Makaleler

Published on Ağustos 27th, 2023

0

Meğer tek eksiğimiz Atatürkçülükmüş! | Yusuf Karadaş


Bugün sosyalist solun da bu ülkenin işçi-emekçilerinin ihtiyacı Atatürkçülük değil, sınıf mücadelesinin doğru bir zeminde ele alınıp büyütülmesi ve buna hizmet etmek üzere halkın acil sorunları etrafında öncelikle kendi aralarındaki mücadele birlikteliklerini sağlamalarıdır…

Fatih Yaşlı, Disney Plus’ın Atatürk dizisini yayımlamaktan vazgeçmesi ve buna karşı ülkedeki dinci gericilerin Atatürkçü kesilmesi üzerine dikkat çekici değerlendirmelerde bulunuyor. Yaşlı, önceki gün Sol haber portalında yayımlanan yazısında “Varoluşlarının temel nedeni Cumhuriyet’in kurucu felsefesiyle hesaplaşmak ve fiili bir şeriat rejimi kurmak” olan İslamcıların “Atatürkçü kesilmesi ve bundan bir hegemonya üretmesi”ni ülkenin içerisinde bulunduğu “anomali” ile açıklıyor ve bunda CHP başta kendine Atatürkçü diyen burjuva muhalif güçlerin sorumluluğuna işaret ediyor.

Yazıdaki değerlendirmeleri burayla sınırlı kalsaydı diyecek bir sözümüz olmazdı fakat Yaşlı, yazısının devamında Atatürkçülük ve sosyalist sol arasında ‘varoluşsal’ bir ilişki kurmakla kalmıyor Atatürkçülüğü de kendisini var eden tarihsel süreçlerden soyutluyor ve ona sınıflar üstü ilerici vasıflar yüklüyor. Yaşlı’nın değerlendirmeleri bugün sosyalist sol içinde kendini tanımlayan çevrelerin azımsanmayacak bir kesiminin görüşlerini yansıttığı için burada eleştirilmeyi hak ediyor.

Yaşlı, yazısında “90’lı yıllar boyunca Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Turan Dursun, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı gibi Kemalist aydınlar’ katledilerek İslamcılık ve liberalizm için ‘düşünsel bir saha temizliği’ yapıldığını söyledikten sonra “Atatürkçülüğün siyasal alandaki yokluğunun başka bir nedeni solun yokluğudur” diyor ve ardından sosyalist sol ve Atatürkçülük arasında kurduğu ‘varoluşsal’ ilişkiyi şöyle açıklıyor: “Sosyalistler 1960’lı yıllarda Atatürkçülüğü yeniden yorumlamış, güncellemiş ve onu dönemin antiemperyalist ruhunun nirengi noktası haline getirerek kitlelerle buluşturmuştur. Atatürkçülük de bir meşruiyet zemini olarak solun popülerleşmesini ve toplumsallaşmasını kolaylaştırmıştır (…) Bağımsızlıkçı, yurtsever, antiemperyalist ve ilerici bir solun siyasette güçlü bir aktör olarak yer almadığı bir dönemde, soldan etkilenip bu saydıklarımızla ilişkilenen bir Atatürkçülük de söz konusu olamamakta, solu popülerleştirecek bir Atatürkçülüğün yokluğunda her ikisinin zayıflığı karşılıklı olarak bir tür kısır döngü yaratmaktadır.”

Evet, yazarımız Atatürkçüler ile sosyalistlerin “Büyümelerinin koşullarından birinin siyaset sahnesinde birlikte var olmalarına” bağlıyor ve dahası Atatürkçüler ile sosyalistlerin “Bağımsızlık, yurtseverlik, kamuculuk, halkçılık, laiklik gibi başlıklarda birbirleriyle ortaklaşabildiklerini” iddia ediyor. Yetmiyor, Yaşlı, Atatürkçülük ile sosyalist sol arasında kurduğu bu varoluşsal ilişkinin bir gereği ya da sonucu olarak sosyalist solun da öncelikli görevini de “Sınıf mücadelesi ile laiklik mücadelesini bir araya getirmek” biçiminde yeniden tanımlıyor.

Yazarımıza haksızlık etmemek için yapılan bu uzun alıntılardan sonra şimdi tartışmaya geçebiliriz.

Öncelikle Atatürkçülüğün ya da Kemalizm’in ilerici yönünün abartılması ve ona sahip olmadığı devrimci vasıfların yüklenmesi, Türkiye solunda eski (Şefik Hüsnü) TKP’den kalma bir hastalıktır. Kemalizm, Kurtuluş Savaşı sürecinde cılız da olsa antiemperyalist bir karakter taşıyan bir burjuva hareket ve onun ideolojisi olmaktan çıkartılıp “Sınıfsız, zümresiz kaynaşmış bir kitle”nin hareketi ve ideolojisi olarak konumlandırıldığında sınıflar üstü ilerici değerlerin de taşıyıcısı haline gelmektedir. Ancak o zaman kendini Kemalist/Atatürkçü olarak tanımlayan siyasal çevrelerin (Ergenekoncuların) en azından bir kısmının Kürt sorunu ve “Mavi Vatan” gibi konularda Erdoğan rejimiyle neden kader birliği yaptığı ya da bugünkü tekelci burjuva muhalefetin başını çeken CHP’nin neden ‘Atatürk ilkeleri’ni savunmaz/savunamaz hale geldiği de anlaşılmaz olmaktadır.

Sınıf mücadelesinin yerine “Asker-sivil aydın zümre” konduğunda İslamcılık ve liberalizmin egemenliği, Türkiye kapitalizminin emperyalizmle bağımlılık ilişkileri içinde geçirdiği değişim ve bu temelde egemen sınıfın kendi içindeki ve asıl olarak işçi-emekçilere karşı sürdürdüğü mücadelenin bir sonucu olarak değil, Kemalist aydınların tasfiyesiyle izah edilebilmektedir.

Oysa Kemalist hareket, Türk burjuva hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Kurtuluş Savaşı sürecindeki cılız antiemperyalizmini Cumhuriyet’in ilanı ve feodal devletin (Osmanlı) tasfiyesi sürecinde attığı kimi ilerici (Hilafetin ve saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin ilan edilmesi, medeni kanunun kabul edilmesi, laiklik ilkesinin benimsenmesi gibi) adımlarla devam ettirmiştir. Ancak Kemalizm’in Türk burjuva hareketi olduğu kabul edilmeden ne ulusal hak eşitliği isteyen Kürtlere karşı yapılan katliamlar ve ne de cumhuriyet rejiminin işçilere ve köylülere karşı bir baskı rejimi haline gelmesi gerçeği anlaşılamaz. Kendi egemenliğini (pazarını) Kürtlerle paylaşmamak için Kürt hareketlerini ezme politikasını izleyen Kemalist burjuvazi, feodal güçlerle de uzlaşarak bir toprak reformuna en başından karşı çıkmış ve süreç içinde emperyalizmle de bağımlılık ilişkilerini geliştirmiştir.

Siyasal analizler sınıf ilişkilerinden ve mücadelesinden arındırıldığında 1968’lerde antiemperyalist hareketlerin dünya genelinde yükselişe geçmesiyle de bağlantılı olarak Türkiye’de ortaya çıkan devrimci hareketlerin Kemalist hareketin ve önderlik ettiği Kurtuluş Savaşı’nın cılız antiemperyalizmini sahiplenmesinden tıpkı Fatih Yaşlı’nın yaptığı gibi bu iki hareket arasında ‘varoluşsal’ bir ilişki kurma noktasına varılabilmektedir. Oysa Yaşlı’nın kurduğu ‘varoluşsal’ ilişkinin aksine Türkiye’de işçi sınıfı hareketi ve sosyalist solun en güçlü olduğu dönem, bu hareketlerin Kemalizm ile birlikte yürüdüğü değil, ciddi bir hesaplaşmaya girdiği 1980 darbesi öncesi dönem olmuştur.

Türkiye’de Kemalizm ile sosyalizm arasında ‘varoluşsal’ bir ilişki kurmayı amaçlayan en önemli girişim, 1960’lı yıllarda Doğan Avcıoğlu’nun teorisyenliğini yaptığı YÖN hareketiydi. Bu hareketin çıkış noktası, Türkiye’de kapitalizmin gelişmediği tespiti üzerinden sınıf mücadelesinin yerine “ordu-gençlik-sivil aydın zümre”nin geçirilmesi ve ucu “ilerici darbe”lere varan “kalkınmacı” bir siyasal hattın savunulmasıydı.

Bugün Fatih Yaşlı’nın Atatürkçülük ve sosyalist sol arasında var olduğunu iddia ettiği ilişki ya da kader ortaklığı, TKP’nin 2000’li yılların başında kurduğu “Yurtsever Cephe”nin de çıkış noktasıydı. TKP, İslamcı-liberal burjuvaziye karşı ordu ve bürokrasi içindeki “bağımsızlıkçı-ilerici” güçleri Yurtsever Cephe’de birleşmeye çağırıyordu ki aynı politika TKP’nin “sosyalizm” vurgusunun yerine “millilik” vurgusunu öne çıkararak Perinçek tarafından da savunuluyordu.

Bir burjuva hareket olarak Kemalizm/Atatürkçülük, kendisini var eden tarihsel süreç ve ilişkilerden kopartıldığında süreç içinde geçirdiği değişim de anlaşılmaz olmakta ve kendisine sınıflar üstü bir ilericilik vasfı yüklenerek “Yurtsever asker ve bürokratların Yurtsever Cephe’de birleşmeye çağrılması” mümkün olmaktadır. Oysa Cumhuriyet rejiminin bugün oldukça sınırlanmış kazanımlarının sahiplenmesi ile Atatürkçülükle kader birliğinin savunulması farklı şeylerdir. Çünkü Kemalist/Atatürkçü burjuvazi, 1921’de Mustafa Suphilerin Karadeniz’de boğdurulması ve 1922’de 1 Mayıs’ın yasaklanmasından bugüne Türkiye sol-sosyalist hareketi karşısında kendi sınıfsal tavrından hiç şaşmamıştır.


İkinci Bölüm:


Yazının birinci bölümünde Fatih Yaşlı’nın “Atatürkçüler ile sosyalistlerin büyümelerinin koşullarından birinin siyaset sahnesinde birlikte var olmalarına” bağlaması eleştirilmiş, bu yaklaşımın bir burjuva hareketi olan Kemalizm’in/Atatürkçülüğün sınıflar üstü bir siyaset gibi ele alınmasından ve kendisine sahip olmadığı devrimci vasıfların yüklenmesinden kaynaklandığına işaret edilmişti. Yaşlı, bu yaklaşımın bir sonucu olarak Atatürkçüler ile sosyalistlerin “bağımsızlık, yurtseverlik, kamuculuk, halkçılık, laiklik gibi başlıklarda birbirleriyle ortaklaşabildiklerini” iddia ediyor ve sosyalist solun görevini ise “Sınıf mücadelesi ile laiklik mücadelesini bir araya getirmek” biçiminde tarif ediyordu.

Peki, gerçekten bağımsızlık, yurtseverlik, kamuculuk, halkçılık, laiklik gibi konularda Atatürkçüler ile sosyalistlerin ortaklaşabilmesi mümkün müdür?

Atatürkçülük ile sosyalizmi uzlaştırmaya çalışan YÖN’cüler, Türkiye’de kapitalizmin gelişmediği tespiti üzerinden “Kapitalist olmayan yoldan kalkınma” ile bağımsızlığın sağlanabileceği tezini savunuyordu. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde Türk burjuvazisinin ucu emperyalistlerle uzlaşmaya açık cılız antiemperyalizmi dışında acaba Atatürkçülük sınıflar üstü “bağımsızlıkçı” vasıflara mı sahiptir?

Bugün artık YÖN’cüler gibi Türkiye’de kapitalizmin gelişmediğini iddia etmeyeceksek tekelci Türk burjuvazisinin bir eğilimini temsil eden Atatürkçüler ile sosyalistler (burjuvazi ile işçi sınıfı) nasıl bir bağımsızlık politikasında ortaklaşabileceklerdir?

Şu iki şey birbirine karıştırılmamalıdır: Bugün mesela Atatürkçü burjuva kesimlerin en azından bir bölümü NATO’dan çıkmayı savunabilir (Avrasyacılar gibi) ve evet bu, sosyalistlerin de talebidir. Ancak kimi sınırlı taleplerde farklı nedenlerle ortaya konan bu tutumlar üzerinden bağımsızlık politikasının ortaklaşması sonucu çıkmaz, çıkartılamaz.

Bağımsızlık sorununa yaklaşımın bir devamı olarak kendi yurtseverliğini Kürt ulusunu ezme ve ulusal varlığını yok sayma (Kürdistan pazarına egemen olma) üzerine kurmuş olan Atatürkçülük ile sosyalistlerin yurtseverliği ortaklaşabilir mi? Ulusların hak eşitliği üzerine kurulu olmayan bir yurtseverlik sosyalistlerin yurtseverliği olabilir mi?

Ancak Yaşlı ve onunla aynı görüşü savunan dostlarımız, Kürt sorununu bugünün sorunu olarak görmedikleri, daha doğrusu çözümünü sosyalizme havale ettikleri için olsa gerek yurtseverlik konusunda Atatürkçüler ile ortaklaşmanın mümkün olduğunu düşünüyorlar.

Kemalizm’in temel ilkelerinden halkçılık, “Türk halkı”nın ‘sınıfsız-zümresiz kaynaşmış bir kitle’ olduğu ve Kemalist iktidarın/devletin bütün halkın çıkarlarını gözettiği iddiasına dayanır. Eğer bugün artık sınıfların olmadığını iddia etmeyeceksek Atatürkçülükle hangi temelde bir halkçılık politikasında birleşebiliriz? Sosyalistler, sınıf çelişkisinin üstünü örtme amacını taşıyan bir ilkede Atatürkçülerle ortaklaşabilir mi?

Atatürkçüler için kamuculuk, ‘devletçilik’ ilkesinde ifadesini bulmaktadır. Eğer Atatürkçüler işçi sınıfı ideolojisini benimsemiyor ve sosyalizmi hedeflemiyorsa-ki, öyledir-onlarla hangi temelde bir ‘kamuculuk’ üzerinde ortaklaşmak mümkün olacaktır? Kapitalist mülkiyet değişmiyorsa “özel teşebbüs” ile “kolektif kapitalist” olan devlet işletmeciliği arasında tercih yapmak sosyalistlerin işi midir?

Burada da Yaşlı iki şeyi birbirine karıştırmış gibi görünüyor.

Neoliberal saldırganlığın bir biçimi olarak özelleştirme politikalarına karşı çıkmak ile devlet kapitalizmini savunmakla aynı anlama gelen “kamuculuk” farklı şeylerdir. Atatürkçüler ve bu arada Atatürkçülük ile sosyalizmi uzlaştırmaya çalışan YÖN’cüler, devleti sınıflar üstü bir güç olarak konumlandırdıkları için onlar devlet kapitalizmini savunmaktan başka bir anlama gelmeyen kamuculuğu halkçı bir politika olarak sahiplendiler.

Sosyalistler için özelleştirmeye karşı mücadele; işten atmalara, işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesine ve eğitim, sağlık gibi daha özel biçimde ele alınası gereken hizmet alanlarının ticarileştirilmesine karşı işçi sınıfı ve halkın mücadele ve bilincini geliştirmeye dayanan bir politika olarak savunuldu ve savunuluyor. Ancak bundan sosyalistlerin devlet kapitalizmini/kamulaştırmayı “çözüm” olarak sunmaları/savunmaları sonucu çıkartılamaz. Böylesi bir yaklaşım, ancak devleti sınıflar üstü bir “yapı” olarak görenlerin sınıf mücadelesini bulanıklaştırmasına, işçi sınıfının mücadele ve hedeflerinin çarpıtılmasına hizmet eder.

Dile getirilen ortaklaşma alanları arasında laiklik en temel ortaklaşma noktası olarak öne çıkıyor ve dahası Yaşlı, laisizmi sosyalistler için sınıf mücadelesine koşut bir mücadele alanı olarak tanımlıyor.

Oysa bugün laiklikle ilgili sınırlı kazanımları korumak için Atatürkçüler ve diğer kesimlerle birlikte mücadele etmek ile onlarla laisizm konusunda ortaklaşmak farklı şeylerdir. Çünkü sosyalistlerle Atatürkçülerin laiklik sorununa yaklaşımı aynı değildir.

Kemalistler, Cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde dini bir karakter taşıyan Osmanlı feodal devletinin üst yapıdaki kurumlarıyla (saray ve halifelikle) Türk burjuvazisinin çıkarları temelinde mücadele ettiler. Ancak laikliğin toplumsal temellerini yaratmak üzere feodalizmin tasfiyesini sağlayacak bir toprak devrimine de yönelmediler. Laikliğin toplumsal temellerini yaratacak bir dönüşüm için gerekli adımların atılmaması, dinin kontrol altında tutulması için devlete bağlı Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması gibi çarpık bir laiklik anlayışını ortaya çıkardı. Bu çarpıklığın bir sonucu olarak, İkinci Emperyalist Dünya Savaşı’ndan sonra dinci örgütlenmelere ilk tavizlerin yine İnönü ve M. Kemal’in mücadele arkadaşlarının başında yer aldığı CHP tarafından verilmesi de rastlantı değildi. Dünyada ortaya çıkan dengelere bağlı olarak “komünizme karşı din kartı” sahneye sürülmüş; “imam hatip kursları” açılarak seçmeli din dersi müfredata eklenmişti-ki son seçimlerde CHP Lideri Kılıçdaroğlu istismarcı bir anlayışla dinci kesimlerin oylarını alabilmek amacıyla sık sık ilk imam hatiplerin CHP tarafından açıldığı propagandasını yaptı.

Dini denetim altında tutmak amacıyla kurulan diyanet işleri başkanlığının bugün adeta bir şeyhülislamlık haline gelmesi, Atatürkçü laikliğin çarpıklığından ve onun yol açtığı sonuçlardan bağımsız ele alınamaz.

Son olarak Fatih Yaşlı arkadaşımızın laikliği sosyalistler için sınıf mücadelesine koşut bir mücadele alanı olarak öne sürmesinin Kemalistlerin toplumsal temellerini oluşturmak için gerekli adımları atmadan laikliği savunmalarına benzediğini vurgulamak gerekiyor.

Dinin devletten ayrılması, devlete bağlı bütün dini kurum ve örgütlenmelerin tasfiye edilmesi, devletin bütün din ve inançlar karşısında yansızlığı ve inanma-inanmama özgürlüğü temelinde bir laisizmin işçi sınıfı partisinin, sosyalist partilerin programının önemli başlıklarından biri olduğu kuşku götürmezdir. Ancak bugün laiklik için mücadeleyi sınıf mücadelesine koşut bir mücadele alanı olarak öne sürmek aslında dinin, tarikatların etkisi altındaki milyonlarca işçi-emekçinin daha en başından kaybedilmesi anlamına gelir. Çünkü dinin etkisi altındaki işçi-emekçiler kapitalizmle temel çelişkileri üzerinden sınıf mücadelesine kazanılmadan din ve hurafelerin etkisinden kurtulamazlar ve bu süreçte laikliği, sınıf mücadelesine koşut bir mücadele olarak dayatmak, onları kazanmayı zorlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Lenin, Engels’in soruna yaklaşımını açıklarken aynı zamanda Marksistlerin tutumunu da özetliyordu: “Engels Blanquistleri, sadece işçi kitlelerinin sınıf mücadelesinin, proletaryanın en geniş katmanlarını çok yönlü bir şekilde sınıf bilinçli ve devrimci bir toplumsal pratiğin içine çekerek, ezilen kitleleri gerçekten dinin boyunduruğundan kurtaracak durumda olduğunu, buna karşılık dine karşı savaşı işçi partisinin politik görevi ilan etmenin anarşist bir lafazanlık olduğunu anlayacak durumda olmamakla suçlar.” 1

Bugün sosyalist solun da bu ülkenin işçi-emekçilerinin ihtiyacı Atatürkçülük değil, sınıf mücadelesinin doğru bir zeminde ele alınıp büyütülmesi ve buna hizmet etmek üzere halkın acil sorunları etrafında öncelikle kendi aralarındaki mücadele birlikteliklerini sağlamalarıdır.


1- Lenin, Din Üzerine. İnter Yayınları, s14-15. Ayrıca bu konuda daha ayrıntılı bir tartışma için Teori ve Eylem Dergisinin 58. sayısındaki “Laiklik-Din-Siyaset” dosyasına bakılabilir.


Meğer tek eksiğimiz Atatürkçülükmüş! -1

Meğer tek eksiğimiz Atatürkçülükmüş! -2

Yusuf Karadaş – Evrensel – 26 ve 25 Ağustos 2023

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑