Makaleler

Published on Temmuz 31st, 2023

0

Karanlığı manşetlerde yırtmak… | Doğan Özgüden


Türkiye’nin en eski gazetesinde başlattığımız sola açılım ve Türkiye İşçi Partisi’ne verdiğimiz destek, kapitalistler ve onların emrindeki Demirel tarafından engellenmişti

Bir hafta önce, 24 Temmuz, Türkiye’de hem Lozan Antlaşması’nın 100. yıldönümü, hem de “Basın Bayramı” olarak kutlandı. Önceki yıllarda bir de “İşçi Bayramı” olarak kutlanırdı, ancak işçi sınıfımızın 60’lı yıllardan itibaren dünyanın her yanında olduğu gibi 1 Mayıs’ı “Birlik, mücadele ve dayanışma günü” olarak kutlamaya başlamasından bu yana o çakma işçi bayramı tarihe gömülmüş bulunuyor.

Lozan Antlaşması’nın 100. yıldönümü bu yıl Türkiye’de ve Türk göçünün yoğun bulunduğu tüm ülkelerde coşkuyla kutlanırken, Kürdistan Ulusal Kongresi tarafından İsviçre’de düzenlenen bir konferansta bu antlaşmanın Kürt ulusunun hak ve özgürlükleri açısından içerdiği noksanlıklar net şekilde ortaya kondu. 

Osmanlı Devleti’nin çöküşünden sonra yerini alacak olan Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası planda tanınmasının sağlayan Lozan Antlaşması’nda Kürt ulusunun varlığının yok sayılması, Kürdistan coğrafyasının dörde bölünüp Türk, Fars ve Arap hakimiyetindeki devletlere tabi kılınması, hiç kuşkusuz, insanlık tarihin en dramatik olaylarından biridir. Üstelik bu devletlerde Kürt ulusunun kendi dilini özgürce kullanma, yerel statüde dahi olsa kendi öz yönetimini oluşturma hakkı hâlâ ayaklar altına alınmaktaysa…

Buyurun size Lozan Antlaşması’nın üzerinden 100 yıl geçtikten sonra Birleşmiş Milletler çatısı altında eşit haklar ve yetkilerle temsil edilen tam 195 devletten birkaçının nüfus sayıları:

Saint Kitts ve Nevis 48.000, Marshall Adaları 39.262, Monako 39.150, Palau 16.733, Nauru 11.832, Tuvalu 10.679, Vatikan 246…

Buna karşılık, İsviçre Kürt Enstitüsü başkanı Muhammed Karwani’nin yine Birleşmiş Milletler belgelerine dayanarak verdiği bilgiye göre, dünyadaki 20 ülkede Kürt nüfusu toplam 70 milyonu buluyor, bu nüfusun 32,8 milyonu Türkiye’de, 18,3 milyonu İran’da, 7,9 milyonu Irak’ta, 3,6 milyonu Suriye’de yaşıyor.

Buna rağmen Kürt ulusunun Birleşmiş Milletler’de 246 nüfuslu Vatikan ya da 10 bin nüfuslu Tuvalu kadar dahi söz hakkı bulunmuyor. 

Lozan’daki konferansta hem bu büyük temsiliyet haksızlığın giderilmesi için Birleşmiş Milletler’e, hem de 70 milyonluk Kürt nüfusunun hak ve özgürlüklerinin, demokratik taleplerinin tanınması mücadelesine el vermeleri için tüm ülkelerin insan hakları ve özgürlük savunucusu güçlerine çağrı yapıldı. 

Bu çağrıya olumlu yanıt vermek, dünyanın tüm ülkelerinden önce, Türkiye’de Mayıs 2023 seçimlerinden yenik çıkıp hâlâ iç hesaplarını tamamlayamamış muhalefet partilerine düşüyor. 32,8 milyon Kürd’ün yaşadığı Türkiye’de sekiz ay sonra yapılacak yerel seçimlerde yeni bir yenilgiye uğramamanın ana koşularından biri de hiç kuşkusuz Lozan’dan yükselen bu çağrıya verecekleri yanıt olacak.

İşçi sınıfına bir zamanlar dayatılan çakma işçi bayramı

Türkiye’de 27 Mayıs 1960 darbesini izleyen on yıllarda 24 Temmuz CHP’nin başını çektiği koalisyonun ve işbirlikçi sendika liderlerinin dayatmasıyla uzun süre resmen “İşçi Bayramı” olarak kutlanmıştır.

Öncesi de var… 1 Mayıs’ın tüm dünyada olduğu gibi işçi sınıfı bayramı olarak kullanılmasını önlemek için CHP’nin tek parti iktidarı döneminde 1 Mayıs “Bahar Bayramı” ilan edilmiş, “Nisan, mayıs ayları, gevşer gönül yayları, çayır çimen bekliyor, bayanlarla bayları…” diye şarkı bestelettirilerek “Uyan artık uykudan uyan… Uyan esirler dünyası.,,” diye başlayan Enrernasyonal marşı işçi sınıfının belleğinden silinmek istenmiştir.

27 Mayıs darbesinin ardından kabul edilen 1961 Anayasası ile bazı temel hak ve özgürlükler tanınmış, ama 1 Mayıs’ı “çayır çimen bayramı” olmaktan çıkartıp gerçek sahibi olan işçi sınıfına iade etmek kimsenin aklından geçmemiştir. Ne Milli Birlik Komitesi’nin, ne de onlardan sonra seçimle iktidar olan İnönü CHP’sinin…Komünizmle mücadeleyi ana hedef olarak benimsemiş olan Demirel’in AP’sinden de zaten böyle bir şey beklenemezdi…

İşbirlikçi ve Amerikancı Türk-İş ise 1 Mayıs’ı tamamen unutturmak için, 1963’te, Bülent Ecevit’in çalışma bakanı olduğu zaman hazırlanan 274 ve 275 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi yasalarının Meclis’ten geçtiği 24 Temmuz’u “İşçi Bayramı” ilan etmiştir. 

Oysa bayram yapılacak bir durum yoktu, zira işçiye grev hakkı tanınırken, anayasada sözü edilmediği halde Ecevit kapitalistlere taviz vererek 275 sayılı yasaya “lokavt”ı da bir hak olarak sokuşturmuştu.

Patronların ve iktidarların da desteğiyle 24 Temmuz yıllarca “İşçi Bayramı” olarak kutlandıktan sonra, devrimci sendikacıların 1967’de DİSK’i kurmasından ve işçi sınıfının gerçek bayramı 1 Mayıs’ı giderek kitlesel şekilde kutlamaya başlamalarından sonra Türk-İş bu sahtekârlıktan vazgeçmek zorunda kalacak, biçimsel de olsa gerçek İşçi Bayramı 1 Mayıs’ı DİSK’le birlikte kutlamaya başlayacaktı.

Sansürün hiç eksik olmadığı bir ülkede göstermelik basın bayramı

24 Temmuz’un Basın Bayramı olarak kutlanmasına gelince, onun da nedeni, çok kısa bir süre için de olsa, 115 yıl önce basın üzerindeki sansürün kaldırılmış olmasıdır.

1908’de gerçekten ne olmuştu? 1. Meşrutiyet ile 2. Meşrutiyet arasındaki dönemde gazeteler ancak sansür memurlarının denetiminden geçtikten sonra basılabilirken, 2. Meşrutiyet’in ilan edilmesinin ardından 24 Temmuz’da gazeteler ilk defa sansür denetiminden geçmeden yayınlanabilmişti.

Ama hemen ardından gelen İttihat ve Terakki ve tek parti CHP dönemlerinde sansür ve baskılar yine çeşitli biçimlerde tüm acımasızlığıyla uygulanır olmuştu.

2. Dünya Savaşı’nın ardından galip ülkelerin baskısıyla çok partili rejime geçildikten sonra sansür uygulaması bir nebze gevşemiş, 1948’den sonra da 24 Temmuz Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin istemiyle “Basın Bayramı” olarak kutlanmaya başlamıştı.

Ne var ki, resmi törenlerle bu bayram kutlana dursun, “demokrasi” vaadleriyle iktidara gelen DP döneminde de gazeteler kapatılıp muhalif gazeteciler hapse atılarak sansür uygulaması bir başka biçimde hortlatılmıştı.

Bu basın özgürlüğü düşmanlığının 60’lı yıllarda önce CHP’nin, ardından AP’nin başını çektiği iktidarları döneminde de farklı dozajlarda sürdürülmesinin ardından 12 Mart 1971 darbesiyle tam bir aleniyet kazanması üzerinedir ki, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 24 Temmuz’un artık “Basın Bayramı” olarak kutlanmasına ara vermiştir.

Demokrasiden, özgürlüklerden ve halkların eşitliğinden yana olan tüm gazeteciler gibi, İnci de ben de, 30 yıldan beri 3 Mayıs’ta, birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1993’te kabul etmiş olduğu Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nü kutluyoruz. 

En son bu yıl, Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nü, Brüksel’de Avrupa Birliği kurumlarının bulunduğu Schumann Meydanı’nda Avrupa Türk Gazeteciler Birliği yöneticilerinin düzenlediği bir mitingle kutladık. 

Tayyip’in 22 yıllık başbakanlık-cumhurbaşkanlığı döneminde basın özgürlüğünün nasıl ayaklar altına alındığı basın örgütlerince yayınlanan raporlarda da sık sık belgeleniyor…

En son uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütü, 2023 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Türkiye’yi 180 ülke içerisinde 165. sırada gösterdi. Geçen yıl 149. sırada olan Türkiye özellikle Kürt gazetecilere yönelik toplu tutuklamalar nedeniyle 2023’te 16. sıra birden gerilemiş oldu.

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti de 24 Temmuz’un son yıldönümünde şu açıklamayı yaptı:

Medyanın yüzde 90’ını kontrol eden iktidar, haberin üretimini engelleyip, yurttaşı bilgisizleştirmekte, var olan olumsuzlukları normalleştirmeye, kamu yararına zarar veren eylemleri gözden uzak tutmaya çalışmaktadır.

“Son 23 yıldır bu çabaların sonucunda 12 bini aşkın gazeteci işsiz kalmış, yüzlerce yayın organı kapatılmış, bine yakın gazeteci de tutuklanmıştır. Cezaevinde hala 20 gazeteci bulunmaktadır.”

24 Temmuz günü dijital medyada Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin açıklamasını ve izlerken ekrana, meslektaşımız Seran Vreskala’nın “Sürgün Dizisi”nde benimle yaptığı 54 dakikalık söyleşisi düştü. (*)

Söyleşinin büyük bölümü İnci ile benim yarım yüzyılı aşkın süredir sürgünde verdiğimiz mücadele üzerine olmakla birlikte, zaman zaman Türkiye’deki çocukluk ve gençlik yıllarıma, özellikle de Akşam gazetesinin ve Ant dergisinin genel yayın yönetmenliğini yaptığım 60’lı yıllara uzanıyordu.

1967 yılında Yaşar Kemal ve Fethi Naci ile birlikte kurduğumuz, hakkımızda yüzlerce yıllık hapis talebiyle davalar açılan, bunlara askeriyenin fiziksel tehditlerinin de eklenmesi yüzünden sürgüne çıkmak zorunda kaldığımız Ant Dergisi hakkında daha önceki söyleşilerimizde de çok bilgi vermiştik.

Ant Dergisi, para babası patronu olmayan, sadece İnci ile benim ve de birlikte çalıştığımız devrimci dostlarımızın emeği ve maddi fedakârlığıyla yayınlanan bir dergiydi… Başımıza buyruktuk… Tek engel, ardı arkası kesilmeyen tehditler ve TCK’nın 140, 141, 142, 158, 159, 311 ve 312. maddelerinden açılan, toplam yüzlerce yıl hapis istenen davalardı…

Kendi yarattığımız dergi, 12 Mart darbesinin hemen ardından sıkıyönetim tarafından tarihe gömüldü…

Türkiye’nin en eski gazetesinde karanlığı manşetlerde yırtma mücadelesi 

Ya Akşam gazetesi? 

Türkiye İşçi Partisi’nde militanlık ve yöneticilik yapmış bir gazeteci olarak, yönetimini üstlendikten sonra Akşam gazetesini kısa zamanda Türkiye’de yükselen sosyalist hareketin günlük sesi haline getirmeyi görev bilmiştim. 

Kısa sürede gazetenin yazı işleri yönetimine Cengiz Tuncer, Hüseyin Baş, Muammer Erol, Selahattin Hilav, Odhan Baykara gibi sosyalist meslektaşları getirdiğim gibi, Çetin Altan, Aziz Nesin, İlhami Soysal, Fethi Naci, Yaşar Kemal ve daha onlarca sosyalist yazara gazetenin sütunlarını açmıştım.

Akşam’ın günlük sol mücadele gazetesi işlevini yerine getirebilmesinin olmazsa olmaz koşulu ülkenin üzerine çökmekte olan karanlığı çarpıcı manşetlerle de yırtabilmekti. İnci’nin birinci sayfa sekreterliğini üstlenmesinden sonradır ki  Akşam’ın manşetleri gerçekten olay olmaya başladı.

12 Mart 1965’te Zonguldak’taki üç maden ocağında 7 bin işçinin grevi sırasında Mehmet Çavdar ve Satılmış Tepe adlarındaki iki madencinin vurularak öldürülmesi üzerine Akşam’ın ertesi günkü sayısını bir protesto afişi gibi yayınladık.

TİP’in 15 milletvekili çıkartarak Türkiye’nin siyasal gündemine damga vuracağı 10 Ekim 1965 milletvekili seçimi yaklaşırken, haberlerine geniş yer vererek Türkiye İşçi Partisi’ni açıkça destekliyorduk. Üstelik, CHP listesinden bağımsız milletvekili adayı olan gazete patronu Malik Yolaç’ın ardı arkası kesilmeyen müdahalelerine rağmen… Oylamaya altı gün kala tüm partilerin mitinglerini haber olarak yansıtırken 4 Ekim 1965 tarihli Akşam’ın birinci sayfasında sadece TIP’in mitingini Aybar’ın fotoğrafıyla birlikte ön plana çıkartmış ve haberi yedi sütun üzerinden “TİP toplantısında 50 bin kişi and içti” başlığıyla vermiştik.

AP’nin iktidar olduktan sonra başlattığı devlet terörünü Akşam’da sürekli olarak manşetten yansıtıyorduk… Örneğin Orhan Kemal’in iki arkadaşıyla birlikte “Hücre çalışması ve komünizm propagandası” yaptığı gerekçesiyle tutuklanmasını ertesi günü Akşam’ın manşetinden yansıtmıştık.

Gazetenin en çok okunan yazarı Çetin Altan’ın bağımsız milletvekili seçildikten sonra Meclis’te kendisine söz hakkı verilmemesi üzerine parti grubu adına konuşabilmek için Türkiye İşçi Partisi’ne katılması, günlük yazılarına ek olarak TIP’in mitinglerinin en ilgiyle dinlenen hatiplerinden biri olması giderek Akşam’ı sadece aşırı sağın ve islamcıların değil, Demirel iktidarının da boy hedefi haline getirdi.

Gazetenin tirajı bu mücadeleci yayın nedeniyle sürekli artarken Demirel Hükümeti’nin ve kapitalistlerin baskıları nedeniyle ilan gelirleri hızla düşmeye başlamış, SEKA’dan yükselen tirajımızın gerektirdiği miktarda kağıt satın alabilecek, çalışanların ücretlerini zamanında ödeyebilecek para bulmak büyük bir sorun haline gelmişti.

Mali sorunun üstesinden gelebilmek için gazetenin sahibi Malik Yolaç sol yazarların, özellikle de TİP milletvekili olan Çetin Altan’ın yazılarını yayınlamamam, bu mümkün olmazsa bir süre ara vermem için sürekli baskı yapıyordu. 

Çalışanların desteğiyle bu baskılara karşı direnince, patron Malik Yolaç hem beni, hem de gazeteyi benimle birlikte hazırlayan İnci Tuğsavul, Cengiz Tuncer ve Hüseyin Baş’ı tasfiye ederek Akşam’ın sol açılımına son verdi.

1966’da Akşam’ın başına gelen, Bâbıâli’de en eski ve en yüksek tirajlı bir patron gazetesinin manşetlerinde karanlığı yırtma mücadelesinin sonucuydu…

Kuşkusuz Akşam deneyimi tek değil… Sonraki yıllarda baskılara, darbelere direnen, hattâ yöneticilerini ve yazarlarını devlet terörüne kurban veren çok değerli günlük gazeteler yayınlandı, günümüzde de tüm baskı ve engellemelere rağmen mücadele vermeye devam eden, solun ve Kürt ulusunun sesini duyuran günlük gazeteler var. Sabahları Internet’e girer girmez ilk okuduğum gazeteler onlardır…

Kapanmış olanları saygıyla anıyor, mücadeleyi sürdürmekte olanları yoldaşça dayanışma duygularımla selamlıyorum.

https://www.youtube.com/watch?v=RCXCyYRpfoU


Karanlığı manşetlerde yırtmak…

Türkiye’nin en eski gazetesinde başlattığımız sola açılım ve Türkiye İşçi Partisi’ne verdiğimiz destek 

kapitalistler ve onların emrindeki Demirel tarafından engellenmişti

Doğan Özgüden

(Artı Gerçek, 31 Temmuz 2023)

Bir hafta önce, 24 Temmuz, Türkiye’de hem Lozan Antlaşması’nın 100. yıldönümü, hem de “Basın Bayramı” olarak kutlandı. Önceki yıllarda bir de “İşçi Bayramı” olarak kutlanırdı, ancak işçi sınıfımızın 60’lı yıllardan itibaren dünyanın her yanında olduğu gibi 1 Mayıs’ı “Birlik, mücadele ve dayanışma günü” olarak kutlamaya başlamasından bu yana o çakma işçi bayramı tarihe gömülmüş bulunuyor.

Lozan Antlaşması’nın 100. yıldönümü bu yıl Türkiye’de ve Türk göçünün yoğun bulunduğu tüm ülkelerde coşkuyla kutlanırken, Kürdistan Ulusal Kongresi tarafından İsviçre’de düzenlenen bir konferansta bu antlaşmanın Kürt ulusunun hak ve özgürlükleri açısından içerdiği noksanlıklar net şekilde ortaya kondu. 

Osmanlı Devleti’nin çöküşünden sonra yerini alacak olan Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası planda tanınmasının sağlayan Lozan Antlaşması’nda Kürt ulusunun varlığının yok sayılması, Kürdistan coğrafyasının dörde bölünüp Türk, Fars ve Arap hakimiyetindeki devletlere tabi kılınması, hiç kuşkusuz, insanlık tarihin en dramatik olaylarından biridir. Üstelik bu devletlerde Kürt ulusunun kendi dilini özgürce kullanma, yerel statüde dahi olsa kendi öz yönetimini oluşturma hakkı hâlâ ayaklar altına alınmaktaysa…

Buyurun size Lozan Antlaşması’nın üzerinden 100 yıl geçtikten sonra Birleşmiş Milletler çatısı altında eşit haklar ve yetkilerle temsil edilen tam 195 devletten birkaçının nüfus sayıları:

Saint Kitts ve Nevis 48.000, Marshall Adaları 39.262, Monako 39.150, Palau 16.733, Nauru 11.832, Tuvalu 10.679, Vatikan 246…

Buna karşılık, İsviçre Kürt Enstitüsü başkanı Muhammed Karwani’nin yine Birleşmiş Milletler belgelerine dayanarak verdiği bilgiye göre, dünyadaki 20 ülkede Kürt nüfusu toplam 70 milyonu buluyor, bu nüfusun 32,8 milyonu Türkiye’de, 18,3 milyonu İran’da, 7,9 milyonu Irak’ta, 3,6 milyonu Suriye’de yaşıyor.

Buna rağmen Kürt ulusunun Birleşmiş Milletler’de 246 nüfuslu Vatikan ya da 10 bin nüfuslu Tuvalu kadar dahi söz hakkı bulunmuyor. 

Lozan’daki konferansta hem bu büyük temsiliyet haksızlığın giderilmesi için Birleşmiş Milletler’e, hem de 70 milyonluk Kürt nüfusunun hak ve özgürlüklerinin, demokratik taleplerinin tanınması mücadelesine el vermeleri için tüm ülkelerin insan hakları ve özgürlük savunucusu güçlerine çağrı yapıldı. 

Bu çağrıya olumlu yanıt vermek, dünyanın tüm ülkelerinden önce, Türkiye’de Mayıs 2023 seçimlerinden yenik çıkıp hâlâ iç hesaplarını tamamlayamamış muhalefet partilerine düşüyor. 32,8 milyon Kürd’ün yaşadığı Türkiye’de sekiz ay sonra yapılacak yerel seçimlerde yeni bir yenilgiye uğramamanın ana koşularından biri de hiç kuşkusuz Lozan’dan yükselen bu çağrıya verecekleri yanıt olacak.

İşçi sınıfına bir zamanlar dayatılan çakma işçi bayramı

Türkiye’de 27 Mayıs 1960 darbesini izleyen on yıllarda 24 Temmuz CHP’nin başını çektiği koalisyonun ve işbirlikçi sendika liderlerinin dayatmasıyla uzun süre resmen “İşçi Bayramı” olarak kutlanmıştır.

Öncesi de var… 1 Mayıs’ın tüm dünyada olduğu gibi işçi sınıfı bayramı olarak kullanılmasını önlemek için CHP’nin tek parti iktidarı döneminde 1 Mayıs “Bahar Bayramı” ilan edilmiş, “Nisan, mayıs ayları, gevşer gönül yayları, çayır çimen bekliyor, bayanlarla bayları…” diye şarkı bestelettirilerek “Uyan artık uykudan uyan… Uyan esirler dünyası.,,” diye başlayan Enrernasyonal marşı işçi sınıfının belleğinden silinmek istenmiştir.

27 Mayıs darbesinin ardından kabul edilen 1961 Anayasası ile bazı temel hak ve özgürlükler tanınmış, ama 1 Mayıs’ı “çayır çimen bayramı” olmaktan çıkartıp gerçek sahibi olan işçi sınıfına iade etmek kimsenin aklından geçmemiştir. Ne Milli Birlik Komitesi’nin, ne de onlardan sonra seçimle iktidar olan İnönü CHP’sinin…Komünizmle mücadeleyi ana hedef olarak benimsemiş olan Demirel’in AP’sinden de zaten böyle bir şey beklenemezdi…

İşbirlikçi ve Amerikancı Türk-İş ise 1 Mayıs’ı tamamen unutturmak için, 1963’te, Bülent Ecevit’in çalışma bakanı olduğu zaman hazırlanan 274 ve 275 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi yasalarının Meclis’ten geçtiği 24 Temmuz’u “İşçi Bayramı” ilan etmiştir. 

Oysa bayram yapılacak bir durum yoktu, zira işçiye grev hakkı tanınırken, anayasada sözü edilmediği halde Ecevit kapitalistlere taviz vererek 275 sayılı yasaya “lokavt”ı da bir hak olarak sokuşturmuştu.

Patronların ve iktidarların da desteğiyle 24 Temmuz yıllarca “İşçi Bayramı” olarak kutlandıktan sonra, devrimci sendikacıların 1967’de DİSK’i kurmasından ve işçi sınıfının gerçek bayramı 1 Mayıs’ı giderek kitlesel şekilde kutlamaya başlamalarından sonra Türk-İş bu sahtekârlıktan vazgeçmek zorunda kalacak, biçimsel de olsa gerçek İşçi Bayramı 1 Mayıs’ı DİSK’le birlikte kutlamaya başlayacaktı.

Sansürün hiç eksik olmadığı bir ülkede göstermelik basın bayramı

24 Temmuz’un Basın Bayramı olarak kutlanmasına gelince, onun da nedeni, çok kısa bir süre için de olsa, 115 yıl önce basın üzerindeki sansürün kaldırılmış olmasıdır.

1908’de gerçekten ne olmuştu? 1. Meşrutiyet ile 2. Meşrutiyet arasındaki dönemde gazeteler ancak sansür memurlarının denetiminden geçtikten sonra basılabilirken, 2. Meşrutiyet’in ilan edilmesinin ardından 24 Temmuz’da gazeteler ilk defa sansür denetiminden geçmeden yayınlanabilmişti.

Ama hemen ardından gelen İttihat ve Terakki ve tek parti CHP dönemlerinde sansür ve baskılar yine çeşitli biçimlerde tüm acımasızlığıyla uygulanır olmuştu.

2. Dünya Savaşı’nın ardından galip ülkelerin baskısıyla çok partili rejime geçildikten sonra sansür uygulaması bir nebze gevşemiş, 1948’den sonra da 24 Temmuz Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin istemiyle “Basın Bayramı” olarak kutlanmaya başlamıştı.

Ne var ki, resmi törenlerle bu bayram kutlana dursun, “demokrasi” vaadleriyle iktidara gelen DP döneminde de gazeteler kapatılıp muhalif gazeteciler hapse atılarak sansür uygulaması bir başka biçimde hortlatılmıştı.

Bu basın özgürlüğü düşmanlığının 60’lı yıllarda önce CHP’nin, ardından AP’nin başını çektiği iktidarları döneminde de farklı dozajlarda sürdürülmesinin ardından 12 Mart 1971 darbesiyle tam bir aleniyet kazanması üzerinedir ki, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 24 Temmuz’un artık “Basın Bayramı” olarak kutlanmasına ara vermiştir.

Demokrasiden, özgürlüklerden ve halkların eşitliğinden yana olan tüm gazeteciler gibi, İnci de ben de, 30 yıldan beri 3 Mayıs’ta, birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1993’te kabul etmiş olduğu Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nü kutluyoruz. 

En son bu yıl, Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nü, Brüksel’de Avrupa Birliği kurumlarının bulunduğu Schumann Meydanı’nda Avrupa Türk Gazeteciler Birliği yöneticilerinin düzenlediği bir mitingle kutladık. 

Tayyip’in 22 yıllık başbakanlık-cumhurbaşkanlığı döneminde basın özgürlüğünün nasıl ayaklar altına alındığı basın örgütlerince yayınlanan raporlarda da sık sık belgeleniyor…

En son uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütü, 2023 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Türkiye’yi 180 ülke içerisinde 165. sırada gösterdi. Geçen yıl 149. sırada olan Türkiye özellikle Kürt gazetecilere yönelik toplu tutuklamalar nedeniyle 2023’te 16. sıra birden gerilemiş oldu.

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti de 24 Temmuz’un son yıldönümünde şu açıklamayı yaptı:

Medyanın yüzde 90’ını kontrol eden iktidar, haberin üretimini engelleyip, yurttaşı bilgisizleştirmekte, var olan olumsuzlukları normalleştirmeye, kamu yararına zarar veren eylemleri gözden uzak tutmaya çalışmaktadır.

“Son 23 yıldır bu çabaların sonucunda 12 bini aşkın gazeteci işsiz kalmış, yüzlerce yayın organı kapatılmış, bine yakın gazeteci de tutuklanmıştır. Cezaevinde hala 20 gazeteci bulunmaktadır.”

24 Temmuz günü dijital medyada Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin açıklamasını ve izlerken ekrana, meslektaşımız Seran Vreskala’nın “Sürgün Dizisi”nde benimle yaptığı 54 dakikalık söyleşisi düştü. (*)

Söyleşinin büyük bölümü İnci ile benim yarım yüzyılı aşkın süredir sürgünde verdiğimiz mücadele üzerine olmakla birlikte, zaman zaman Türkiye’deki çocukluk ve gençlik yıllarıma, özellikle de Akşam gazetesinin ve Ant dergisinin genel yayın yönetmenliğini yaptığım 60’lı yıllara uzanıyordu.

1967 yılında Yaşar Kemal ve Fethi Naci ile birlikte kurduğumuz, hakkımızda yüzlerce yıllık hapis talebiyle davalar açılan, bunlara askeriyenin fiziksel tehditlerinin de eklenmesi yüzünden sürgüne çıkmak zorunda kaldığımız Ant Dergisi hakkında daha önceki söyleşilerimizde de çok bilgi vermiştik.

Ant Dergisi, para babası patronu olmayan, sadece İnci ile benim ve de birlikte çalıştığımız devrimci dostlarımızın emeği ve maddi fedakârlığıyla yayınlanan bir dergiydi… Başımıza buyruktuk… Tek engel, ardı arkası kesilmeyen tehditler ve TCK’nın 140, 141, 142, 158, 159, 311 ve 312. maddelerinden açılan, toplam yüzlerce yıl hapis istenen davalardı…

Kendi yarattığımız dergi, 12 Mart darbesinin hemen ardından sıkıyönetim tarafından tarihe gömüldü…

Türkiye’nin en eski gazetesinde karanlığı manşetlerde yırtma mücadelesi 

Ya Akşam gazetesi? 

Türkiye İşçi Partisi’nde militanlık ve yöneticilik yapmış bir gazeteci olarak, yönetimini üstlendikten sonra Akşam gazetesini kısa zamanda Türkiye’de yükselen sosyalist hareketin günlük sesi haline getirmeyi görev bilmiştim. 

Kısa sürede gazetenin yazı işleri yönetimine Cengiz Tuncer, Hüseyin Baş, Muammer Erol, Selahattin Hilav, Odhan Baykara gibi sosyalist meslektaşları getirdiğim gibi, Çetin Altan, Aziz Nesin, İlhami Soysal, Fethi Naci, Yaşar Kemal ve daha onlarca sosyalist yazara gazetenin sütunlarını açmıştım.

Akşam’ın günlük sol mücadele gazetesi işlevini yerine getirebilmesinin olmazsa olmaz koşulu ülkenin üzerine çökmekte olan karanlığı çarpıcı manşetlerle de yırtabilmekti. İnci’nin birinci sayfa sekreterliğini üstlenmesinden sonradır ki  Akşam’ın manşetleri gerçekten olay olmaya başladı.

12 Mart 1965’te Zonguldak’taki üç maden ocağında 7 bin işçinin grevi sırasında Mehmet Çavdar ve Satılmış Tepe adlarındaki iki madencinin vurularak öldürülmesi üzerine Akşam’ın ertesi günkü sayısını bir protesto afişi gibi yayınladık.

TİP’in 15 milletvekili çıkartarak Türkiye’nin siyasal gündemine damga vuracağı 10 Ekim 1965 milletvekili seçimi yaklaşırken, haberlerine geniş yer vererek Türkiye İşçi Partisi’ni açıkça destekliyorduk. Üstelik, CHP listesinden bağımsız milletvekili adayı olan gazete patronu Malik Yolaç’ın ardı arkası kesilmeyen müdahalelerine rağmen… Oylamaya altı gün kala tüm partilerin mitinglerini haber olarak yansıtırken 4 Ekim 1965 tarihli Akşam’ın birinci sayfasında sadece TIP’in mitingini Aybar’ın fotoğrafıyla birlikte ön plana çıkartmış ve haberi yedi sütun üzerinden “TİP toplantısında 50 bin kişi and içti” başlığıyla vermiştik.

AP’nin iktidar olduktan sonra başlattığı devlet terörünü Akşam’da sürekli olarak manşetten yansıtıyorduk… Örneğin Orhan Kemal’in iki arkadaşıyla birlikte “Hücre çalışması ve komünizm propagandası” yaptığı gerekçesiyle tutuklanmasını ertesi günü Akşam’ın manşetinden yansıtmıştık.

Gazetenin en çok okunan yazarı Çetin Altan’ın bağımsız milletvekili seçildikten sonra Meclis’te kendisine söz hakkı verilmemesi üzerine parti grubu adına konuşabilmek için Türkiye İşçi Partisi’ne katılması, günlük yazılarına ek olarak TIP’in mitinglerinin en ilgiyle dinlenen hatiplerinden biri olması giderek Akşam’ı sadece aşırı sağın ve islamcıların değil, Demirel iktidarının da boy hedefi haline getirdi.

Gazetenin tirajı bu mücadeleci yayın nedeniyle sürekli artarken Demirel Hükümeti’nin ve kapitalistlerin baskıları nedeniyle ilan gelirleri hızla düşmeye başlamış, SEKA’dan yükselen tirajımızın gerektirdiği miktarda kağıt satın alabilecek, çalışanların ücretlerini zamanında ödeyebilecek para bulmak büyük bir sorun haline gelmişti.

Mali sorunun üstesinden gelebilmek için gazetenin sahibi Malik Yolaç sol yazarların, özellikle de TİP milletvekili olan Çetin Altan’ın yazılarını yayınlamamam, bu mümkün olmazsa bir süre ara vermem için sürekli baskı yapıyordu. 

Çalışanların desteğiyle bu baskılara karşı direnince, patron Malik Yolaç hem beni, hem de gazeteyi benimle birlikte hazırlayan İnci Tuğsavul, Cengiz Tuncer ve Hüseyin Baş’ı tasfiye ederek Akşam’ın sol açılımına son verdi.

1966’da Akşam’ın başına gelen, Bâbıâli’de en eski ve en yüksek tirajlı bir patron gazetesinin manşetlerinde karanlığı yırtma mücadelesinin sonucuydu…

Kuşkusuz Akşam deneyimi tek değil… Sonraki yıllarda baskılara, darbelere direnen, hattâ yöneticilerini ve yazarlarını devlet terörüne kurban veren çok değerli günlük gazeteler yayınlandı, günümüzde de tüm baskı ve engellemelere rağmen mücadele vermeye devam eden, solun ve Kürt ulusunun sesini duyuran günlük gazeteler var. Sabahları Internet’e girer girmez ilk okuduğum gazeteler onlardır…

Kapanmış olanları saygıyla anıyor, mücadeleyi sürdürmekte olanları yoldaşça dayanışma duygularımla selamlıyorum.

https://www.youtube.com/watch?v=RCXCyYRpfoU


Doğan Özgüden – Artı Gerçek – 31.07.2023

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑