Yazarlar

Published on Mayıs 15th, 2020

0

Sorgulama yeniyi yaratmanın ilk adımıdır – XWE Metin Ayçiçek

Uzun süre ırkçılık üzerine yazmıştım MERHABA’da. Değerli ve ilginç anılarım oldu, karşılıklı saygı ve dostlukla korunabilmiş bu mekânda. Hafızalarda kalsın diye bir kısmını aktarmaktan keyif alacağım.

Bazı arkadaşlarım bir “reklam gazetesinde” yazmamı tuhaf bulmuştu. Bugün bile “nasıl böylesine şişirilebilmiş bir ego idi bu” diye düşünmekten kendimi alamam. Sonra Avrupa’da yayınlanan ilk kitabım (1994) “Kuşaklar Arası Çatışma” MERHABA VERLAG tarafından basıldı, yayınlandı. MERHABA bu basım için hiçbir ücret almayarak, beş parası olmayan bir araştırmacıya büyük bir destek sundu.

İlginç bir anıyı yaşadık H. Şenol ile bu kitapta. Sanırım 1995’de İstanbul Kitap Fuarı’na kendi yayınevi adına katılmıştı. Tabi ki dizi dizi MERHABA’ların yanı sıra benim kitap da yerini alıyor. Ve birlikte yer aldığımız komünist örgütün yöneticilerinden çok eski bir yoldaşım rastlantı sonucu sergi masasında kitabın kapağında adımı görünce masaya yaklaşıp, Şenol’a soruyor: “Merhaba, bu İsmail Metin Ayçiçek mi? Yani şu Kurtuluşçu?” Şenol: Evet o? Kitabın arkasındaki resmimi de kanıt olsun diye gösteriyor. Arkadaşım: “Peki ne işlerle uğraşıyor şimdi Kel Metin?” Şenol: “Pedagoji gibi alanlarda konferanslar veriyor, eğitim kursları yapıyor, kitap yazıyor.. Arkadaşım biraz üzgün, biraz öfkeli mırıldanmak yerine haykırarak dışa vuruyor düşüncesini: “Hımm, demek devrimciliği bıraktı yani haa?”

Ve bir anekdot da benden: Örgütümden ayrılmıştım. “Felsefe ve Bilimde Irkçı Düşünce” adlı kitabım yayınlanmıştı ve Avrupa’da neredeyse ayda en az iki kente ”ırkçılık” konusunda konferansa gidiyorum. Örgütsel olarak dul kaldığım için birçok yerden teklif alıyorum. Eh, övünmek gibi olsun ama, hani yaşım biraz fazla olsa da elimden iş geldiği için taliplerim çoktu. Ve günlerden bir gün, henüz ergenliğini yeni tamamlamakta olan bir genç delikanlı çaldı kapımı. Çay, kahve, sohbet arasında pedagoji/andragoji üzerine planlarımı, projelerimi anlatıyorum. Onunsa belli ki acelesi var, bir an evvel kalkacak gibi oturuyor. Kuzey Kürdistanlı Kürtlerle, Ermenilerle, Filistinlilerle olan ilişkilerimi anlatıyor, birlikte çalışmaların nasıl yaratılabileceğine ilişkin öneriler getirmeye çalışıyor., Ziyaretçimin sıkıntısı iyice belirgin hale geldi ve birden patlayıverdi: “Tamam abi, bunları biliyorum da, politik olarak ne yapıyorsun, onu merak ediyorum?”

Bence bu bölüm üzerine gülmelerimiz bittikten sonra, şimdi düşünme moduna geçebiliriz. Sakin sakin, derin derin ve sistematik olarak düşünmeliyiz. Anekdotlar gerçek yaşamın içinden alındı ve yaşamın ta kendisidir. Yıllardır sabırla yanıtlanmayı bekleyen uygun sorular bulalım ve yanıtlamaya çalışalım. Yanıt yanlış ya da yetersiz olabilir, sorun değil, bir başkaları sizin yanıtınız üzerinden devam eder ve eksikleri tamamlar kendi de bir yerleri eksik bırakarak. Yanıt, yanlış da olsa bir yanıt, bir muhatap olma durumudur. Ama soruları yanıtsız bırakmak, sorumluluk üstlenmekten kaçmak demektir.

Tarih yazarlığının babası sayılan Halikarnassoslu Herodots, yazdığı dünyanın bu ilk tarih eserinin giriş kitabı Klio’ya şöyle başları:

“Bu, Halikarnassoslu Herodots’un kamuya sunduğu araştırmalar kitabıdır… İnsanoğlunun yaptıkları zamanla unutulmasın ve gerek Yunanlıların, gerekse barbarların meydana getirdikleri harikalar bir gün adsız kalmasın, tek amacı(m) budur. Bir de bunlar birbirleriyle neden dövüşürlerdi diye merakta kalınmasın.” (Heredots.)

Bugünden başlayarak yeniden ve bu kez AVRUPA DEMOKRAT adıyla sürdürüyoruz bir merhaba’nın kurduğu dostluğu.

*****

Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, neoliberalist ekonomik-politik sistemin arzuladığı insan türünün eğitiminin en önemli aracı oldu.  Sesli harfleri boğarak gerçekleştirdiğimiz yazı dili katliamına, aforizmalar derinliğiyle (!) yeni format atmakta olduğumuz beynimiz dijital bir dünyayı analog yorumlamaya çalışırken, bir başka bölüm insanımız günü yorumlama becerisini iyiden iyiye kaybetmeye başlayınca fütürolojinin sonsuz derinliğine atarak çokluk içerisinde yoklukta boğulmayı tercih etti. Çoğumuz sözel iletişim yeteneklerimizi iyiden kaybettik. Mrb’li selamlaşmalar, smail’li acı paylaşımları, detayı cahille bir şey anlatmak olarak yorumlarken uzun yazıyı hamallık olarak benimsemek. İnsan ilişkisinin giderek bitmeye yüz tuttuğu bir dünyada, Corona yasakları kapsamında eve kapanmak bile sanki insan ilişkisini bize yeniden hatırlattı. Zorda hatırlanan şeyler kolayda terkedilir, unutulur. 

Dünya medyasını elinde tutan büyük medya gruplarının neredeyse % 80’i yaklaşık 10 medya grubunun elinde. Corona gibi on binlerce (belki yüzbinlerce) insanın katline neden olan bu salgının virüsü üzerine ortaya atılan bütün tezleri toplum içerisinde canlı tutan da giderek ateşleyen de bu birkaç medya iken, bu gerçekle baş başa iken özgürlükten söz etmek, alenen insanla dalga geçmek anlamına gelmektedir. Öylesine bir ideolojik-politik saldırı altındayız ki tanımı bile biz kendi özgür irademizle veremeyiz artık. Eskiden sorulara nasıl yanıt vermemiz belirlenirken, bugün farklı olarak soruları nasıl anlamamız gerektiği öğretilmektedir. Her birimiz bir başkasının gardiyanı konumuna girmeye başladık galiba. Oysa biliriz ki özellikle toplumsal olayların doğru tahlili için ayrıntı bilgiler arasından doğru gerekçeler yanıtlar çok önemlidir. Oysa toplum olarak bütün ülkeler okuyan kitlelerini büyük oranda kaybetti. Türkiye ise bu konuda rekorda.

****

Kızılderililer üzerine söylendiği var sayılan çok bilinen sözdür: “En iyi Kızılderili, ölü Kızılderili’dir.”  İnandırılmıştık artık: Üzerinde, gömleğinin kol manşetinde Amerikan bayrağı resmi olan tokalaşan iki el resmi taşıyan sarı yuvarlak teneke kutularıyla beslenmiş bir çocuk olarak, iyi Amerikalının yanında olacaktım elbette. Henüz Ortaokul öğrencisi olduğum yıllarda,  bir suikast sonucu öldürülen ABD Başkanı Kennedy için yapılan törende hüngür hüngür ağlarken, ABD yardımı olarak ülkeme gelen süt tozu, peynir ve yağ kutularının artık evime giremeyeceğinin gerçek acısını yaşamaktaydım elbette. Beslendiğim ‘kaynağın’ kuruduğu hissini yüreğimde sıcacık yaşıyordum. ABD, dostumuzdu. Başkanı öldürüldüğüne göre, sanırım artık o yuvarlak sarı teneke kutular içinde süt tozu, eritilmiş peynir ve yağ artık evime girmeyecekti.

Çocukluğumuzda, belki de merdiven altlarında gizli gizli okuduğumuz çizgi romanlarda Rangerlerin öldürdüğü o “çirkin suratlı Kızılderili”lerin öldürülmesi insanlığın ve uygarlığın gelişimi için bir zorunluluktu. Çoğu hırsız, inanılmaz derecede tembel ve dostumuz Amerika’nın dünyaya getirmek istediği uygarlığın düşmanı Meksikalılar da Kızılderililerden farklı değildi elbette. Sokak serserisi, korkak, kalleş idiler. Amerika’ya hep kötülük yapıyorlardı ve elbette Amerika’ya yapılan her kötülük bana karşı da yapılmış sayılırdı.

O süt yağ ve peynirle beslenerek büyüdü boyum ve sorgulamaya başlamadan önce, beynimin sanki küçüldüğünü anlayamamıştım.

Devlet neden, kimden, nasıl korkar?

Devlet korkunca herhangi bir konuda “aklî düşünme” becerisi olabilir mi?

***

Sorun Ermeni soykırımı olunca Kulin kendisine öğretilmiş bir tarih bilgisi içinde kalarak bunları söylüyor. O milli duyguların beynini kuşatmasına ve dilinin kontrolünü ele geçirmesine izin veriyor. Ne Naziler Yahudileri durup dururken kestiler ne de Osmanlı-Türk devleti Ermeni ve diğer halkları.

Anadolu topraklarında “Celali isyanları” olarak tanımlanan başkaldırıyı bastırmak için giriştiği katliamda Hırvat devşirme Kuyucu Murat Paşa’nın katledilen Alevileri gömmek için açtırdığı kuyulara en az 60 – 70 bin insanın gömüldüğünü artık kesin biliyoruz. Bu devlet katliamının Sivas’ta gerçekleştirilen sonuncu örneği Madımak’da diri diri yakıldığı eylemin baş sorumlusunun günümüz CHP’sinin inayetiyle vekil olmuş ve daha da ileri giderek, genel başkanı Dersimli bir alevi olan CHP’ye sadık ittifak olmuş bir katil olduğunu kabullenmek, sanırım aklın reddedeceği bir durumdur. Anadolu-Mezopotamya topraklarını halklar mezarlığına çevirmiş bir politik iktidarın bu dehşet tarihi, savaşların kaçınılmaz sonuçları ya da “korkularla” gerekçelendirilerek açıklanamaz.

Ve biliyoruz ki “haklı olmak” kazanmanın ön şartı değildir. Öyle olsaydı beş bin yıldır insan emeğinin bütün hallerini gasp ederek yaşayabilen sınıfların egemenliği olamazdı. Dünyada ne Neron’lar, ne Hitler’ler, ne Erdoğan’lar var olamazlardı.

Sorgulamalıyız ! Sorgulayacağız da elbette. “Benim aklım sizinkilerden daha büyük” diyebilecek bir aptal çıkamaz artık Erdoğan’ların Trump’ların, Putin’lerin var olabildiği bir çirkin dünya örneğinin içinde batmaktayken hepimiz.

****

Üstelik ben aklıma pek güvenmem. Aklın, “rahatlık, mutluluk, çıkar” görünce özveriyi, paylaşımı hemen satabildiğini biliyorum. Aklım, zaman zaman “çıkarlarımla” savaşabilse de,  mutluluğa” kenetlenmiş, başkalarına yönelik özveriyi “aptallık” olarak tanımlayan” bir insanın hastalıklı beynine dönüşebilir.

Oysa, Homo Sapiens’i kendi türünden bütünüyle ayırarak insanın kendi özgün gelişim yolunu açan evriminin belirleyici iki nedeninden birisinin yaygın deyişle “ağaçtan inip, arka ayakları üzerinde dikilerek yürümesi ve böylece hem beynin frontal alanının genişletmesinin, hem de el ayaklarının el olmasının yolunu açmak” olduğunu biliyoruz. Ama belki de en az bunun kadar önemli olan ve elbette çok şeyi etkileyerek süreci belirleyen ikinci nedenin ise insanın ”tasarımlayarak alet yapmak” ve üretimde ortaklaşma ve iş bölümünü olduğunu da unutmamak gerekir. Ama ne yazık ki günümüz insanı, günlük yaşamda 24 saat formatlanma süreci yaşadığını anlayamamakta, onu mutlu edecek bütün olanakların dışında durarak, “tüketimin verdiği haz ile” yaşayabilmektedir.

Evet, bu sayfada elimden geldiğince sorgulama’nın önemi konusunu sergilemeye çalışacağım. Ve böylece yaşamı daha güçlü sürdürebilmek için insanın gereksinimim duyduğu “yaşam için direniş ruhun”u aramaya başlayacağım. Peki, ne bulmayı bekliyorum? Çok fazla bir şey değil elbet. Üstelik, yeni bir şey de değil : Hani derler ya “çıkmayan canda umut vardır” diye. Buna kesinlikle inanıyorum.

Ve “tuvalet klozetlerinin kapaklarını kapatmayı öğrenmekle başlamak” gerektiğine inanıyorum.

Yani “değişimi” en basitinden ve en kolay olanından başlatmak gerektiğini düşünüyorum. 

Bertolt Brecht’in söylediği gibi:

“ ÖĞRENMEYE ÖVGÜ

En kolayından başla öğrenmeye

Zamanı şimdi? vakit geçti deme!

Öğren AB C’yi.

Yeterli değil bu, ama öğren onu!

Başla öğrenmeye, sabırla! Sen her şeyi bilmelisin.

Yönetimi sen ele almalısın.

Sen sefaletteki adam, öğren!

Sen hapisteki adam, öğren!

Sen mutfaktaki kadın, öğren!

Sen altmış yaşındaki, öğren!

Yönetimi sen ele almalısın.

Siz evsiz barksızlar – Okula gidin!

Siz soğuktan titreyenler bilimle donanın!

Siz açlar al kitabı eline. Silahtır O.

Yönetimi sen ele almalısın.

Utanma sor, yoldaş!

Bırakma başkalarının sana anlatmasını, git kendin öğren

Eğer kendin öğrenmediysen bir şeyi, onu bilmiyorsun demektir.

Hesapları kontrol et, onu sen ödeyeceksin.

Parmağını hesaptaki bütün kalemlerin üstüne koy.

Ve sor, nerden çıktı bu?

Yönetimi sen ele almalısın.

Bertolt Brecht (Çeviren: Anna Çelikel – Murat Çelikel)

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑