Seçtiklerimiz

Published on Nisan 24th, 2020

0

Uruguay’ın Maraşlı Ermenileri

Yakılan evler, karnı deşilen genç kadınlar, ardından Halep, Beyrut, Kudüs, Arjantin, Meksika ve Uruguay’da son bulan Maraşlı Ermenilerinin hikayesi, romanları aratmıyor.


İsmet Kayhan – M.A.Doğan*


“O zaman Adana’da ayaklanmalar olmuştu. Kalabalık, Ermeni mahallesini yağmalamıştı. Altı yıl sonra çok daha büyük çapta olacakların habercisi gibi bir şeydi. Ama bu bile dehşetti. Yüzlerce ölü. Belki de binlerce…”

Eğer Amin Maalouf’u okuyorsanız; ya hayranlık ya da öfkeyle söylersiniz, ama mutlaka şöyle dersiniz: “Bir insan bu kadar mı hayalperest olur ve nasıl uydurur bu vahşet hikayelerini?” Öyle dersiniz, evet… Çünkü serüven serüveni doğurmuş ve inanılmayacak insan hikayelerinin içinde debelenip kalmışsınızdır. Hele de “Doğu’nun Limanları”nda…

Fakat ehven-i şer diye bir şey de vardır ve Amin Maalouf’un yazdıklarını hafif bulabileceğiniz insanlarla da karşılaşabilirsiniz günün birinde. Tıpkı Latin Amerika’da, Uruguay’ın başkenti Montevideo’da Maraş Ermenileri gibi…

Buradaki Ermenilerin çok büyük bir kısmının 1915 soykırımından sonra Maraş’tan Suriye’ye, oradan Beyrut’a geçen, ardından da Avrupa üzerinden Brezilya’ya, Arjantin’e, Uruguay’a kadar giden Maraş Ermenileri olduğunu öğrenip de hikayelerini dinleyebileceğiniz gibi…

Dehşetle açılmış gözlerle, 90 yaşında bir kadının daha 4 ya 5 yaşında terk ettiği Maraş’ı hangi imgelerle anlattığını dinleyebileceğiniz gibi…

Ama buraya kadarı, sadece dehşet hikayesinin başlangıcı… Elbette Maraş’tan Uruguay’a gidip orada yaşayan on binlerce Ermeni’nin her birinin bir başka trajik hikayesi var. Her biri bir yaşam badiresini yenmiş de gelmiş buralara. Varlığı tamamen tesadüfe dayalı insanlar her biri… Ama içlerinden biri var ki, karmaşık ve dramatik bir hikayeye sahip… İsmi Anna…

Buenos Aires’te 25 bin Maraşlı Ermeni

Anna, 1915 Ermeni Soykırımı sırasında henüz anasının karnında. Bir yıl sonra da dünyaya geliyor. 1918 olayları, 1920’deki göçü 4 yaşında yaşamış Anna. Ve Uruguay’daki Maraş Ermenileri içerisinde, Anna dışında, o günlerin canlı şahidi neredeyse kalmamış gibi… Çoğu yolda dünyaya gelmiş, Halep’te, Beyrut’ta, Lübnan’da ya da başka bir yerde dünyaya gelmiş.

Çünkü 1915 sonrasında Maraş Ermenileri yoğunlukla Suriye ve oradan da Lübnan’a geçiyorlar. Az bir bölümü ise Kudüs’e yerleşiyor. Çoğunluğu Marsilya ve ardından Güney Amerika’ya gidiyorlar.

Bu arada, yüzyılın başında Latin Amerika’ya, özellikle de Arjantin ve Uruguay’a Avrupa’dan yaşanan büyük göçün çıkış noktaları Marsilya limanlarıydı. Dolayısıyla Marsilya’ya gelen ilk Maraşlı Ermeni toplulukları da bu dalgayla kendilerini Buenos Aires, Sao Polo ve Montevideo limanlarında buluyorlar.

Halen Buenos Aires’te 25 bin, Montevideo’da 15 bin ve Sao Polo’da yaklaşık 5 bin Maraşlı Ermeni yaşıyor. Ermeniler genellikle el sanatları mesleklerine sahip olduklarından buralarda zorluk çekmiyorlar. Kısa bir sürede ekonomik ve sosyal hayata uyum sağlıyorlar.

Brezilya, Arjantin ve Uruguay, o dönemde kiliselerin devletler üzerindeki büyük etkisinden dolayı Montevideo, Sao Polo ve Buenos Aires’te Ermeni kiliselerinin inşa edilmesinde yardımcı oluyorlar. Ermeni kiliseleri çevredeki Ermenilerin kolektif yapılarını korumalarında belirleyici rol oynuyor. Bu nedenle her kilisenin içinde yada yanında bir kültür merkezi, ilkokul, ortaokul ve lise bulunuyor. Bu okullardaki eğitim halen Ermenice ve İspanyolca dillerinde yapılıyor. Ayrıca farklı meslek gruplarında çalışan Ermeniler kilise etrafında dayanışma ortamları yaratıyorlar ve düzenli olarak her pazar günü kilise ayinlerinde buluşuyorlar, her buluşmada da konuyu tartışıyorlar.

Uruguay’da Maraşlı gerillalar

Ne ki aradan üç nesil geçmiş olmasına rağmen Maraşlı kimliği ile Ermeni kimliği arasında canlı bir özdeşlik yaşatılıyor. Bu çerçevede de Yurtsever Maraşlı Ermeniler Birliği Derneği’nde düzenli olarak Maraşlılar yemeği düzenleniyor. Dernek bünyesinde spor salonu, kütüphane, restoran ve sosyal servisler bulunuyor. Buna rağmen Uruguay Ermenileri, Uruguay toplumuna her anlamda entegre olmuşlar. Dolayısıyla farklı sınıf ve tabakalardan, farklı siyasi akımlardan Ermenilerle karşılaşmak mümkün. Efsanevi Tupamaro gerilla hareketi üyesi, diktatörlük döneminde uzun süre tutuklu kalmış ve şu anda Uruguay siyasi figürlerinin önde gelen isimleri de bu topluluk içerisinde bulunuyor, etkinliklere katılıyor.

Maraş’tan başlayıp Ortadoğu, Avrupa ve sonunda Latin Amerika’da sona eren katliamdan kaçış serüvenlerini canlı olarak anlatan isim ise Anna… Başından geçen tehcir, sürgün ve ülke ülke savrulma trajedisine rağmen, “Hepimizin başında çok belalar geçti. Ama benim başımdan geçen belalar çok az” diyor…

Bütün erkekleri alıp götürdüler

Önce babamı alıp götürdüler, bütün diğer Ermeni erkekleri gibi, diyor. “Anam bereketli doğmuş…” Bereketli doğum diyorlar Anna için ve koluna bir düğme takıyorlar. “Koyun” diyorlar bu düğmeye, “Allah’ın koyunu… Yüz koyunu vardı Allah’ın, birisini kaybetti” diyorlar ve Anna’nın hediyesi olduğunu söylüyorlar bunun…

Ve anlatıyor Anna: “Türkler bütün erkekleri sürgün ettiler. Babam gitmiş, anam orada kalmış. Xatunya mahallesi derler Maraş’ta. Anam oradanmış. Sürgünler dur bilmedi. Sonra bütün ahali protesto ediyorlar. Bütün Ermenilerin canları burnuna gelmiş çünkü. Diyorlardı ki Ermeniler, ‘Bizim kocamızı, babamızı, kardeşimizi askere götürdünüz. Ondan önce de bütün silahları aldınız. Rahatlık gelecek dediniz. Bizi silahsız ve kimsesiz bıraktınız. Böyle mi gelecek rahatlık?’ Protesto ediyorlar. Türkler de tellah çağırıp şöyle söylettiler: ‘Kimin askeri varsa sürgüne gitmeyecek.’ Benim küçük dayım vardı. Ben de çok hastaymışım. Anam ve dayım ‘bir çaputa saralım. Kız ölecek. Eğer ölürse gömelim’ demişler.

Anlattığına göre yaşamı diken üstünde başlamış Anna’nın. Babasının götürülmesinin ardından kendi ailesine sığınan anası için de kavga olmuş aile içinde. “İki çocuğu var, onu da çolak kız gibi gezdiririz” demişler annesinin ailesi ve çocuk aklıyla duyduğu bu sözlere çok alınmış Anna. “Küpeli” derlermiş bu küçük kız çocuğuna. Henüz iki yaşındaymış, ağlar ve kimseyle konuşmazmış. Kapının önünde dururmuş küçük kız. Bir gün abisi, ‘Küpeli, niye duruyorsun orada. Görmüyor musun bizim için dövüşüyorlar’ demiş, işte bundan iki hafta sonra da başlamış sürgün serüveni. 40 sene sonra da anlatılmış Anna’ya o ilk çocukluk günlerindeki alınganlıkları, kapının önüne dikelmeleri…

Bu gece gelip sizi öldürecekler

Devam ediyor Anna: “Hatırlıyorum ama, iki çeşme vardı Maraş’ta. Su durmadan akardı. Bir gün sıçan gördüm. Cardın yani… Büyük babam gelmiş. Biraz göbekli. Ben de küçük. Karnına vurup ‘dede dede’ dedim. ‘Ne diyon yoklar olasıca’ dedi. ‘Şöyle uzun kuyruklar var. Göz var, ayak var. Gözüme baktı ve kaçtı’ dedim. ‘Amaaan cardın görmüş’ dedi. Harp bitmeden büyükbabam ölüyor. 67 yaşında ölüyor. Büyükbabamı götürüyorlar. Ben ‘Dedemi yıkamadan nereye götürüyorsunuz’ demişim. Sonra geri getireceğiz demişler. Bir bekle iki bekle, getirmiyorlar. Dede gelmiyor. Ağlamaya başlamışım. Yemek yemiyorum. Bekliyorum. Dedem gelmemiş. Zayıflamışım. Küçüklükten beri insanlara çok yakınmışım. Zayıflamışım. Ne edeceklerini bilmiyorlar. Sonra bir gün çingene geliyor. ‘Bu çocuğa ne oluyor. Ne güzeldi. Zayıflamış’ diyor. ‘3-4 tane bit bulun. Bir ekmeğin içine koyun yedirin o iyi olur’ diyor. Aynısını yapıyorlar bana, yediriyorlar, iyi oluyorum.

“1918’de büyük harp bitiyor. Maraş’ın içinde Fransızlar varmış. Sonra Fransızlar satmış orayı. Neyse… Orada bir dağ vardı, Ahır dağı. Oradaki kaleden top atıyorlar. Şimdiki gibi aklımda. Bizimkiler ekmek pişirirken, fazla duman çıkmasın diye kömürle yapıyorlardı. Pirinç pişiriyorlar. Bakıyorlar ki harp çıkacak. Erkeklerin hepsi gidiyor. Dayılarım, kardeşim, amca çocukları hepsi gidiyor. Biz 10-12 kadın evde bekliyoruz. O zaman işte bir Ermeni kadın, Türklerden birisinin konuşmasını duyuyor. ‘Bu gece baskın olacak, hepsini öldüreceğiz’ diye. Kadın gelip kapıyı vuruyor. Büyükanam ‘kimsin nesin’ diyor. Kadın ‘Hadi hazırlanın. Bu gece gelip sizi öldürecekler’ diyor. Hazırlanıp gidiyoruz.”

Bizi kurtardı, kendisi öldü

İşte o gece, bütün diğer Ermeniler gibi Anna’nın ailesi için de can pazarı başlıyor. “Ben o zaman 4 ya da 5 yaşındaydım. Mallarını, yiyecek miyecek götürebildiklerini götürüyorlar. Anam da beni arkasına alıyor. ‘Eğer kurşun gelirse ikimiz beraber analı kızlı ölelim’ diyor. Bizi öldüreceklerini söyleyen kadın bizi yoldan geçiriyor. İşte orada onu öldürdüler. Bizi kurtardı, kendi canını verdi kadın. Nerde öldürseler oraya gömerlerdi. Onun için ‘Hani ispatınız’ diyorlar.

Nerde öldürdüyseler oraya gömdüler. Derken o zaman kaçtık, sonunda Katolik bir işhanına ulaştık. Diğerine gidemedik. Çünkü kaleden top atıyorlardı. Sonra gece bazen gizli gidip malları getiriyorlardı. Gizli gizli. Orada annem bir kadın görmüş. Hamileymiş. Karnını açmışlar. Çocuk daha kımıldıyormuş. O zaman annem delirdi. Kriz geçirdi. Neyse…

Bir gelin yeni evlenmişti. 40 gün sonra annesinin evine gitmesi gerekirdi. Annem çok gözü açıktı. Gelini getirmek için gitti. Ama bir türlü gelmedi anam. İki gün, 3 gün gelmedi. Büyükanneme ‘Gördün mü? Babamız yok. Anamı da gönderdin. Şimdi ne anamız var, ne babamız’ demişim. Orada duranlar hüngür hüngür ağlamışlar. Meğerse bomba atıyorlar diye gelememiş. 5 gün sonra geldi. Daha sonra anamı bırakır mıyım?!.. Abooov. Çeşmeye giderdi, ben de eteğinden tutardım, ben de çeşmeye giderdim, anamı bir daha kaybetmemek için. Sonra Katolik işhanına öte taraflardan yangın geldi. Su döküyorlar. Benim de küçük bir satılım vardı. Ben de su götürüyorum. Ateşi söndürmek için. Çok atikmişim. Şimdiki gibi aklımda. Sönmüyor.

Bir adam dedi ki, ‘Yavrularım. İlkin ben çıkarım. Öldürürlerse beni öldürürler’ dedi. Ama o sırada derlerdi ki duvara bir melek gelmiş, kanatlarını şöyle açmış ve yangını söndürmüş. Melek duvarın üzerinde durmuş, ateşin içinde. Kanatlarını şöyle etmiş ve söndürmüş ateşi. Ateş bize ulaşamadan söndürüldü işte. Sonra geri içeri gittik. 40 gün 40 gece içeride kaldık.

O zamanlar Fransızlar da Türkleri öldürüyor, altınlarını alıyormuş. Sonra Amerikalı biri gelmiş, aralarını bulmuşlar etmişler, 40 gün sonra harp durdu. Ermeni evlerinin hepsini boşaltmışlar. Türkler geliyor oraya, bazı Türk komşular iyiydi. Ama bazıları çok kötüydü. Gelen Ermenilere neler etmişler, neler etmişler… Kızlara, çocuklara… Arkasında tahta sokarlarmış… Bayrak gibi sallarlarmış. Kazık sokarlarmış. Erkeklerin önünde tecavüz ederlermiş ve öldürmüşler.

Bir kere de kadınlara, ‘sizi kocanızın yanına götüreceğiz’ demişler. Bir açık yere götürmüşler. Gaz dökmüşler. Ateşe vermişler. Etraflardan birkaç tanesini kurtarmışlar, ama geriye kalan bütününü yakmışlar. Ölüler de ortada kalmıyor, kül olup gidiyor. Kemikleri bile bırakmıyorlar.”

Sonra savaş bitiyor, çilesi bitmiyor fakat Ermenilerin. Anna’nın da…

“Sonra harp bitti. Bilmiyorum kaç ay geçti, bizi Maraş’ta öksüzhaneye koydular. Oraya gittik. Yalınayak. Kar yağıyor, ayaklarımız donuyor. Bir kızların mektebi vardı, bir erkeklerin. Orada soba vardı, sıcak olsun diye. Bize orada çay verdiler, yiyecek verdiler. Amerikalılardı o öksüzhaneyi çevirenler. Nereye gittiysem beni severlerdi. Oraya bir doktor geldi. Doktorla amigo oldum ben. Doktora kapıcılık ederdim. Hastaları kapıya götürürdüm, getirirdim. Sonra çember oynardı doktor. Bütün mektebi alır çember oluştururdu. ‘Hani benim beşim’ derdi. Bana öyle söylerdi. Orada epey durduk. Sonra kardeşim gelirdi. Odun yarardı.

Sonra ne kadar durdum bilmem, haber ettiler ki kim gidecek buradan. Çünkü Ermenilere zahmetlik veriyorlardı. Kim çocuklarını çıkartırsa, kim Maraş’ı terk ederse 2 desterline verilecek diye duyurmuşlardı. Biz iki taneydik. 4 desterline ediyor. Bizimkiler bizi çıkarmaya geldiler. Ben doktoru bekledim. Doktor geldi ve ‘Aman beşim gidiyor musun’ dedi. Beni kucakladı, sevdi, öptü. Ceplerini aradı. Bir tane küçük 20’lik buldu ve bana verdi. Öptü sarıldı. Onu da öyle bıraktım.”

Beyrut günleri

“Şam’a götüreceklerdi bizi. Ama oraya götürmediler, Beyrut’ta bıraktılar. Trenle gidiyorduk. Ben yerdeydim. Anna nerdesin deyi anam. Beyrut’a gitmeden Halep’e gitmiştik. Bir kazanı bir ekmeğe satarlardı. Bir küpeyi bir ekmeğe değiştirirlermiş. Ondan sonra dayım para yollamış. Ondan sonra Beyrut’a gitmişiz. Kamp derlerdi, orada çadır kurdular. Çadırda 8-10 kişi yatardık. Yemek yok, erkek yok. Erkek kardeşim 11 yaşındadır. Ne iş tutacak? Beyrut’un pazarına gittik. Pazarda gizlice bazı malları ucundan düşürürdük, ki düşenleri, eskileri, işe yaramayan malları sandıklara atarlardı. Oradan toplardık sonra. Patlıcan, kabak toplardık. Malları taşıyan trenin orada da toplardık. Benim fistanım çingene fistanıydı. Kardeşim ‘Anna fistanını tut ve yapış’ derdi. Trenin aralığında duruyorduk. Onun için ‘fistanını kaldır’ derdi. Tren gidince onu da öyle kurtardık. Sonra eve geldik. Patlıcanı doğradılar, biraz da bulgur varmış. Onu pişirdiler yedik.”

Beyrut kampındaki yaşamları çileyle başlayan Anna’nın ailesi, daha sonra çocukların karınlarını doyuramayınca, orada da yetimhaneye başvurur. Gerçi tehcirden kaçan dayıları da var Anna’nın, ama onlar da her biri bir yerde kalmış. Buluşamamışlar, toparlanamamış aile hemen bir araya… Bu yüzden Anna yetimhaneye… Kaçıp kurtulmak istediği öksüzhaneye yani.

“Sonra bakıyorlar ki çok darlık var. Beni öksüzhaneye gönderdiler. Orada dayım vardı. Birisi Kudüs’teymiş. Ben de sanıyorum ki bizimkiler göklere gidecekler, bir daha görmeyecekler beni. Çok canım sıkılıyordu o yüzden. O zaman beni niye buraya veriyorlar diye hayıflanıyordum. Orada 1 ay durdum. Bizi hastaneye koydular. Çünkü zayıftık. Ama dayanamıyorduk orada. Derken bir gün bir arkadaşımla konuştuk. ‘Gel kaçalım’ dedik. Hazırlık için ekmeğimizi yastığın içine koyduk. Baktık ki kapı açıldı. Ekmekçi, sütçü gelecek. Büyük kapı açıldı. Kapı açılıp bekçi içeri girdikten sonra fırsat bulduk, kaçtık. Yarım saat koştuk. Sonra durduk bir ara. ‘Yavaş dur bakayım mektep görünüyor mu’ diye. Durduk, baktık. Nerde görünecek. Görünmüyor. Kaçtık, oradan yürüdük. Yolda oynaya seke gidiyorduk ki yoldan geçenler anlamasınlar. Saklambaç oynardık. Gittik. Baktık ne göreyim… Kentten yetimhaneye giderken gördüğüm köprü. Orayı tanıdım. O dakikaya kadar neredeyim bilmiyordum. Köprüyü görmeyene kadar kör gidiyor, yol gidiyor…

Köprüyü gördüm. Çok sevdim. Çünkü buldum. Çünkü o dakikaya kadar bilmiyordum nereye gidiyoruz, ne olacak. Köprü de şöyle yerleri açık, düz değildir. Yavaş yavaş gittik. Arkadaşımın ablasının evine gittik. Köprüye yakınmış evleri. Gittik kapıyı vurduk. ‘Ne tutuyon burada’ dedi ablası. ‘Bacı mektepte tatil verdiler. Herkes kendi evine gitsin diye’ dedi arkadaşım da. Onu öyle kandırdık. Ama oradan kente kadar 20 sokak vardı. Gittim. Baktım ki büyükanam bir satılın içinde çamaşır yıkıyor. Yukarısından baktı. Bir ayak gördü. Gözünü açtı örttü. ‘Anna sen misin’ dedi. ‘Hee’ dedim. ‘Ne tutuyon burada’ dedi. ‘Jerusalem’e gideceksiniz. Beni burada bırakacaksınız. Kaçtım, geldim’ dedim.

Bir şey demedi. Darılmasını, dövmesini bekledim. Hiçbir şey olmadı. Ne darıldı, ne öptü. Çünkü terbiyesizlik yaptım. Biliyorum suçluyum. Ben de kendilerinden ne yemek ne bir şey istemedim. Bir şey istemiyorum. Yeter ki kendileriyle beraber olayım. Sabah saat 8’de ekmekçi geldi yetimhaneden. Papaz geldi. ‘İki kız kaçmış’ dedi. ‘Biri burada’ dediler. Büyükannemi çağırdılar. Ben de debeleniyorum. ‘Gitmem gitmem…’ Ağlıyorum. Bir şaplak vurdu büyükanam ‘Niye gitmiyorsun’ diyerek. Beni bir kamyona koydular. Herifler kocaman. Ben o zaman 7 yaşındaydım. Beni kendirle kamyona bağladılar. ‘Ağlama’ dediler. ‘Orada yemek, yatak var, orada okul var, burada ne yapacaksın’ dediler. Neyse okula ulaştık. Kızlar başımda. Beni kandırırlarmış o zaman kızlar, anama mektup yazdırırlardı, anamdan da bana mektup geliyormuş gibi yaparlardı. “Annene ne söyleyeceksin’ derlerdi. Sanki ondan mektup geliyormuş gibi okurlardı bana. Hepsi yalanmış. Ben de ne dersem güya anama yazıyor. Öyle beni rahatlatıyorlardı.”

Öksüz büyüdüm…

“O öksüzhanede yere otururduk. Kara tahtaya yazarlardı. Harfleri yazarlardı. Defter yok, kalem yok. Alfabeyi böyle öğrendik. Sonra bir kitap verdiler. Birinci kitabımda Ermenice, ‘Kuşların kanatları var. Kuşlar uçarlar’ yazılıydı. Okuyordum, deli olurdum. Okumayı öğrendiğim için deli oluyordum. İngilizce okudum. Arapça güzel bilirdim. Böyle böyle alıştık.

Seneler geçti. O öksüzhaneden öbürüne götürürlerdi. Kim istiyorsa evlatlık verilirdi. Bana da sordular o zaman, ‘No’ dedim. ‘Deli misin sen’ dedim. ‘Bu rahatlığı bırakıp nereye gideceğim’ dedim. ‘Kim bilir kimdir? Birisinin ismi Qazir idi. Şimdiye kadar da öyleymiş. Derken öksüzhanede kaldım, kaldım. Birtnes’e götürdüler sonra. Öksüz büyüdüm ama balıkların içinde büyüdüm. Bize de İngilizce öğretirlerdi. Tiyatro yapardık. İsa’nın doğuşunu yapardık. Amerikalı şefin doğuş günüymüş. Biz ‘iyi ki doğdun’ derdik İngilizce. O uyuyordu. Uyanırdı. Çok güzel… Öyle öyle seneler geçti. Öksüzhanedekilerin kimi musika öğrendi, kimisi fistan dikmesini… Bizim fistanlarımızın üzerinde numara vardı. Benimki 125 idi. Nakış yapardık. Ben de sonra öğrendim. Çok güzel nakış ederdim. İjama 5 tane hediye ettim.”

Beyrut, Brezilya ve Uruguay

Anna’nın diğer Ermenilerden farklı olmayan katliamdan kaçış hikayesi, Beyrut’tan sonra Brezilya ve Uruguay’a kadar sürüyor. Ama hikaye, yarım yüzyıl daha geriye giden bir kadere sahip. Ve tıpkı Amin Maalouf’un romanlarındaki gibi, “doğumundan yarım yüzyıl önce başlıyor” Anna’nın hayatı. Halep’te, bir kilisede, bir çığlık atıyor çocuğun biri. Obsonna ismi çocuğun. Anna’nın annesi… Büyükbabasının durumu fena sayılmaz. Yün işi de yapıyor. Boyayıp satıyor yünleri. Çok para kazanıyor. “O vakit, 1883” diyor Anna… Halep’te vaftiz ediliyor Obsonna. Annesinin Santuryan’ı yani… Aile Halep’ten ayrılıp Kudüs’e gidince evde bırakılıyor Sartunyan… Henüz çocuk, 7 yaşında yani… Büyük dayısı Osmaniye’den geliyor, tesadüf…

Anna anlatıyor: “Osmaniye’de bir büyük dayım geliyor. Anamın emmisi. Bakıyor ki ev bomboş. Sukün. Ne oldu. Gittiler diyorlar. Çocuğu 7 yaşındaymış. Küçük diye götürmediler diyor. Anamın emmisi de ‘Üç aylık çocukları götürüyorlar, bunu nasıl götürmüyorlar. Hazırlayın götüreceğim’ diyor. Onlar arabayla gidiyor, büyük dayım atla… İki gün gecikiyorlar ama Halep’te ulaşıyorlar. Halep’te buluyor onları. Bir oyun oynayalım diyor büyükdayı. Büyükanneme ‘Santuryanı istiyor musun’ diyor. ‘İstiyorum tabi. Nasıl gelecek. 4 gün oldu çıktık. Orada bıraktılar’ diyor. Büyükdayı sonra bir çubuk çıkarıyor. Bir iki Arapça cümle kullanıyor sihirbazlar gibi. ‘Santur sana emrediyorum ki hazırlan yola çık’ diyor. Sonra ‘Santuryan sana emrediyorum içeri şuraya gir’ diyor. Hemen içeri giriyor Santuryan. ‘Aman yavrum nasıl ettin, nasıl geldin’ diyor. Ötekiler de güle güle bayılıyorlar. 3 ay Kudüs’te duruyorlar.” Maraş tehcirinden önceki hikaye işte böyle.

Ne kadere düşürdüler beni…

Velhasıl Anna’nın trajik öyküsü devam ediyor… “Beni buraya getirdiler” diyor Anna. Diyor demesine ya, hiç de kolay değil, bir çırpıda gidilmiyor Uruguay’a… “Beni buraya getirdiler. Vapurdan kaçtık. Bizim vapurun içinde Topal Artin vardı. Kaçak geldi. Sonra Santosa geldi. Birinin pasaportuyla indi. Geceydi, indi, orada durdu. Brezilya’da kaldı. Biz de burada geldik. Burada 9 kişi öldü. Kızamık çıkarmışlar. Bizi kabul etmediler. Brezilya kabul etti. Yoksa 40 gün Arjantin’de karantinada kalacaktık. Sonra gemiye bindirdiler. Dayım kayıkla geldi. Atlayın dedi. Kaptan da ‘Kaçabilirsiniz, ben görmeyeyim’ dedi. Yağmur yağıyordu. Vapurların lastikleri ve kendiri vardı. Kardeşim oradan indi. 19 yaşındaydı. O kusuyordu. Bana bir şey olmadı. Oradan kaçtı.

Gittik. ‘İki saat sonra dayım Anna sen de in, kardeşinin yanına git’ dedi. ‘Yağmur yağıyor, nasıl gideyim’ dedim. Daha 14 yaşında değilim. Anam ‘erkeklere bakma, şeker verirse alma’ derdi. Bilmiyorum ne var. Hepsini kardeşim gibi görüyordum. Aklım yetmiyordu. Kardeşim iki saat oldu gitti. Dayım seni kim getirecek dedi. Affedersin dayı ben istemedim Amerika’ya gelmeyi. İkincisi ne buradan inerim ne de Amerika’ya geri gelirim’ dedim. İnmedim. Sonra geri gittik. Taa son hudut Brezilya’nın Viktoria’ya geldik. Orada da bir karı koca var. Kendisi Fransızca bilirdi. Dayımın malları vardı. O nedenle geri Kudüs’e gitti. Orada indik. Boşanmış bir kız vardı Maraşlı. Bir de Nacar vardı. Oraya gittik. Fransızca konuştu. Neyse… Orada da şu kızı bana ver, nereyi istiyorsan sana vereyim’ demiş, dayım da, ‘Veremem Bunun nişanlısı var, bunun kocası var.’ Demiş, öyle kurtardım.

Neyse… Orada bize iyi baktılar. Tren gelecekti. Günü geldi. Bileti çıkarttılar. Bize de tatlı bir ekmek aldılar. Nona tarta aldılar, hediye ettiler. Akraba gibi bay bay ederek bizi gönderdiler. Rio Xani’re geldik. Araplar vardı orada. Arapça da güzel bilirdik. Simbar Araplar vardı. Dedi ki ‘Gelenler bir yerde toplanıyorlar.’ Sonra simsar oraya gidip ‘böyle böyle kişiler geldi’ diyor. Ben de kardeşime mektup yazdım. ‘Sevgili kardeşim buradayız. Bize para gönder’ diye. Çünkü Rio’ya da onun parasıyla geldik. Bankayla göndermiş para, geldi. O herif beni de götürdü almak için. Aldım kendisine verdim. Hiç gözüm delik olmamış. Onun için param eksik değildir. Çok yok, az da değil.

Oradan San Paulo’ya gittik. Anamın akrabası vardı 30 kilo metre ötede. 3 ay orada durduk. Sonra kardeşim San Paulo’ya gelip kunduracılık ederdi. Orada bir oğlan varmış. Bacısı da varmış. Oğlan güzeldi. Beyrut’ta gelirken deniz kenarında kolkola takılırdık. Bana evlenme teklifi eder diye düşünüyordum. Orada istediler. Gönlü kaldırmayan komşulardan biri Uruguay’daki dayıma mektup yazmış. ‘Sizin kızı ona vermeyin. Çünkü Mirkirim kızı onun oynaşıdır’ diye yazmış. Yalan!.. Kız hanım gibiydi. Hepimiz bir evde oturuyorduk. Nasıl onun oynaşı olabilir. Kocası var üstelik o kızın, oğulları var. Nasıl oynaşı olabilir. Sonra diğer dayım Uruguay’dan para göndermiş, durmayın gelin demiş. 70 peso gönderdi, aldık buraya geldik. Öksüzhaneden iki ay istemeseydi Amerika’ya evlatlığa götüreceklerdi beni. Ne kaderim olacaktı, ne kadere düşürdüler beni. O oğlan ne olmuş biliyor musun? Matadero’nun büyüğü olmuş. Kudüs’te… Ne kaderim olacaktı, ne kadere düşürdüler beni…”

Ve Uruguay günleri

Ve Uruguay’a varıyorlar Annalar… Bir dükkan kuruyor dayısı. Bir yıl sonra da Kudüs’teki dayısı geliyor. Biraz cimri biri öteki dayı… Anna’nın erkek kardeşi de yanında çalışıyor cimri dayının… “Kardeşim 2 peso veriyor, oraya 1.5 yazıyor. İki defter varmış. Bir sahte biri gerçek. Birine 2 birine 1.5 yazıyor. Sonra dayım senin borcun var dedi kardeşime. ‘Dayı dayı döşeğin altında iki defter var’ dedim. ‘Ne sıçan olmadan çulda mı yoluyorsun’ dedi. Sonra araları iyi gitmedi. Korktum dövüşecekler. Biri dayım, biri kardeşim. Yüreğim acıyordu. Neyse… 6-8 ay durduk. Beni bu kocama nişanlandırdılar.

Kocamı sevmedim. Ben seçmedim. Ermenilerin dediği gibi namusum, şerefim üzerinde duracağım derler. ‘Dayı niye evlendiriyorsun’ dedim. ‘Evlenmezsen seni kim besleyecek’ dedi. ‘Ne edersen et!’ dedim. ‘Burada hizmetçi, orada hizmetçi! Aynısı’ dedim. Sonra dayım bıraktı. Büyük kardeşi gelirse o zaman dedi. Bir kız geldiğinde hemen evlendiriyorlardı. Güzeldim Allaha şükür. Ama ben derim ki kız yoktu. Ben kendimi övemem. Bütün Uruguay’da methettiler ‘ne güzel kızı bir maymuna verdiniz’ dediler. Kocam çok çalışkandı ve iyiydi. Ama anasının yanına gittiğinde yüzü asık gelirdi. Kocam çalıştı dükkân kurdu, toprak aldı, ev yaptı. Ben 15 yaşında gelmiştim. 21 yaşında yazdırmışlar.”

Sonra kocasının ailesiyle geçinemiyor Anna… Ayrılıyorlar aileden, Anna’nın doğum gününde, yani bir 1 Mayıs günü ayrılıyorlar evden, eşiyle bir kulübeye taşınıyorlar, sonra biri yardım ediyor Annalara… “Kudüs’ten gelen somya eski döşeklerden verdi. Kudüs’ten iki kaşık, iki çatal, bir küçük kazan, bir ocak verdi. Sekiz gün içinde kocam kazandı. Geri gönderdik. Sonra prima duymuş. Kocam oraya gitti. Orada perde çektirdi. Perdenin arkasında 1 ay kaldık. Sonra ayrıldık, Posidosa gittik. Orada ev kiraladık. Kocam çok çalışkandı. ‘Bana gösterdiğin sevgi nedeniyle bütün dünya benimdir şimdi. Ben ne vakit yemek yaparsam artacak’ dermiş…

Anna’nın hikayesi böyle… Uruguay’daki Maraş Ermenilerinin en yaşlısı. Katliamın canlı tanığı Anna… Ama 15 bine yakın Maraş Ermenisi var Uruguay’da… Hepsi Maraşlılığı, Ermeniliği ile yaşama tutunuyor. Nasıl geldiklerini anlatıyor her biri…

‘Ulan Maraşlı olsun çamurdan olsun…’

Harparçim Ganinyan. Altmış yaşlarında. Maraş Derneğinin Başkanı. “Burada, Uruguay’daki Ermenilerin yüzde 80’i Maraşlıdır” diyor. Demekkine biz 1925-26-28’de buraya geldik. Rahmetli rahmetli babamızın babasını Türkler öldürdü. Türkler öldürdüler bizim babalarımızı, çocuklarımızı, hepsini… Oradan Halep’e, Beyrut’a, dünyanın her tarafına gittiler kalanlarımız. Biz Halep’e. Babam rahmetli Hayri Halep’teydi. Orada amcam vardı. O Halep’e geldi. Bana, “Siz Uruguay’a gelin. Burası sizin için daha iyi” dedi. Biz bütünümüz sanatkarız. 4 kardeşiz. Mecburen buraya geldik. Buraya geldikten sonra çalıştık, yaptık. Bu toprağı aldık. Evvel Maraş’ın başka yeri vardı. Yani bütün Ermenilerdir hepsi. Gençlerimiz var. Burada top, veleybol oynarlar. Veleybol, futbol her çeşit takım var. Bizim taştımız var.

Herif demiş ki ‘Maraşlı olsun çamurdan olsun.’ Bir iş varkine, burada nereye gidersen git, derler ki “Ulan Maraşlı olsun çamurdan olsun.”

Ve Maraş’ın haritası asılı derneğin duvarına… “Aşağı Pazarcık, Yukarı Pazarcık, Tilkiler, Emirli… Burada bir köy var. İsmi Pulyanlı. Kışın buraya, yazın buraya gelirler.” Her birini hatırlıyor Maraşlı Ermeniler…

Ve Ganinyan anlatıyor: “Bizim burada 85 çocuğumuz var. 6 yaşından 37 yaşına kadar. Ne yaparız? Geçenlerde 30. senesi oldu. Çocukları alırız. Hepsi buraya gelirler. Şarkı söylerler. Ermenice. Çocuklarımızın hepsinin Ermenice öğrenmelerini isteriz. Büyükler de top oynarlar. Şampiyonlar yaparız. Yahudiler, Fransızlar, Almanlar gelirler. Burada vergi vermezler. Çünkü burası bizimdir. Kaç sene önce Maraş şampiyon oldu. Uruguay’ın içinde burası gibi başka bir kulüp yoktur. Gelmişsin, Ermenisin… Ehlen ve sehlen. Hepimiz bir aileyiz. Bir ay evvel gelişimizin yıldönümünü yaptık. Arapça şarkı söyledik. 180 kişi vardı. Başka yerimiz yoktur. Burada radyomuz var. İki tane Ermeni radyosu var.”

‘Birincisi Ermeniyiz, ikincisi Maraşlıyız’

Bizim Ermeni çocuklarımız Ermenice konuşsunlar. Birinci Ermeniyiz, ikinci Maraşlıyız. Bak bu genç bir çocuktur. Teknik direktördür. Yani ayrılığımız yoktur. Hepimiz biriz. Ama bir kişi olmalı ki o disiplin yapsın.”

Uruguay Ermenileri, bölgenin kültürünü, Ortadoğu’daki gelişmeleri de yakından izliyorlar. Aram Tîkran’ı dinliyorlar. Geceleri sokaklarda eğlenceler yapıyorlar. Latin darbukaları çalınıyor. Kadınları darbuka çalanların önünde latin dansı yapıyor. Gençler sokakta çalıyor, ateş yakıyorlar sokaklarda Maraş Ermenileri, ateş eşliğinde çalıp eğleniyorlar. Ermeni şarkılar eşliğinde topluca halay çekiyorlar.

Maraş’ın gerillası Neziryan…

Ve Neziryan adında bir Ermeni… Onun da soyu katliamdan kurtulmuş… “Allah yüzümüze baksın. Maraş’tan geliyoruz” diyor. Babası 40 sene önce, gittiği sürgünlükten Uruguay’a gelip yerleşmiş. Başka bir kadın, “Maraşlıyım” diye giriyor söze. Babam 3 yaşındaydı geldi. Biz 3 bacıyık. Babam küçüktü. Üç yaşındaydı. Katliam onu getirdi. Benim büyükbabam Toro Nergizyan Maraş’ın gerillasıymış.

Başka birinin babası ise 1936’da Beyrut’a gidenlerden. “Maraşlıyım” diye başlıyor söze diğerleri gibi… “Babam 1936’da gelmiş. Beyrut’tan gelmiş. 1918’de kaybettiği anasını emmisini orada bulmuş. Beş sene Maraş’ta, 9 sene Adana’da kalıyor. Anasının Beyrut’ta kaldığını duyuyor, oraya gidiyor. Ben şimdi Californiya’dayım. Beyrut’tan Californiya’ya geldim. 27 sene oldu. İki oğlan, bir kız var. Çok iyi Ermenice konuşurlar. Californiya’da Ermenice okulumuz, gazete, radyo, televizyonumuz var. Orada da Maraşlı Ermeniler var. Kulübümüz de var orada. Çocuklar kültürlerine bağlıdır. Ama bazıları İngilizce konuşurlar. Hanımım da Ermenidir.

Brezilya’da, Şam’da, Kudüs’te, Arjantin’de, her bir yerde kendi dünyalarını yarattı Ermeniler… Tarih ise siyasetin dengeleriyle sarsılsa da, canlılığını koruyor ve tıpkı Anna gibi, Neziryan gibi, Ganinyan gibi… Binlerce, onbinlerce…

* Not: Yazının ilk yayınlandığı tarih Mayıs 2012,Son günceleme 24 Nisan 2020


(Yeni Özgür Politika)

Tags: , , , , ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑