ise bir başka Arap ülkesi olan Katar’a ve sonrasında Katar ile birlikte AKP Türkiye’sine bırakılmıştı. Ancak Müslüman Kardeşler, daha önce Suudi Arabistan’ın himayesi altında başka bir düzleme geçmiş, Mısır’da Arap Baharı sonrası iktidar olmuş, Tunus’ta da benzer bir konuma yükselmişti. Bütün bu gelişmeler, yeni bir yapılanmayı değil, Ortadoğu’da büyük bir yıkımın önünün açılması anlamına geliyordu. Bugün Müslüman Kardeşler, emperyalizm adına bölgenin istikrarsızlaştırmasına imza atmış, ancak Mısır ve Tunus’ta olduğu gibi başarısızlıkla sonuçlanan bir tarihsel süreci yaşamışlardı.

Hamas, Sünnî bir örgüt olarak en fazla desteği İran ve Suriye’den almıştı. Ancak Arap Baharı Suriye’ye geldiğinde, hızlıca Suriye karşıtı bir politika içinde olan yine Hamas’tan başkası değildi. Hamas’ın koruyucusu olarak Katar öne çıkıyordu ve Hamas liderleri Katar ve Türkiye’de ağırlanıyordu. Mısır’dan kaçan Müslüman Kardeşler yöneticileri de öyle…

Geçmişte Filistin davasını bölmek üzere kurulan Hamas, emperyalizmin İslâmcı güçleri kullanma politikasına uygun olarak davranmıştı; ancak bu plan başarısız olunca yeniden sınırlarına çekilmek istenmektedir bugün. Özellikle Suriye’de savaşın yeni bir evreye gelmesi İsrail için iki yönlü bir anlama sahip. Bir yandan daha güçsüz bir Suriye varken diğer yandan Hizbullah ve Hamas gibi örgütlerin varlıklarını korudukları ve özellikle Hizbullah’ın güçlendiği bir sonuç ortaya çıkarttı. Bugün de bu noktada İsrail’in yeni planlar peşinde olduğunu yazmak gerekiyor.

Hamas, kendisini bir direniş hareketi olarak göstermesine rağmen, İsrail’in saldırı politikalarına zemin sunan bir politik çizgiye sahip. Bu Filistin sorununda gericileşme ve karşı kutbunu daha fazla yaratırken bu durum en fazla İsrail’in işine geliyor. Şöyle ki, İsrail daha saldırgan bir politik tutumla, bugünün çizgisini sürdürmek isterken, buna en fazla Hamas zemin sunuyor. Bunun karşıtı daha işbirlikçi bir politik tutum değil, elbette. Kaldı ki Filistin davasında bu konuda ileri çizgide bulunan örgütler hâkim. Ancak Hamas, Müslüman Kardeşler kökleri gibi aslında Filistin davasını gericileştirirken Yahudi gericileşmesinin önünü açan bir işlev görmektedir.[32]

Hamas ile Fetih Hareketi arasında derin görüş ayrılıkları bulunduğu malûm. Kökleri 1948 öncesine kadar giden ve 1988’de Hamas adıyla ortaya çıkmadan önce İslâmi Mücadele Hareketi olarak çalışmalar yürüten örgütlenme, Müslüman Kardeşler’in Filistin’deki üyeleri Dr. Abdülaziz Rantisi, Dr. Mahmu Zehhar ve bazı üyeleriyle birlikte Şeyh Ahmed Yasin tarafından Hamas adıyla kuruldu.

Yeni siyaset belgesi uyarınca çizgi değişikliğine giden Hamas uzun yıllar ABD’nin “terör listesi”nde yer aldı. ABD, Hamas’ı “yok etme” operasyonlarında İsrail’e sürekli destek verdi. Ancak, Filistin’de her zaman büyük bir desteğe sahip oldu Hamas. 2006’da yapılan seçimleri büyük çoğunlukla kazandı. İsmail Haniye başkanlığına bir hükümet kurdu. İsrail, Hamas’ın askeri eylemlerini bahane ederek Gazze’yi abluka altına aldı.

HAMAS’IN KİMİ EYLEMLERİ[33]
6 Temmuz 1989 Kiryat Ye’arim yakınlarında meydana gelen bir intihar saldırı sonucunda 22 kişi öldü.
6 Nisan 1994 Afula’da (İsrail) bir otobüste meydana gelen intihar saldırı sonucunda 8 kişi öldü.
13 Nisan 1994 Hadera’da bir otobüs durağında meydana gelen intihar saldırısının sonucunda 5 kişi öldü.
19 Ekim 1994 Tel Aviv’de meydana gelen bir intihar saldırısı sonucunda 22 kişi öldü.
11 Kasım 1994 Netzarim’de meydana gelen bir intihar saldırı sonucunda 3 kişi öldü.
4 Eylül 1997 Kudüs’teki Ben Yehuda Caddesi’nde meydana gelen intihar saldırısı sonucunda 8 kişi öldü. Ölen üç kişi Hamas militanıydı.
1 Haziran 2001 Tel Aviv Dolphinarium’un kapısındaki intihar saldırısında yaşları 14 ile 21 arasında değişen 21 kişi öldü. 120 kişi yaralandı.
9 Ağustos 2001 Kudüs’deki Sbarro adlı restoranda meydana gelen intihar saldırısı sonucunda 7’si çocuk 15 kişi öldü ve 130 kişi yaralandı.
2 Aralık 2001 Kudüs ve Hayfa’da meydana gelen dört patlamada 26 kişi öldü, 220 kişi yaralandı.
9 Mart 2002 Kudüs’te bir kafeteryada düzenlenen intihar saldırısının sonucunda 11 kişi öldü ve 54 kişi yaralandı.
31 Temmuz 2002 İbrani Üniversitesi’nde meydana gelen intihar saldırısının sonucunda çoğu ABD vatandaşı 9 kişi öldü. 100’e yakın kişi yaralandı.
5 Mart 2003 Hayfa’da düzenlenen bir intihar saldırısı 7 İsraillinin ölümü ile sonuçlandı.
11 Haziran 2003 Kudüs’deki bir intihar saldırısında 17 kişi öldü.
19 Ağustos 2003 Kudüs’deki intihar saldırısında 6’sı çocuk 23 kişi öldü.
9 Eylül 2003 Kudüs Hillel Café’de gerçekleşen intihar saldırısı sonucunda 7 kişi öldü ve 70 kişi yaralandı.
4 Ekim 2003 Hayfa’daki bir restoranda meydana gelen intihar saldırısı sonucunda 21 kişi öldü.
4 Mart 2004 Aşdod Liman’ında gerçekleşen iki intihar saldırısının sonucunda 10 kişi öldü ve 10 kişi yaralandı.
31 Ağustos 2004 Beerşeba’daki iki intihar saldırısı sonucunda 16 İsrailli öldü.
27 Aralık 2008 İsrail’in harekâtı ardından Hamas’ın gerçekleştirdiği roket saldırıları sonucunda 4 İsrailli öldü.
2007 Hamas örgütü Gazze’deki “Meçhul Asker Anıtı”nı, heykelin dinen yasak olduğu gerekçesiyle yıktı.

Tüm bunların sonrasında Müslüman Kardeşler’in Filistin kolu Hamas yani, Suriye’de Vahhabî/ Selefî Körfez hattında hizalanan, Yermuk’ta radikal cihatçılarla aynı safta savaşıp deneyimlerini aktaran İslâmcı örgüt 1988 tarihli kurucu tüzüğünü revize etti; 42 maddelik metnin öne çıkan unsurlar şöyleydi:

“i) Hamas artık 1967 sınırlarına dayalı başkenti Kudüs olan bir Filistin devletine razı olacak. Ürdün Nehri’nden Akdeniz’e uzanan toprakların ‘Siyonistlerden kurtarılması’ sosuna bulanmış pek çok cümle var. BM’nin 1948 toprak paylaştırması, Oslo anlaşmalarının reddi pek mana taşımıyor. 1967 sınırlarını kabullenmek zaten İsrail’in ortadan kaldırılmasından vazgeçildiğinin teslimi. Türkçesiyle ‘bükemediği bileği öpmek’.

ii) Hamas, 1988’den beri var olan düşman tanımından ‘Yahudileri’ çıkarıp yerine ‘Siyonizm’ vurgusunu koydu. Siyonizm İsrail’in kurucu ve asli ilkesiyken ve Yahudileri bağlamamasının imkânı ihtimali yokken, bu cilanın kendini ‘ılımlı göstermenin’ ötesinde somut değeri yok.

iii) Hamas, Müslüman Kardeşler’in ana gövdesiyle mesafe koyuyor. Meşal durumu ‘fikri açıdan İhvan ekolünün parçası oldukları, salt kurumsal bağın koparılması’ olarak formüle etti. Böylece Mısır gibi Hamas’ı ‘terör örgütü’ görenlere mesaj verildi. Lakin ideolojik hattın değişmemiş olması bunun da bir başka ‘cila’ olduğunu gösteriyor.

iv) Hamas, Filistin’i ‘kutsanmış Arap-İslâm toprağı’ diye niteliyor. Filistin nüfusunun yüzde 20’yi oluşturan, ancak 15 sene içinde tümden silinip gidecekleri raporlarla ortaya konulan Hıristiyan Filistinlilere ‘İsa’nın doğum yeri’ ifadesiyle ‘göz kırpıyor’. Metinde yine süslü ‘sivil toplum’ ve ‘kadının rolü’ lafları eksik değil.

v) ‘Adalet, orta yolculuk’, ‘İslâm’ın her türlü dinsel, ırksal, cinsiyet baskılarını ve yobazlığı reddeden barış ve hoşgörü dini’ olduğu gibi ifadeler eşliğinde ‘insanların kendi inançlarını hayata geçirebilecekleri güvenli ortamı yaratmaktan’ söz ediyor. Doğrusu Suriye’de oynadıkları mezhepçi roller düşünüldüğünde pek tuhaf.

vi) ‘Çoğulculuk, demokrasi, ulusal ortaklık ve diyalog’ yoluyla ‘ulusal hedeflere ulaşmaktan’ söz ederken, FKÖ’ye atfen ‘adil ve demokratik seçimlerle demokratik temelde yeniden inşaya’ vurgu yapılıyor. FKÖ bir kez tümden tasfiye edilirse hangi demokrasi olacağını varın siz tahayyül edin.

vii) Yabancı güçlerin ulusal karar mekanizmalarına müdahalesine izin verilmemesi vurgusu ise Katar monarşisiyle göbek bağının yanında komik kaçıyor. Yine ‘başka ülkelerin çatışmalarına sürüklenmenin reddedilmesi’ Suriye’yi akla getirip daha gülünç bir tablo ortaya çıkartıyor.

Filistin meselesini ‘ulusal dava’ değil ‘İslâm davasına’ indirgeyen Hamas’ın yeni vizyonu ‘şark kurnazlığını’ ortaya seriyordu.”[34]

“DURUM”

Georgetown Üniversitesi’nden Francesca Albanese’in, “Filistinliler yerlerinden yurtlarından, vatanlarından uzaklar,”[35] ifadesiyle betimlenen durumda Filistin’deki işsizlik yüzde 40’ları aştı, halk yoksul. İçme suyu kaynakları tükeniyor, günde 20 saate varan elektrik kesintileri yaşanıyor. Atık sular arındırılmıyor. Buna bağlı olarak toplum ciddi sağlık sorunlarıyla karşı karşıya. İlaç ve tedavi malzemesinin tükenmesi, eğitimin sekteye uğraması ve savaşta evleri yıkılanların de inşaat malzemesi bulamaması hayatı çekilmez kılıyor. Örneğin, meme kanseri teşhisi konan yüzlerce Filistinli kadın, kemoterapi ilaçlarının bitmiş olması nedeniyle tedavi göremiyor. Yurtdışında tedavi almak isteyen hastalara ise tüm kapılar kapalı.[36]

Ayrıca İşgal altındaki Filistin topraklarında yoksulluk sınırı 2 bin 293 şikel (655 dolar) olduğu hâlde aylık asgari ücretin 1450 şikel (414 dolar) civarında.[37]

‘Save the Children’ın raporunda Gazze’deki elverişsiz yaşam şartlarında bir milyon çocuğun hayati tehlike altında olduğu belirtilirken;[38] 2 milyonu aşan nüfusuyla dünyanın en büyük açık hava hapishanesi olan Gazze, Siyonist Rejim’in uyguladığı hukuksuz abluka ve ambargo neticesinde 1.3 milyon nüfusun yardıma muhtaç yaşadığı bir yer hâline geldi.

‘Filistin Merkezi İstatistik Bürosu’nun (PCBS) açıkladığı 2017 raporuna göre, 2 milyona yakın kişinin yaşadığı Gazze Şeridi’nde yoksulluk oranı yüzde 53’ü buluyor.

PCBS, Filistin genelinde yoksulluk oranının 2011’e oranla 2017’de yüzde 13 arttığını, aşırı yoksulluk oranında da yüzde 30 gibi ciddi bir yükseliş meydana geldiğini belirtiyor.

Abluka nedeniyle yakıt sıkıntısı çekilen şehirde, günün neredeyse yarısından fazlasında ev ve iş yerlerine elektrik verilemiyor. Bu da Gazze’deki imalathanelerin ya kapanmasına ya da üretiminin azalmasına neden oluyor. 

Dünya Bankası’nın raporuna göre, Gazze’deki işsizlik oranı yüzde 44. Bu oran, üniversite mezunu gençler arasında yüzde 60’a kadar yükseliyor. Gazze’deki işsizlik oranı 2015’te yüzde 38 olarak açıklanmıştı.

10 yılda nüfusu yüzde 38 artan Gazze’nin ekonomisi bu süreçte sadece yüzde 1.44 büyüdü. Verilere göre, Gazzeliler 1993’e oranla 2018’de yüzde 25 daha fakir.

Gazze’de yaşayan Filistinlilerin ekonomik varlıklarında da ciddi düşüş yaşandı. Filistin Merkez Bankası verilerine göre, Gazze’de gerçek ve tüzel kişilere ait hesaplarda 2016’nın ikinci çeyreğinde 1.37 milyar dolar birikim bulunurken, bu tutar 2017’nin üçüncü çeyreğinde 1.22 milyar dolara geriledi.

BM İnsani İşler Koordinasyon Ofisi’nin 2016 raporuna göre, Gazze’de yaşayan 2 milyona yakın kişiden 1.3 milyonu yardıma muhtaç. Ailelerin yüzde 47’si ise güvenli gıdaya ulaşmakta zorlanıyor.

Filistin ile İsrail arasında 1993’te imzalanan Oslo Anlaşması’na göre 20 mil açığa kadar serbest hareket edebilme hakkına sahip Gazzeli balıkçılar, İsrail’in kısıtlamaları nedeniyle geçimlerini sağladıkları bu işi rahat bir şekilde yapamıyor.

Balıkçıların avlanma sınırını 6 mile kadar düşüren İsrail en son bu mesafeyi 9 mile çıkarmıştı. Ancak Gazzeli balıkçılar Oslo Anlaşması’na uyulmasını ve avlanma sınırının 20 mile çıkarılmasını talep ediyor.

Ayrıca ‘BM Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı’na (UNRWA) kayıtlı 5.9 milyon Filistinli mülteciden 2.1 milyonu Ürdün’de, 1 milyon 445 bini Gazze’de yaşıyor, bunu sırasıyla Batı Şeria, Suriye ve Lübnan takip ediyorkenİ[39]9 milyon civarındaki İsrail nüfusunun, yaklaşık 1.9 milyonu Filistinli. Bunlar, 1948’de İsrail kurulduğunda ülke sınırları içinde kalanlar. “Bunlar İsrail yasalarında ikinci sınıf vatandaşlardır. Asker, polis ve memur olamıyorlar.”[40]

Etienne de La Boétie’ın, “Hiç kimse zarar verilmeden köle durumunda tutulamaz ve dünyada hiçbir şey haksızlık kadar doğaya aykırı değildir,” saptamasını anımsatan bu hâl müthiş bir ayrımcılıktır.

O hâlde burada durup soralım: 2 milyon insanın tıkış tıkış yaşadığı Gazze açık hava hapishanesine dönüştürülmüşken, Doğu Kudüs ve Batı Şeria’daki halk apartheid cenderesinde insanlıktan çıkartılırken İsrail duvarların arkasında güven içinde yaşama fantezisi mümkün mü? Kuşkusuz değil!

ABD FAKTÖRÜ

ABD (ve Batı) emperyalizminden söz edince Robert Fisk’in, “16 Eylül 1982’de İsrail’in Falanjist milislerinin Sabra ve Şatila adlı Filistin mülteci kamplarında başlattığı üç günlük tecavüz, bıçaklama ve cinayet orjisiydi bu. Katliamı İsrail’in Lübnan’ı işgali takip etmiş (amaç FKÖ’yü ülkeden çıkarmaktı ve yeşil ışık dönemin ABD Dışişleri Bakanı Alexander Haig’den gelmişti); işgal neredeyse tamamı sivil, 17 bin 500 Lübnanlı ve Filistinlinin canına mal olmuştu. Bu, 11 Eylül saldırılarındaki can kaybının beş katıydı. Ancak Amerika veya Batı’da Lübnan’da ölen masumlar için hiçbir ayin, anma töreni veya yakılan mum hatırlayamıyordum,”[41] sözlerini anımsamamak mümkün mü?

Elbette değil!

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin, “Filistin halkına karşı düşmanca var oluş ve Siyonist devletin Filistin halkına ve yurduna karşı işlediği suçların ortağı olduğu”nu ifade ettiği ABD emperyalizmi[42] patenli koşullarda; ABD Başkanı Donald Trump’ın pişirdiği “Yüzyılın Anlaşması”na Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ın, “Yüzyılın tokadı” demesi boşuna değildir. Çünkü Trump’ın Filistin-İsrail planının bölgeyi şiddet ve kaos sarmalına iteceği uyarısını dillendiren Abbas, “Hiçbir ABD planını kabul etmeyeceğiz. ABD artık Ortadoğu’da arabulucu değil,”[43] ifadesi netken; İsrailli insan hakları kuruluşu B’Tselem, Trump’ın planını delikleriyle meşhur İsviçre peynirine benzeterek, İsrail’e peynirin asıl kısmının, Filistin’e ise boşlukların sunulduğuna dikkat çekti.[44]

Gerçekten de Lübnan’da yayınlanan ‘The Daily Star’ın, “Trump yönetiminin ‘Yüzyılın Anlaşması’ için bir şey kanıtlayacak olursa o da 70 garip yıl sonra Amerikalıların hâlâ Filistinlilerin gerçekte ne istediklerini anlamadığıdır,”[45] uyarısını dillendirdiği tabloda ABD sadece elçilik değil vicdanda “yara” da açtı.

Yani ABD’nin Tel Aviv Büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınması, 60’dan fazla Filistinlinin katledilmesi ve üç bine yakın Filistinlinin de yaralanmasıyla kutlandı![46]

Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını açıklamasının ardından Filistinlilerin yaptığı eylemler sırasında İsrail askerleri tarafından gözleri bağlı şekilde götürüldüğü fotoğrafı tüm dünyada yankı bulan 16 yaşındaki Fevzi Cuneydi, gözaltındayken İsrail askerlerinden şiddet gördüğünü ve kötü muameleye maruz kaldığını söylerken; Filistinli 16 yaşındaki kız çocuğu Ahed Tamimi de gözaltındaydı.[47]

Böylelikle Trump’ın provokasyonu sonucu gelişen olaylarda İsrail, Filistin’de bir katliam daha gerçekleştirdi: 14 Mayıs 2018’de Siyonist askerlerinin kurşunları ile 60’dan fazla Filistinli öldürüldü, 2 bin 200 Filistinli yaralandı. Katliamların, ABD temsilcilerinin Kudüs’te bulunduğu sırada yapılmasının manası ise katliamın ABD tarafından da onaylanması, ABD’nin katliama ortak olunmasıydı![48]

Kuşkusuz bunlar “nedensiz” değildi!

ABD’li yetkililer, BM üzerinden Filistinlilere giden 125 milyon dolarlık yardımın yarısından daha fazlasının geri çekildiğini duyururken;[49] Trump’ın Kudüs kararının arka planında seçim kampanyasına mali destek sağlayan İsrail yanlısı bağışçılara borcunu ödeme isteği de var. Bu kararla borcunu ödemiş oldu![50]

Devamla Bahreyn’in başkenti Manama’da 26 Haziran 2019’da başlayan “ekonomi çalıştayı”nı boykot eden El Fetih Hareketi lider kadrosundan Yahya Rabah, “Filistin davasını yıkmayı hedefleyen” konferansın ABD girişimiyle[51] örgütlendiğine dikkat çekerken; Trump’ın gidip yerine Joe Biden’ın gelmesiyle de hiçbir şey değişmedi!

İsrail’in Gazze’ye ve işgal altındaki Filistin topraklarına dönük saldırıları sonucu 52’si çocuk 181 kişinin öldürüldüğü saldırılara ilişkin Biden de, “İsrail’in kendini savunma hakkı var,”[52] tekerlemesine sığınacaktı.

KUDÜS VE ARAP GERİCİLİĞİ

Malum: Trump ile Binyamin Netanyahu İsrail ve Filistin arasında anlaşmazlığı çözeceği ve barışı getireceğini iddia ettikleri bir planı devreye sokup, tek taraflı bir anlaşma imzaladılar. Yani iki haydut bir halkın kaderini belirlemeye bir kez daha kalkıştılar.

“Yüzyılın Anlaşması” denilen “Barış Planı” konusunda Trump, “Kudüs İsrail’in bölünmemiş başkenti kalacaktır,” derken; Filistin bu dayatmaya elbette her zamanki gibi direndi, baş kaldırdı ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, “Kudüs satılık değildir,”[53] diye haykırdı.

Özetle Abbas, Trump’ın söz konusu projeyle Filistin davasını tasfiye etmek istediğinin altını çizerken; FKÖ Yürütme Komitesi üyesi Azzam el Ahmed, “ABD’nin planına karşılık, FKÖ ile İsrail arasında imzalanan tüm anlaşmalardan kurtulmanın zamanı geldi… ABD de yaptıklarının sorumluluğunu taşıyacak,”[54] uyarısı dillendirdi.

Filistin’in eski BM Daimi Gözlemcisi Feda Nasser, “Kudüs kararı uluslararası hukukun ihlâlidir. Karar aynı zamanda İsrail’in Filistin topraklarına el koyma planının bir parçasıdır. Filistin topraklarının işgali anlamına gelen bu karar aynı zamanda Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul kararlarının doğrudan ihlâli anlamına da geliyor,”[55] derken; Trump’ın açıkladığı “Yüzyılın Anlaşması” bir anlaşma değildi; dahası bir “barış planı” falan da değildi; Filistinlileri vatansızlaştırma girişimiydi; sonuçları itibarıyla bir savaş planıydı.

Söz konusu gerici planın bir diğer aktörü de, “Destkê bıvır ne jı darê be dar nakeve/ Baltanın sapı ağaçtan olmazsa ağaç devrilmez,” dedirten işbirlikçi Arap gericiliğiydi…

Kendisini ‘Filistin’in hamisi’ olarak göstermeye çalışan İslâmcı Arap gericiliği için Filistin meselesi “timsah gözyaşları”ndan ibaretti!

Onlar yıllar yılı Filistin davasını günahlarının üzerini örtmek ve satmak için kullandılar. Hâlâ da aynı şeyi yapmaya çalışıyorlar. Tüm İslâm dünyası benzer şekilde davranırken; değişmeyen tek şey iki yüzlülük!

Örneğin Trump, İsrail ve BAE ikili ilişkilerin tamamen normalleştirilmesi için anlaşmaya vardığını duyururken;[56] Suudi tiranları da Filistin’i satacak bir plan geliştirdiler. Suudiler Filistin’in dönüş hakkından vazgeçmek için hazırlardı. Filistin’in Kudüs üzerindeki egemenliğini kaybedip, Filistin’in bütün bir devlet olma ısrarından vazgeçiyorlar. Karşılığında Basra Körfezi’nin doğu yakasındaki düşman gördükleri ülkeye karşı ABD-Suudi Arabistan-İsrail arasında askeri ittifak talep ediyorlar. Suudiler ile Siyonistler arasında, meseleye ilişkin müzakereler ABD’nin himayesiyle gerçekleştirildi. Netanyahu ve Trump’ın dahi çocuk Jared Kushner bu müzakerelerde kilit adamdı.[57]

SALDIRGANLIK VE ÇATIŞMA

José Martí’nin, “Ben aydınlık ve özgürlük delisiyim/ Varsın hainleri gizlesinler soğuk bir taş altına/ Dürüstçe yaşadım ben, karşılığında/ Yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim,” dizelerindeki kararlılığın, “Jı pıra pır dıçe jı hındıka hındık/ Çoktan çok gider, azdan az” cüreti ile teslim alınamayıp boyun eğdirilemeyen Filistin direnişi karşısında Siyonistlerin tek “çare(sizlik)” olarak sarıldıkları yöntem şiddet oluyor!

i) İsrail’in insan hakları örgütü B’tselem, Haaretz’e verdiği ilanda, “İsrail/Filistin’deki mevcut şiddet, tüm bölgeyi kontrol eden apartheid rejiminin bir sonucudur,”[58] açıklaması yaptı!

ii) ABD’nin İsrail Büyükelçiliği’ni Tel Aviv’den Kudüs’e taşımasına yönelik protestolar sırasında İsrail askerlerinin Gazze Şeridi’nde 62 Filistinli göstericiyi öldürmelerine ilişkin olarak Filistin Dışişleri Bakanı Riyad el Maliki, Filistin halkına karşı İsrail’in savaş suçu ve ayrımcılık/ apartheid suçu işlediğini belirterek Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne başvurdu![59]

iii) İsrail devletinin baskı aygıtları, Kudüs’te ve bilhassa Doğu Kudüs’te yaşayan, evlerini ve vatanlarını korumak için mücadele içindeki Filistin halkını ezmek amacıyla sağcı Yahudi yerleşimcilerle ve daha genel olarak etnik arındırmacı hareketle el ele verdi![60]

iv) İsrail askerleri, Gazze sınırında ‘Milyonluk Kudüs Gösterisi’ düzenleyen Filistinlilere müdahale etti. Biri çocuk 4 Filistinli öldürüldü, 618 kişi de yaralandı![61]

v) İsrail askerlerinin Nakba’nın (Büyük Felâket) 70. yılını anmak isteyen göstericilere ateş açması sonucu 62 Filistinli öldürüldü, 3 bin 188 kişi yaralandı. Filistinlilere attığı gaz bombalarından etkilenen 8 aylık Leyla bebek öldü![62]

vi) Filistin İşgal Suçlarını Takip Heyeti Başkanı İmad el-Baz, İsrail’in Gazze sınırında göstericilere açtığı ateşte en az 3 bin Filistinlinin yaralandığını hatırlatarak, bu kişilerden 54’ünün bitkisel hayatta olduğunu açıkladı. Yaralananlardan bin 359’unun gerçek mermiyle vurulduğunu, bunlardan 79’unun kadın, 255’inin çocuk olduğunu belirten Baz, 20 gazeteci ile 19 sağlık görevlisinin de İsrail askerlerince vurulduğunu ifade etti![63]

vii) İsrail 6 Mayıs 2016’da Filistinli bir kadını tank ateşiyle öldürdü![64]

viii) Gazze ve Mescid-i Aksa’da aralarında çocukların da bulunduğu sivillere yönelik saldırılarında 50’den fazla Filistinli öldüren İsrail’den, “Daha sert saldırmaya devam edeceğiz,”[65] açıklaması geldi!

ix) Gazze’de 3 Mayıs 2019 tarihinde ‘Büyük Dönüş Yürüyüşü’ gösterilerinde iki Filistinli’nin öldürüldü; 10’u çocuk, biri gazeteci en az 50 kişi yaralandı![66]

x) ‘Al-Jazeera’ televizyonu muhabiri Şirin Ebu Akile, Batı Şeria’nın Cenin Mülteci Kampı’nda İsrail askerlerinin açtığı ateş ile öldürüldü![67]

xi) İsrail, Filistin seçimlerinde oy kullanacak Doğu Kudüs’teki Filistinlilere oy hakkı tanımayacağını duyurdu. Buna göre, işgal altındaki Doğu Kudüs’te oy verme işlemleri gerçekleşmeyecek… İsrail, 1996, 2005 ve 2006’da gerçekleştirilen Filistin seçimlerinde uluslararası baskı nedeniyle Kudüs’teki Filistinlilerin oy kullanmasını engelleyememişti![68]

xii) BM, İsrail’in Filistinlilerin yaşadığı bölgelerde uluslararası hukuka aykırı olarak yaptığı yerleşimlerde iş yapan 112 şirketin listesini yayınladı. Listede Airbnb, TripAdvisor, Booking.com ve Motorola gibi dev uluslararası şirketler de var. İşgal altındaki Filistin topraklarında karşı görüşteki BM kararlarına rağmen kurulan İsrail’in yerleşim yerlerinde, yaklaşık 600 bin İsrailli yaşıyor![69]

Abbas ile FKÖ’nün saldırganlığa tutum alması karşısında İsrail Ekonomi ve Sanayi Bakanı Eli Kohen, “Abbas’ın İsrail ile anlaşmaları askıya almasının bedelini Filistin halkının ödeyeceği”[70] tehdidine, Fetih Hareketi Merkez Komite Üyesi ve Filistin Sivil İşler Bakanı Hüseyin eş Şeyh, “İsrail’e, Filistin yönetiminin, aralarındaki anlaşmalara bağlı kalmayacağı”[71] yanıtını verdi!

LEYLA HALİD’LERİN, FADİ EBU SALAH’LARIN DİRENİŞİ

Sözün bittiği yerdeyiz; bunu şöyle anlatır Noam Chomsky; “Gazze’deki yaşlı bir adamın elinde tuttuğu yazıda şunlar yazıyordu: Suyuma el koy, zeytin ağaçlarımı yak, evimi yık, işimi elimden al, toprağımı çal, babamı hapse at, annemi öldür, ülkemi bombala, hepimizi aç bırak, hepimizi aşağıla, ama yine de ben suçlu olayım, neden mi: Çünkü bir roketle karşılık verdim/ An old man in Gaza held a placard that read: You take my water, burn my olive trees, destroy my house, take my job, steal my land, imprison my father, kill my mother, bombard my country, starve us all, humiliate us all, but I am to blame: I shot a rocket back…”

Durum tam da budur!

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) Merkez Komite üyesi Hani el Thawabta, “Siyonist saldırıların Filistin halkını bulunduğu her yerden sürme projesinin parçası olduğu”na[72] dikkat çekerken; FHKC Şehit Ebu Ali Mustafa Tugayları Sözcüsü Ebu Cemal de, “Düşman diz çökene kadar savaşımız devam edecek. Düşman, sivillerin kanını döküyor, evlerini ve hizmet tesislerini vuruyor. Kadınları ve bebekleri hedefleyip bunu zafer diye gösteriyor. Bu saldırılar bileğimizi bükmüyor tam aksi ateşimizi artırıyoruz,”[73] diye ekliyor.

Filistin direnişi içeride, dışarıda sürdürülürken; Filistinli esirlerin açlık grevinin başarıya ulaşmasına ilişkin olarak FHKC Genel Sekreteri Ahmed Saadat, “Esirler iradeleri ve kararlılıklarıyla yeni bir destan yazdılar; haklarının alınması ve savunulması gerektiğini kanıtladılar,”[74] deyip; “Filistin’in özgürlüğünü halk kazanacak, elitler değil”[75] gerçeğini de hatırlatıyor.

Diogenes Laertios’un, “Benim gözümde bir insan üç bin kişiye değer, sayısız kalabalık ise bir tek kişi bile etmez,” ifadesindeki üzere bu konuda binlerce örneğe sahip olan Filistin’de zikredilmesi gerekenlerden birisi “Bugün Filistin halkının önünde, başta silahlı mücadele yöntemi olmak üzere tüm çeşitleri ile direnişten başka bir seçenek yoktur,”[76] diye haykıran Leyla Halid’dir…

Onu 1969 Ağustosu’nun boğucu sıcağında tanıdık; dünyanın kör ve sağır kaldığı Filistin halkının direnişini sağır kulaklara duyurdu, kör gözlere gösterdi.[77]

Roma’dan kalkan Amerikan TWA yolcu uçağını kendi gibi FKÖ gerillası Selim’le birlikte havada ele geçirdi. Rotayı değiştirtti. Doğduğu Filistin kenti Hayfa üstünde uçurtup Şam’a indirtti. Kimseyi öldürmedi. Yolcular boşaltıldı ve koca Boing patlatılıp havaya uçuruldu.

Filistin sorununu kör ve sağır dünyanın suratında bir tokat gibi patlattı. Adı Leyla Halid’di ve “Özgürlük esmer yüzünde bir gamzedir Onun…”[78]

Bir diğerinin adı da Fadi Ebu Salah’dı… İsrail haydutları 2014’de önce ayaklarını, 2018’de de canını aldılar… O tekerlekli sandalyesinde sembolleşen Filistinli bir direnişçisiydi…

Direnişi umuduydu, Filistin’de cesareti büyütendi. Elindeki sapanıyla zalimin zulmüne fırlatılan taştaki yürek ve dava insanıydı… Ayaksız yürüyordu zalimine karşı… Ateş hattında engelsizdi ve isyandaydı. Yurtsuz bırakılmaya ve zalimin işgaline karşı isyanın şiiri gibiydi…

Siyonist İsrail 2014’de Filistin’e düzenlediği hava saldırısında Fadi Ebu Salah ayaklarını almıştı. Ayaksız dikiliyor ateş hattında zalimlerin karşısına Fadi Ebu Salah. Diz çökerek değil, çünkü dizleri yok! Ayakta değil, tekerlekli sandalyesinde ölüyor ve “Boyun eğmektense hayduda, ölmek iyidir,” diyordu.[79]

Görülüp, kavranması gerek: Filistin halkının anti-sömürgeci mücadelesi, direnişin farklı biçimleriyle sürdürülüyor.

UZLAŞI VE BARIŞ

Verili tabloda “barış” ve Filistin’in ulusal birliğini hedefleyen uzlaşı çok büyük bir önem arz ediyorken; İsrail’in Apartheid duvarında yazan Edward Said’in “Askeri işgal altındaki bir halk, ne zamandan beri bir barış hamlesi için sorumluluğa sahip?” sorusu ile Max Horkheimer’ın, “Günün birinde her şeyin yoluna girecek olması, o zamana kadar gerçekleşmiş olan onca kötü şeyi kabullenmemizi sağlayamaz,” saptaması “es” geçilmemelidir…

Özellikle BM’nin, İsrail’in sistematik baskısı altındaki Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkının reddedilmesinin yasal sonuçları hakkında ‘Uluslararası Adalet Divanı’ndan (ICJ) acilen görüş açıklamasını talep etmesine ilişkin oylanan tasarı 52 ülkenin çekimser oy kullandığı oylamada 17’ye karşı 98 oyla kabul edilirken;[80] Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın, İsrail ile barış yapmaya hazır oldukları açıklamasından[81] hareketle, “Adalet ve eşitlik ilkeleri doğrultusunda başkenti Doğu Kudüs olan Filistin devletinin kurulması talebimizdir. Yasa dışı Yahudi yerleşim birimlerinin varlığını ise asla kabul etmiyoruz,”[82] demesi yanında; BM Sekreteri António Guterres de “İki devletli çözüme sıkı sıkıya bağlıyız,” diyerek 1967 sınırlarının esas alınmasını talep etti.[83]

“İki devletli çözüm”ün doğruluğu/ yanlışlığı bir yana; Siyonistlerin kabullenmediği konuda Ömer Karmi, “Eğer, bir iki-devletli çözüm için umut yoksa, Filistin Yönetimi’nin rolü nedir?”[84] sorusunu dillendirmekte haklıdır.

Siyonist işgalin “barış” umudunu yok edip, beklenti ve önerileri çürüttüğü karmaşık tabloda, sorununun reel-politiker çözümü yok. Yani hakikâtlere ve olgulara dayanmayan söylevlerin, ezberlerin tekrarlanması bir şeyi çözemez. Sadece ağırlaştırır.

Filistin’in Arap ve Yahudi halklarının dostluğu vurgusu taşımayan, Filistin’de bir arada yaşamaya atıf yapmayan her seçenek sadece çatışmayı üretebilir!

Şurası unutulmasın: Her Filistinli Hamas destekçisi ve örgütün ideolojisinin imanlı savunucusu olmadığı gibi, her Yahudi de kendi otoritelerinin Filistinlilere yönelik Siyonist eylemlerini desteklemiyor; Yani “Tüm dünyanın tüm işçileri bizim yoldaşımız, dünyadaki bütün zenginler ve iktidarlar ise bizim düşmanımızdır,”[85] ifadesinin işaret ettiği üzere.

Gerçekçi seçenek Gazze ve Batı Şeria da dahil tüm Filistin’in birleş(tiril)mesi… Kendi kaderini tayin hakkının “es” geçilmemesi… Filistin’in Siyonizme karşı güçlerle dayanışmasının yanı sıra, laik ve demokratik amacı etrafında anti-emperyalist güçlerle ve demokratik eksende konumlanması…

Bu mümkündür; hem de Rami G. Khouri’nin, “İşgal altındaki Arap nüfus, orantısız güç kullanan İsrailli işgalcilere Gazze ve Kudüs’te direniyor. Fakat bu defa yaşananlar farklı. Olaylar, yüz yıldır devam eden Filistin-İsrail ve Arap-Siyonist çatışmalarının en yeni yansıması. Arapların ve Yahudilerin bir araya gelerek ortak eylemlerle eşitlik talep ettiklerini görüyoruz. Halkın mücadelesi bu defa çok farklı,”[86] ifadesindeki gibi…

Yeri geldi aktaralım: ‘Amerikan Yahudi Komitesi’nin (AJC) araştırmasına göre iki devletli, askeri güçten arındırılmış bir Filistin çözümüne yönelik düşünceleri sorulduğunda, ABD’li Yahudilerin yüzde 60’ı bu çözüme sıcak baktıklarını söylerken, ankete katılan İsraillilerin yalnızca yüzde 44’ü bu çözüme olumlu baktığını söylüyor ve yüzde 48’i karşıt görüş bildiriyor

Batı Şeria’da durmak bilmeyen yasadışı İsrail yerleşkeleri meselesi sorulduğunda, Amerikalı Yahudilerin yarısından fazlası (yüzde 59) yerleşkelerin bir şekilde ortadan kaldırılması gerektiğini söylüyor. Diğer yandan İsrailli Yahudilerin tam tamına yüzde 89’u bu fikre karşı çıkıyor.

Katılımcılara “ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma ve elçiliğini Kudüs’e taşıma kararı” sorulduğunda, Amerikalı Yahudilerin yüzde 46’sı karara destek verdiklerini, yüzde 47’si ise karşı olduklarını söyledi. İsrailli Yahudilerin yüzde 85’i ise kararı desteklediklerini söyledi ve yalnızca yüzde 7’si bu karara karşı olduklarını ifade etti.[87]

Özetle Filistin’e yönelik fikirler değişmeye başladığı bir gerçekken; “Yeni Osmanlı”cı AKP’nin Filistin tasarımından söz etmemek de ol(a)maz!

“YENİ OSMANLI”CI AKP’NİN FİLİSTİN’İ

Hemencecik, başından söyleyivereyim: “Yeni Osmanlı”cı AKP’nin Filistin meselesine ilişkin tutum(suzluğ)u, hemen herkese, Anooshirvan Miandji’nin, “Bin yalan bir gerçeği yenemez”; Albert Einstein’ın, “Sorunları onları yaratan kafalarla çözemeyiz”; Latince, “Aliud noctua sonat aliud cornix/ Baykuş başka öter, kuzgun başka,”[88] sözlerini anımsatır.

‘Jerusalem Post’a göre, “Türkiye’ye gitmeyen tek İsrailli sanırım benim,” diyen Netanyahu, Erdoğan’ın kendisine Hitler demesine ilişkin olarak da, “Bir zamanlar Erdoğan bana her üç saatte bir Hitler derdi. Şimdi altı saatte bir diyor, ama tanrıya şükür ki ticaretimiz büyüyor,”[89] diye dalga geçerken; Cumhurbaşkanı Erdoğan BM kürsüsünden İsrail’e sert sözlerle yüklense de Tel Aviv ile ekonomik, ticari ve askeri ilişkiler tam gaz devam ediyor. 15 yılda İsrail ile ihracat yüzde 200 arttı, ithalatta ise bu artış yüzde 140 seviyelerinde…[90]

Ayrıca İsrail Başbakanı Netanyahu’nun “ruh ikizi” olarak görülen Dışişleri Bakanlığı Genel Direktörü Dore Gold, dengelerin sarsıldığı Ortadoğu’da Türkiye ile “çıkarlarının örtüştüğünü”[91] söylerken; İsrail Türkiye’nin kendisinden silah istediğini açıkladı. İsrail Savunma Bakanlığı Yabancı Savunma Yardım ve İhracat Dairesi (SIBAT) Başkanı Tuğgeneral Şemaya Avieli, Türkiye’ye silah ihracının büyük bir bölümünün hâlen devam etmekte olan ve eski kontratlar çerçevesinde yapıldığını belirtirken, “Ancak Türkiye’den yeni alışveriş talepleri de var, biz de bunları inceliyoruz,”[92] dedi…

Bu arada Sami Kohen, “Üç yıl boyunca “özür engeli”ne takılan Türk-İsrail ilişkilerinin yeniden canlanması iki tarafın da yararına olacaktır”;[93] Umut Koldaş, “Önümüzdeki dönemde Türkiye-İsrail ilişkilerinin niteliğini belirleyecek olan temel ilkelerin stratejik ortaklıktan ziyade stratejik işbirliği yaklaşımı çerçevesinde inşa edilip hayata geçirileceği öngörülebilir,”[94] derlerken; Milletvekili Aykut Erdoğdu da, “AKP’nin, İsrail dostu olduğunu anlatmak için ABD’li lobi şirketlerine 65.4 milyon dolar harcadığını belgeleri ile tespit ettik,”[95] diye ekliyordu.

Ayrıca Filistinlilerin hakları için uluslararası arenada İsrail’e esip gürleyen Ankara, sıradan Filistin vatandaşlarına vize uygularken, İsrail’in hem sivil hem de resmi yetkililerine 90 gün vize muafiyeti tanıyor;[96] İsrail’in yasadışı yerleşimler nedeniyle artan çimento ithalatının yüzde 27’si Türkiye’den gidiyordu!

Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) verilerine göre, 2019’un Ocak-Ağustos döneminde Türkiye’nin İsrail’e toplam “Çimento Cam Seramik ve Toprak Ürünleri” ihracatı, 2018’in aynı dönemine göre yüzde 15.8 artarak 155.7 milyon dolara yükseldi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail’i dönem dönem “işgal devleti” olarak adlandırsa da iki ülke arasındaki ticaret istikrarlı bir şekilde artmaya devam ediyor. Türkiye’nin İsrail’e toplam ihracatı 2019’un Ocak-Ağustos döneminde yüzde 11.2 artışla 2 milyar 821 milyon dolara, Ocak-Temmuz döneminde İsrail’den yapılan ithalat yüzde 7’lik artışla 1 milyar 106 milyon dolara yükseldi. 2002’de 1 milyar 575 milyon dolar olan iki ülke arasındaki ticaret hacmi, 16 yılda yüzde 256 artışla 5 milyar 608 milyon dolara tırmandı.

Türkiye’nin 2019’un ilk 8 aylık döneminde İsrail’e yaptığı toplam ihracatın yüzde 5.5’ini çimento ürünleri oluşturdu. İsrail 2018 yılında tonu ortalama 75 dolardan 235 milyon dolarlık çimento ithalatı yaparken, bunun 63.8 milyon dolarla yüzde 27’lik kısmını tonu 40 dolardan Türkiye’den aldı. 2019’un ilk 7 aylık döneminde Türkiye’nin İsrail’e çimento ihracatı, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 46.6’lık artışla 51 milyon dolara yükseldi. Türkiye’nin İsrail’e çimento ihracatında fiyatın, ortalamanın yüzde yüzde 46 altında olması da dikkat çekiyor.

2018’de yapılan toplam 7.4 milyon ton çimento ihracatının 1.2 milyonu İsrail’e yapılırken, bu alanda İsrail, 1.8 milyon tonluk ABD’nin ardından ikinci sırada yer aldı.[97]

Bu kadar da değil! Erdoğan’ın “işgal ve terör devleti” dediği İsrail ile Türkiye’nin ticareti AKP döneminde dörde katlandı.

Türkiye ile İsrail arasındaki ticari ilişkiler artarak sürüyor. Son bir yılda iki ülke arasındaki dış ticaret hacmi yüzde 14 artarken, Ekonomi Bakanlığı verilerine göre, AKP’nin iktidara geldiği 2002’de 1.4 milyar dolar olan İsrail ile Türkiye arasındaki ticaret hacmi, 2014 itibarıyla dört katına çıkarak 5.8 milyar dolar ile zirveye ulaştı. 2016’da bu rakam biraz düşerek 4.3 milyar dolar olarak gerçekleşti ancak 2017’de tekrar yükselişe geçti. 2016 Ocak-Ağustos döneminde 2.8 milyar dolar olan hacim, 2017’nin aynı döneminde yaklaşık yüzde 14 artarak 3.2 milyar dolar’a ulaştı.

2009’da 2.6 milyar dolar olan hacim, 201’a İsrail’in imza attığı Mavi Marmara katliamı ve sonrasındaki siyasi krize rağmen 2014’te 5.8 milyar dolar ile zirveye ulaştı.

Ayrıca İsrail İstihbarat ve Nükleer Enerji Bakanı Yisrael Katz, Erdoğan’ın söylemlerinin iki ülke arasındaki ilişkileri etkilemediğini belirterek Türkiye’nin Körfez ülkelerine ihracatının yüzde 25’inin İsrail’e ait Hayfa limanı üzerinden gönderildiğini söyledi.[98]

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, 2020’de Türkiye ile İsrail arasındaki ticaret hacmi 6.2 milyar dolara ulaşarak rekor kırdı. Türkiye, 2021’nin ilk üç ayında da İsrail’e 1 milyar 387 milyon liralık ihracat, 471 milyon dolarlık da ithalat yaptı. İsrail, Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı 8’inci ülke oldu.[99]

Devamla: Mavi Marmara saldırısı sonrasında kopma noktasına gelen Türkiye-İsrail ilişkilerinin düzeltilmesi için umut ışığı belirdi. Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nun İsrailli mevkidaşı ile Avrupa’da bir araya geldiği ve ilişkilerdeki sıkıntıların aşılması için gizli bir görüşme yaptığı ortaya çıktı.[100]

Türkiye ve İsrail arasında 6 yıl sonra ilişkilerin normalleşmesi için Roma’da atılan imzalara ilişkin mutabakatta, Türkiye’nin ilişkilerin normalleşmesi için şart koştuğu Gazze’ye yönelik yardımlarla ilgili herhangi bir düzenleme bulunmuyor.[101]

Ve çok önemli bir şey daha: Türkiye’nin 2012 Ekim’inde kargo bölümünde silah ve mühimmat bulunduğu gerekçesiyle Esenboğa Havalimanı’na indirdiği Suriye uçağında el konulan radar parçalarının, Rus yapımı orta irtifa radar güdümlü SA-6 savunma sistemi olduğu, bu sistemin de Türkiye sınırında değil, İsrail sınırında konuşlu olduğu öğrenildi. Türkiye’nin bu parçalara el koymasından birkaç ay sonra İsrail uçaklarının Suriye radarlarına görünmeden sınırından geçerek Şam yakınlarında bir hedefi vurması da dikkat çekti.[102]

Bu ve benzeri verilerden hareketle Remzi Barud, “Türkiye-İsrail anlaşması, Filistinlilerin ablukanın sona ereceği, İsrail’in askeri aygıtının ve onun güçlü Batılı hamilerinin karşısında artık yalnız olmayacakları şeklindeki umutlarına darbe indirmiştir. Belki bu anlaşma aynı zamanda bir uyandırma ikazıdır: Filistinliler ilk ve öncelikli olarak kendi kendilerine bel bağlamalı, zor görünen birliklerini sağlamalı ve sadece Ankara’yla dayanışma değil, dünya çapında dayanışma arayışında olmalıdır,”[103] tespitini dillendirdi.

BİR KAÇ ŞEY DAHA

Sakın ola kimse inkâra kalkışmasın! Derin bir geçmişe sahip olan Filistin davasının kökleri İslâmcılara değil, sol geleneğe dayanıyor.[104] Filistin davası için mücadele eden sol geleneğin ise oldukça karışık bir tarihi var.

1923’de İngiliz mandası altında kurulan Filistin Komünist Partisi’nin (FKP) üyeleri ağırlıklı olarak Yahudi kökenliydi. Parti, 1923’deki Kongresi ile birlikte Arap ulusal hareketinin İngiliz emperyalizminin karşısında olduğunu ve Siyonizmin İngiliz emperyalizmiyle müttefik olan bir burjuva Yahudi ideolojisi olduğunu karar altına aldı. Parti, bu kararıyla beraber Üçüncü Enternasyonal’e kabul edildi.

Kuruluşunda çoğunluğu Yahudi kökenli üyelerden oluşsa da daha sonra Arap kökenli üyeler de parti kadroları arasında yerlerini almaya başladılar.

1943’e gelindiğinde ise parti içerisinde bir ayrışma yaşandı ve Arap kökenli bazı üyeler Ulusal Kurtuluş Birliği’ni (UKB) kurdu. 1947 BM Paylaşım Planı hem UKB hem de FKP tarafından ilk başta kabul edilmese de FKP daha sonra bu planı kabul etti ve ismini İsrail Komünist Partisi (Maki) olarak değiştirdi. Bir süre ayrı siyaset yapsalar da UKB daha sonra yeniden Maki’ye katıldı.

1951’e gelindiğinde Ürdün Komünist Partisi (ÜKP), Batı Şeria’da Filistinlileri örgütlerken, Filistin Komünist Örgütü de Gazze’de örgütleniyordu. Filistin Komünist Örgütü 1975 yılında ÜKP’nin Filistin örgütü olarak kuruldu. 1982’ye gelindiğindeyse Gazze’deki örgüt ile birleşerek Filistin Komünist Partisi (FKP 1982) yeniden kuruldu.

Filistin Halk Partisi (PPP), 1982’de kurulan Filistin Komünist Partisi’nin, 1991’de Sovyetler Birliği çözüldükten sonra sınıf mücadelesini terk etmesiyle beraber aldığı isimdir. 1987’de Filistin Kurtuluş Örgütü’ne katılan ve Birinci İntifada’da önemli bir rol oynayan PPP, daha sonra reformist bir çizgiye kaydı. Oslo Görüşmeleri’ne ilk başlarda olumlu yaklaşan parti, daha sonra da bu süreci eleştirdi.

Partinin reformist bir çizgiye kaymasıyla beraber Marksist-Leninist çizgiyi savunan bir grup, PPP’den ayrıldı ve Filistin Komünist Partisi olarak yoluna devam etti. Bugün, PPP’den ayrılan bu kadrolar tarafından kurulan Filistin Komünist Partisi hâlâ aktif durumdadır ve Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı üyesidir.

1967’de Filistinli Hıristiyan bir devrimci olan George Habaş önderliğinde kurulan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC), 1969’da resmen Marksist-Leninist ideolojiyi benimsemiştir. FHKC’nin Marksist-Leninist ideolojiye geçişinde, yine Filistinli Hıristiyan bir devrimci olan ve George Habaş aracılığıyla politik görüşleri şekillenen Gassan Kanafani önemli bir rol oynamıştır. FHKC, emperyalizme karşı mücadele hattını benimserken aynı zamanda bölgedeki çoğu örgütün aksine, gerici Arap liderleri ve rejimleri de karşısına alır.

FHKC, kuruluşundan sonraki ilk on yıllık dönemde önemli eylemlere imza atmış, Filistin mücadelesini hem uluslararası gündeme hem de solun kendi gündemine taşımıştır. 1967’de Leyla Halid’in gerçekleştirdiği uçak kaçırma eyleminden sonra örgüt büyük ölçüde dikkatleri üzerine çekmişti. Öyle ki, Japon Kızıl Ordusu dahi Filistin’e gelip FHKC ile birlikte hareket ediyordu. Lübnan İç Savaşı’nda da yer alan FHKC, bölgede ABD ve İsrail karşısında ciddi bir güç olan Lübnan Hizbullahı ile de önemli ilişkiler geliştirdi.

1968’de Filistin Kurtuluş Örgütü’ne katılan FHKC, birçok direniş örgütünün bir araya gelmesiyle kurulan FKÖ’nün, El Fetih’ten sonra en büyük ikinci bileşenidir. FKÖ’nün 1974 yılında kabul ettiği 10 Maddelik Program, FHKC tarafından, İsrail’le uzlaşmacı görüldüğü için eleştirildi ve reddedildi.

Uzun bir süre boyunca Filistin’de iki devletli çözümü kesin olarak reddeden FHKC, Arap ve Yahudi halklarının barış içinde bir arada yaşayacağı, tek devletli bir çözüm hattını benimsedi. 1990’larda ise Arafat, İsrail ile (daha sonra Oslo Anlaşması ile sonuçlanacaktı) müzakerelere gidiyordu. FHKC, İsrail’le siyasi bir uzlaşmaya gidilmesine de karşı çıktı ve tek devletli çözüm ısrarını sürdürdü ve Arafat’ı uzlaşmacılıkla suçladı.

FHKC’nin tutsak lideri Ahmet Saadat, 2010’daki açıklamasıyla FHKC’nin pozisyonunun hâlâ tek devletli çözüm olduğunu belirtti.[105]

Evet, çözüm tek devletli pozisyondan geçiyor. İtiraz mı ediyorsunuz? “İmkânsız” mı diyorsunuz/ William Blake’nin, “Aşırılığın yolu bilgeliğin sarayına varır. Neyin gereğinden fazla olduğunu bilene kadar neyin yeterli olduğunu asla bilemezsin,” uyarısına kulak verin yeter!

O hâlde sözü “Jiyana rojekîye bi rûmet, ji jiyana salaye bi koletî çêtire/ Bir günlük onurlu yaşam, yıllarca boyun eğip kölece yaşamaktan iyidir,” diyen bir Kürt savsözü eşliğinde Friedrich Nietzsche’nin, “Bir şeyin değeri, onun neye ulaşıldığı değil, onun ne ile ödendiğine dayanır,” ifadesiyle müsemma Filistinli ozanların dizelerine bırakayım…

Öncelik elbette Siyonist general Moşe Dayan’ın, bir şiirinin yirmi komandoya bedel olduğunu, mısralarının on suikastten daha yıkıcı olduğunu söylediği Filistinli şair Fedva Tukan’dan:

“Hayır sevgili yurt, yılma/ O yitilen yerde, karanlık alanlarda/ Ne denli öğütmeye kalksalar da öfkeyi/ O sonsuz acının değirmen taşlarında/ Yılma, köreltemezler seni/ Çalsalar çocuklardan gülüşü ve sevinci/ Yıksalar, yaksalar da sonunda/ Yeni bir yaşam belirecek sana/ Duvarlarında pıhtılaşan kandan/ Yaşama dönüşecek ölüm bir anda/ Sen ey kanayan yurt, sen ey öfkemiz bizim/ Sen ey sultanı yüreğimizin”…

Sonra da “Ve ant içerim ki/ bir mendil işleyeceğim yarına kadar,/ gözlerine sunduğum şiirlerle süslü/ ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı: Bir Filistin vardı,/ bir Filistin yine var,” diye haykıran Mahmud Derviş’in dizelerinde:

“Bağlayın Beni kıskıvrak./ Yasak edin bana kitap okumayı./ cigara içmeyi yasak edin./ Tıkayın ağzımı kumla./ Şiir kandır,/ şiir gözyaşı,/ yazılır tırnaklarla,/ yazılır gözlerle,/ yazılır bıçaklarla./ Ben şiiri haykıracağım/ zindanlarda,/ ben şiiri/ kamçı altında,/ zincir altında,/ kan ter içinde,/ ben şiiri. / Savaş türküleri şakır/ bir milyon kuş/ gönlümün dallarında”…

 “Gözleriyle Filistin,/ kollardaki, göğüslerdeki dövmelerle Filistin,/ adıyla sanıyla Filistin./ Düşlerin Filistin’i ve acıların,/ ayakların, bedenlerin ve mendillerin Filistin’i,/ sözcüklerin ve sessizliğin Filistin’i/ ve çığlıkların./ Ölümün ve doğumun Filistin’i,/ taşıdım seni eski defterlerimde/ şiirlerimin ateşi gibi./ Kumanya gibi taşıdım seni gezilerimde./ Koyaklarda çağırdım seni bağıra bağıra,/ inlettim senin adına koyakları:

Sakının hey/ kayaları döve döve şarkımı koparan şimşekten!/ Benim gençliğin yüreği!/ Benim beyaz kanatlı atlı!/ Benim yıkan putları!/ Kartalları tepeleyen şiirleri benim eken/ tüm sınırlarına Suriye’nin!/ Zalim düşmana bağırdım, ey Filistin, senin adına:/ ‘ölürsem, ey böcekler, vücudumu didik didik edin!’ Karınca yumurtasından kartal çıkmaz hiçbir vakit,/ yalnız yılan çıkar zehirli yılanlardan!/ Ben barbarların atlarını iyi bilirim./ Bir ben dururum onların karşısında,/ bir ben,/ gençliğin yüreğiyim her daim,/ yüreğiyim beyaz kanatlı atlıların”…

Ve Semih El-Kasım’dan, “Bugün yeniliyorsak, delik-deşikse gövdelerimiz/ Yarın bir baharın içinden dipdiri geçeceksiniz/ Yükselecek gövdemizden bir duvar/ Haykırarak kalacağı burada çırılçıplak ve açlıkla boğuşsakta…”

Sonra Samih el Kasım, “En eski atalarımın kanıdır/ dolaşan damarlarımda./ Savaş atlarının kişneyişini/ ve kılıçların şakırtısını/ duyarım her dakka./ Bir güneş taşırım sağ elimde./ Bıkmadan söyler dururum/ acının şarkısını/ gecenin açmazlarında”…

Bir de Abu Salma’dan, Yine geleceğiz/ karşılaşmanın yollarında/ bir bülbül kulağıma fısıldadı:/ Yine geleceğiz./ bülbüller oralarda yaşarlar henüz./ şakırlar yazılarımızda./ Yine geleceğiz/ gölgeleri arasında özlemin,/ yadırgamanın mezarlarında / bizim de yerimiz var/ bu kesin./ Yorulma gönül,/ dönüşün yollarında/ çökme sakın./ Yine geleceğiz, yine”…

Ya da Tevfik el Zeyyat’dan, “Dişlerimle savunacağım yurdumun her karış toprağını,/ dişlerimle/ Başka yurt istemem onun yerine,/ assalar damarlarımdan beni/ istemem gene./ Burdayım hâlâ/ Aşkımın tutsağı, evimin çevresinde/ Yurdumun peşinde./ Burdayım hâlâ./ Yıkamazlar beni/ ne kadar çarmıh yükleseler/ omuzlarıma./ Burdayım hâlâ./ Tutarak sizi, tutarak, tutarak/ avuçlarımda./ Dişlerimle savunacağım yurdumun her karış toprağını,/ dişlerimle”…

Son olarak Murid Barghuthi’den, “Pek bir derdim yok/ Ellerim kelepçelenmiş değil/ Dilim henüz susturulmadı/ Akrabalarımı hapishanede ziyaret edebiliyorum/ Pek bir derdim yok/ TV habercisinin sırıtışı beni eskisi gibi hasta etmiyor/ Sabah akşam kahverengililerin bizleri çevirmelerine alıştım/ Bu nedenle kimlik belgelerimi yüzme havuzunda bile hep yanımda taşıyorum/ Ölümden sonra bir yaşamın olduğunu anımsıyorum/ Ölümden sonra bir yaşamın…/ Bir derdim yok ama Tanrı’ya soruyorum/ Acaba ölümden önce de hayat var mıdır?”

12 Mayıs 2023, 16:44:41, İstanbul.

N O T L A R

İlk yayımladığı mecra: Görüş, Haziran 2023…

[1] Ahmet Erhan.

[2] “BM: Çatışmalar Durmalı”, Cumhuriyet, 19 Mayıs 2021, s.7.

[3] Işıl Özgentürk, “Acının Adı: Filistin”, Cumhuriyet, 20 Mayıs 2018, s.12.

[4] Ramzy Baroud, “Filistinliler İsrail’e Karşı Ayakta”, Birgün, 8 Ağustos 2022, s.10.

[5] Umut Serdaroğlu, “Seçimin Bedelini Filistin Ödeyecek”, Birgün, 5 Ocak 2023, s.11.

[6] Faik Bulut, “Filistin İntifadası ve Dipten Gelen Direniş”, 27 Ocak 2023, https://www.solmedya.com/2023/01/27/filistin-İntifadasi-ve-dipten-gelen-direnis/

[7] Fehim Taştekin, “Şeyh Cerrah: Apartheid Yansımaları”, 12 Mayıs 2021… https://direnisteyiz28.org/seyh-cerrah-apartheid-yansimalari-fehim-tastekin

[8] “BM Özel Koordinatöründen Uyarı”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2021, s.7.

[9] Ramzy Baroud, “Abbas Sonrası Filistin: Bir Ulusun Geleceği Tehlikede”, Gündem, 23 Ocak 2016, s.14.

[10] Hüsnü Mahalli, Filistin Benimdir, Kırmızı Kedi Yay., 2020.

[11] “Filistinliler Ölüyor, Dünya Seyrediyor”, Birgün, 18 Mayıs 2021, s.4.

[12] Gassan Kanafani, Ali Çakmak, Düşmanlıklar Zamanı-Gassan Kanafani ve Filistin Direniş Edebiyatı, Zoom Kitap, 2020.

[13] Søren Kierkegaard, Kendinizi Sevmeyi Unutmayın, Aforizmalar, çev: Emre Murat Bozer, Aylak Adam Yay., 2016, s.8.

[14] Eduardo Galeano, Yürüyen Kelimeler, çev: Bülent Kale, Çitlembik Yay., 2003.

[15] “Leyla Halid: Oslo Anlaşması İptal Edilmeli”, 7 Aralık 2017… http://medyasafak.net/haber/2473/leyla-halid-medya-safaka-konustu–oslo-anlasmasi-iptal-edilmeli–di

[16] Søren Kierkegaard, Kendinizi Sevmeyi Unutmayın, Aforizmalar, çev: Emre Murat Bozer, Aylak Adam Yay., 2016, s.10.

[17] Ernst Bloch, İzler, çev: Suzan Geridönmez, İletişim Yay., 2010.

[18] Friedrich Nietzsche, Hayat Dediğin Nedir ki?, çev: Erkan Aslan, Zeplin Kitap, 2015.

[19] Soren Kierkegaard, Bryan Kierkegaard, Felsefenin Öyküsü, Alfa Yay., 2017, s.208.

[20] “Hüsnü Mahalli: Filistin Diye Bir Devlet Yok”, 16 Aralık 2017… https://www.birgun.net/haber-detay/husnu-mahalli-filistin-diye-bir-devlet-yok-195781.html

[21] Türkkaya Ataöv, “Tanrı’dan Trump’a Filistin”, Cumhuriyet, 21 Şubat 2020, s.2.

[22] Ribhi Halloum (Abu Firas), Belgelerle Filistin (Dün-Bugün-Yarın), çev: Kudret Emiroğlu, Alan Yay., 1988.

[23] Mehmet Can, “Filistin Ulusal Sorunu-III”, 23 Mayıs 2021… https://siyasihaber6.org/filistin-ulusal-sorunu-iii

[24] Mehmet Can, “Filistin Ulusal Sorunu IV”, 4 Haziran 2021… https://siyasihaber6.org/filistin-ulusal-sorunu-iv

[25] Helena Cobban, 1984. The Palestinian Liberation Organisation: People, Power, and Politics. Cambridge: Cambridge University Press.

[26] Khaled Hroub, 2010. “Hamas: Conflating National Liberation and Socio-Political Change.” In Political İslâm: Context Versus Ideology, ed. Hroub Khaled. London: Saqi, 161-81, ya da Mohammed Shadid, and Rick Seltzer. 1988b. “Trends in Palestinian Nationalism: Moderate, Radical, and Religious Alternatives.” Journal of South Asian and Middle Eastern Studies XI: 54-69.

[27] William Smith, 1982. “Radical, Resentful, but Ambiguous: An Unprecedented TIME Poll Gauges Feelings in the West Bank.” Time International 24-15.

[28] Matthew Levitt, 2006. Hamas: Politics, Charity, and Terrorism in the Service of Jihad. New Haven, CT: Yale University Press.

[29] Mustafa K. Erdemol, “Filistin: Seküler Direniş Hattından İslâmcılığa 1”, Cumhuriyet, 13 Ekim 2020, s.9.

[30] Klein, Menachem. 1997, ‘Competing Brothers: The Web of Hamas – PLO Relations’, in Bruce Maddy-Weitzman and Efraim Inbar (eds), Religious Radicalism in the Greater Middle East, London and Portland: Frank Cass..

[31] Mustafa K Erdemol, “Filistin: Seküler Direniş Hattından İslâmcılığa-3”, Cumhuriyet, 15 Ekim 2020, s.9.

[32] “Filistinlilerin Müslüman Kardeşleri: Hamas”, 24 Aralık 2017… http://gazetemanifesto.com/2017/12/24/pusula-filistinlilerin-musluman-kardesleri-hamas/

[33] Mustafa K. Erdemol, “HAMAS Şer’i Prensiplerinden Vazgeçti”, Birgün, 19 Eylül 2017, s.5.

[34] Ceyda Karan, “Cilalı Hamas Devri”, Cumhuriyet, 3 Mayıs 2017, s.13.

[35] Deren Gülsever, “Filistinli Mülteciler Yetmiş Yıldır Yurtsuz”, Birgün, 24 Haziran 2019, s.11.

[36] Nicola Saafin, “Filistin’de Yeni Bir Direniş Dinamiği: Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü”, Evrensel, 24 Eylül 2018, s.2.

[37] Chloé Benoist, “Filistin: 50 Yıllık İşgal 50 Yıllık Emek Mücadelesi”, Evrensel, 30 Kasım 2018, s.10.

[38] “Gazze’de Bir Milyon Çocuğun Hayatı Tehlikede”, Cumhuriyet, 6 Eylül 2017, s.2.

[39] “Gazze En Büyük Açık Hava Hapishanesi”, Cumhuriyet, 5 Mayıs 2018, s.13.

[40] Özdemir İnce, “İbrani – Filisti Kavgası”, Cumhuriyet, 21 Mayıs 2021, s.3.

[41] Robert Fisk, Büyük Medeniyet Savaşı – Ortadoğu’nun Fethi, İthaki Yay., 2011.

[42] “FHKC: Kudüs’ün Kaderini Trump Değil, Bizim Mücadelemiz Belirleyecek”, 7 Aralık 2017… https://gercegingunlugu.blogspot.com.tr/2017/12/fhkc-kudusun-kaderin-trump-degil-bizim.html

[43] “Abbas: ABD’ye Kapıyı Kapattı”, Cumhuriyet, 23 Aralık 2017, s.7.

[44] “Oslo Anlaşmaları Feshedildi”, Yeni Yaşam, 1 Şubat 2020, s.9.

[45] Ali Karataş-Yusuf Ertaş, “Filistin Davası Satılık Değil!”, Evrensel, 1 Temmuz 2019, s.10.

[46] İhsan Çaralan, “Trump ve Netanyahu’nun Ortadoğu Politikası Bu!”, Evrensel, 16 Mayıs 2018, s.3.

[47] Dövdüler İşkence Yaptılar”, Hürriyet, 29 Aralık 2017, s.29.

[48] Kamil Tekin Sürek, “Filistin’de Bir Katliam Daha”, Evrensel, 16 Mayıs 2018, s.4.

[49] “ABD, Filistinlilere Yardımı Geri Çekiyor”, Cumhuriyet, 18 Ocak 2018, s.7.

[50] Ömür Şahin Keyif, “Trump, Kudüs Kararı ile Bağışçılara Borcunu Ödüyor”, Birgün, 16 Mayıs 2018, s.5.

[51] “Filistin’den ABD Çalıştayı’na Karşı Boykot Çağrısı”, Evrensel, 25 Haziran 2019, s.10.

[52] “Gazze Kan Gölü”, Birgün, 17 Mayıs 2021, s.5.

[53] “Trump ‘Barış Planı’nı Açıkladı”, Yeni Yaşam, 30 Ocak 2020, s.9.

[54] “ABD, Filistin’den Elini Çek”, Birgün, 29 Ocak 2020, s.5.

[55] Mustafa Mert Bildircin, “Filistin Topraklarına El Koyma Planının Parçası”, Birgün, 16 Aralık 2017, s.5.

[56] “İsrail ile BAE Uzlaştı”, Cumhuriyet, 14 Ağustos 2020, s.7.

[57] “İran’a Karşı Savaş İçin Filistin’i Terk Eden Suudi Planı”, Birgün, 18 Aralık 2017, s.5.

[58] “İnsan Hakları Kuruluşu B’Tselem’den İsrail’e ‘Apartheid Rejimi’ Suçlaması”, 15 Mayıs 2021… https://direnisteyiz28.org/insan-haklari-kurulusu-btselemden-israile-apartheid-rejimi-suclamasi

[59] “Filistin Yönetimi, İsrail’i Şikâyet Etti”, Hürriyet, 23 Mayıs 2018, s.22.)

[60] “Kudüs Savaşı, Filistin Halkına Karşı Açılmış Bir Savaştır!”, 14 Mayıs 2021… https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/kudus-savasi-filistin-halkina-karsi-acilmis-bir-savastir-israilin-somurgeci-ve-irkci

[61] “Gazze Gösterisine Ateş Açıldı”, Yeni Yaşam, 10 Haziran 2018, s.9.

[62] “Gazze’ye Atılan Gazdan Etkilenen 8 Aylık Leyla Bebek Yaşamını Yitirdi”, Evrensel, 17 Mayıs 2018, s.10.

[63] “İsrail’in Yaraladığı 54 Filistinli Bitkisel Hayatta”, Evrensel, 18 Mayıs 2018, s.11.

[64] “İsrail, Filistinli Kadını Öldürdü”, Evrensel, 7 Mayıs 2016, s.11.

[65] “İsrail Saldırıyor, Filistin Direniyor”, Birgün, 14 Mayıs 2021, s.5.

[66] “Gazze Ateşi Dinmiyor”, Cumhuriyet, 5 Mayıs 2019, s.7.

[67] “Akile, İsrail Askerleri Tarafından Açılan Ateşte Öldürüldü”, Birgün, 12 Mayıs 2022, s.10.

[68] “Filistinlilerin Oy Hakkı Engelleniyor”, Birgün, 30 Aralık 2019, s.4.

[69] İnsan Hakları Konseyi’nin 2016 yılında aldığı bir karar gereği yayınlanması gereken liste, yaklaşık 4 yıl sonra BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Michelle Bachelet öncülüğünde hazırlandı. Raporunda, bölgedeki 94’ü İsrail, 18’i diğer ülkelere ait toplam 112 firmanın tam listesi var. BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin hazırladığı listede, ABD’den “Airbnb Inc”, “Expedia Group Inc”, “Motorola Solutions Inc”, “TripAdvisor Inc”, “General Mills Inc” ve “Booking Holdings Inc” yer alıyor. Listede, ayrıca Hollanda’dan “Booking.com”, “Kardan N.V”, “Altice Europe N.V” ve “Tahal Group International”, İngiltere’den “JC Bamford Excavators Ltd”, “Opodo Ltd” ve “Greenkote P.L.C”, Fransa’dan “Egis Rail”, “Egis S.A” ve “Alstom S.A” ve Lüksemburg’dan “eDreams ODIGEO S.A” ve Tayland’dan da “Indorama Ventures P.C.L” bulunuyor. (“BM’den ‘İşgal Tüccarları’ Listesi”, Yeni Yaşam, 14 Şubat 2020, s.9.)

[70] “Filistin, İsrail’le Yapılan Tüm Anlaşmaları Askıya Aldı”, Evrensel, 27 Temmuz 2019, s.9.

[71] “Filistin’den Oslo Resti”, Birgün, 1 Şubat 2020, s.5.

[72] “FHKC: Siyonist Savaş Makinesi Filistin Halkını Her Yerden Sürmeye Çalışıyor”, 12 Mayıs 2021… https://direnisteyiz28.org/fhkc-Siyonist-savas-makinesi-filistin-halkini-her-yerden-surmeye-calisiyor

[73] “FHKC Şehit Ebu Ali Mustafa Tugayları: Bizler Tek Sığınağı Tüfekleri Olan Bir Halkız”“, 15 Mayıs 2021… https://direnisteyiz28.org/fhkc-sehit-ebu-ali-mustafa-tugaylari-bizler-tek-siginagi-tufekleri-olan-bir-halkiz

[74] “FHKC Lideri Ahmed Saadat: Esirler Çelikten Yeni Bir Destan Yazdılar”, 29 Mayıs 2017… http://sendika43.org/2017/05/fhkc-lideri-ahmed-saadat-esirler-celikten-yeni-bir-destan-yazdilar/

[75] “FHKC Lideri Ahmed Saadat: ‘Filistin’i Seçkinler Değil Halk Kurtaracak’…”, 24 Aralık 2018… http://bdsturkiye.org/makaleler/fhkc-lideri-ahmed-saadat-filistini-seckinler-degil-halk-kurtaracak/

[76] Hasan Sivri, “Leyla Halid: Filistin Halkının Önündeki Tek Seçenek Direniş ve Silahlı Mücadeledir”, 10 Ocak 2019… http://sendika63.org/2019/01/leyla-halid-filistin-halkinin-onundeki-tek-secenek-direnis-ve-silahli-mucadeledir-hasan-sivri-medya-safak-525777/

[77] 1970’de Ürdün’de düzenlenen “Kara Eylül” baskınlarında 2 bin Filistinli ve Ürdünlü yaşamını yitirdi ve binlerce kişi Lübnan’a kaçmak zorunda kaldı. Takip eden yıllarda Lübnan’da da benzer bir süreç yaşanacaktı.

Kara Eylül örgütü Ürdün’de yaşananların yarattığı öfkeden doğdu. Aşırılıkçı bir azınlığın teşebbüsü olsa da, Filistinlilerin İsrail’e karşı yürüttükleri mücadelede içine düştükleri çaresizliğin kanıtı gibiydi. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi mensubu ve 1960-70’lerdeki uçak kaçırma olaylarının mucidi Wadie Haddad’a göre, İsrail ile “aritmetik” bir mücadele yürütmek anlamsızdı. Amaç, etki ağırlığı yüksek eylemler gerçekleştirmek olmalıydı. Haddad’ın bulduğu yöntem, uluslararası havayollarının uçaklarını kaçırmaktı. İsrail’in “zayıf noktalarına” vurmanın, Filistinliler için stratejik bir dönüşüm getireceğini düşünüyordu. Bu yaklaşım, dönemin direniş faaliyetlerine damgasını vurdu. Haddad doğrudan İsrailliler hedefe konmasa ya da şiddet amaçlanmasa dahi mücadeleyi uluslararası arenaya yansıtmanın Filistin’i gelişmiş dünyada daimi bir “rahatsızlık unsuru” hâline getireceğini hesap ediyordu. Bu sayede Filistin sorununun uluslararası düzeyde değerlendirileceğini ve çözümü zorunlu kılacağını savunuyordu.

Münih saldırısı Filistin sorununu gerçekten dünyanın gündemine taşıdı. Kullanılan bazı farklı taktiklerin de desteğiyle FKÖ’ye diplomatik alanda iki kazanım getirdi: Arap Birliği üyeleri örgütü 1974 yılında “Filistin halkının tek meşru temsilcisi” olarak tanıdı. Bir ay sonra BM Genel Kurulu FKÖ’ye gözlemci üye statüsü verdi. Fakat tüm bunlarla birlikte olumsuz algılar da yerleşik hâle geldi ve Filistinliler dünya tarafından pervasız ve şiddet yanlısı olarak algılandılar. Bu algı günümüzde bir nebze zayıflamış olsa da, Filistinliler ne zaman daha “sert” direniş yöntemlerine başvursalar tekrar ağırlık kazanıyor. İkinci İntifada esnasında düzenlenen intihar saldırıları bu türde bir örnek. (Emad Moussa, “Filistinliler İçin Alternatif Nedir?”, Birgün, 26 Eylül 2023, s.11.)

[78] Aydın Engin, “Leyla Halid’den Ahed Tamimi’ye…”, Cumhuriyet, 30 Temmuz 2018, s.8.

[79] Turan Eser, “Filistin”, Birgün, 18 Mayıs 2018, s.5.

[80] “Gazze’siz Filistin Devleti Asla Olmaz”, Birgün, 13 Kasım 2023, s.11.

[81] “Filistin Lideri Abbas: İsrail’le Barışa Hazırız”, Evrensel, 3 Ekim 2016, s.11.

[82] “Abbas: Arafat’ın Katillerini Açıklayacağız”, Hürriyet, 10 Kasım 2016… http://www.hurriyet.com.tr/mahmud-abbas-arafatin-katillerini-aciklayacagiz-40274293

[83] “BM’den Çözüm Yoluna İşaret”, Yeni Yaşam, 6 Şubat 2020, s.9.

[84] Ömer Karmi, “Ah Kudüs Ah! İki Devletli Çözüme Ağı”, Birgün, 18 Aralık 2017, s.5.

[85] Maksim Gorki, Ana, çev: Ayda Düz, Ararat Yay., 1972.

[86] Rami G. Khouri, “Halkın Mücadelesi Bu Defa Çok Farklı”, Birgün, 17 Mayıs 2021, s.10.

[87] Ruqaya Izzidien, “Filistin’e Yönelik Fikirler Değişmeye Başlıyor”, Birgün, 16 Temmuz 2018, s.5.

[88] Kolektif-Latince Güzel Sözler Antolojisi, der. ve çev: Çiğdem Dürüşken, Alfa Yay., 2015.

[89] “Netanyahu: Bana Hitler Dedikçe Ticaretimiz Büyüyor”, Cumhuriyet, 7 Şubat 2020, s.7.

[90] “Efelik de Bol Ticaret de”, Birgün, 26 Eylül 2019, s.9.

[91] Ceyda Karan, “İsrail Dışişleri Direktörü Dore Gold: Çıkarlar Örtüşüyor”, Cumhuriyet, 2 Eylül 2015, s.10.

[92] Barkın Şık, “Türkiye Bizden Silah İstiyor”, Cumhuriyet, 25 Temmuz 2013, s.12.

[93] Sami Kohen, “İsrail Neden Özür Diledi?”, Milliyet, 24 Mart 2013, s.30.

[94] Umut Koldaş, “İsrail’le ‘Yeni’ Dönem”, Milliyet, 14 Mart 2014, s.21.

[95] Mustafa Gürlek-Elif Eşit, “CHP’li Erdoğdu: AKP, İsrail’in Dostluğunu Kazanmak”, Zaman, 17 Şubat 2015, s.11.

[96] “Filistinlilere Vize, İsraillilere Muafiyet”, Cumhuriyet, 27 Haziran 2015, s.16.

[97] Emre Deveci, “İşgalin Çimentosu Türkiye’den”, Cumhuriyet, 18 Eylül 2019, s.11.

[98] Emre Deveci, “… ‘İşgal Devleti’ ile Ticaret Tıkırında”, Cumhuriyet, 16 Aralık 2017, s.9.

[99] “Tepkileri Hamaset, Amaçları Ticaret”, Birgün, 21 Mayıs 2021, s.9.

[100] Bahadır Selim Dilek, “İsrail ile Gizli Görüşme”, Cumhuriyet, 24 Kasım 2012, s.13.

[101] Duygu Güvenç, “Gazze Yalanı Belgelendi”, Cumhuriyet, 15 Temmuz 2016, s.10.

[102] Bahadır Selim Dilek, “AKP’den İsrail’e ‘Gizli Destek’…”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2013, s.9.

[103] Remzi Barud, “Teşekkürler Türkiye, Fakat Gazze’nin Aradığı Şey Bağış Değil, Özgürlük”, Ramzybaroud.net,11 Temmuz 2016… http://www.medyasafak.net/haber/2059/remzi-barud–tesekkurler-turkiye,-fakat-gazze-nin-aradigi-sey-bagis-de

[104] Aysun Sadıkoğlu, “Filistin Sorunu ve Sosyalizm”, Kaldıraç, No:239, Haziran 2021, s.58-60.

[105] Taylan Yılmaz, “Filistin Davası ve Sol”, 24 Aralık 2017… http://gazetemanifesto.com/2017/12/24/pusula-filistin-davasi-sol/

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑