Yazarlar

Published on Ağustos 11th, 2020

0

Gelecek uzun sürecek mi? Yeni Ortaçağ ve despotik emek rejimleri – Volkan Yaraşır


Pandemi yarattığı atmosfer ve sarsıcı gerçeklikle bu büyüyü bozdu. Kapitalist devletler, finans kapital ve siyasi iktidarlar izlediği öjenik, diskriminize edici, yıkıcı, neo- faşist politikalarla kapitalizmin pespayeliğini, çürümüşlüğünü, aleladeliğini ve insanlığa karantina dışında hiçbir şey vaad etmediğini bir kaç ay içinde ortaya koydu….

Kapitalizm ve ölüm birbirine son derece içkin iki olgudur. Kapitalizm “varlığını” öldürerek sürdürür. Kapitalizmin ruhunu metalaşma süreci oluşturur. Meta bir nevi kapitalizmin hücresidir. Ve sistemin tüm çelişkilerini nüve şeklinde içinde barındırır. Marx’ın kapital incelemesine meta tahlilinden başlaması bir tesadüf değil son derece tercihli bir yaklaşımdır. Mikro kosmosun analizi zengin bir kavram haritası oluşturur. Meta bir emek ürünüdür. Kapitalizm her şeyi metalaştırarak “yaşar” ve “gelişir”. Aslında metalaşma süreci bir başka manada emeğin ölü emeğe dönüşüm sürecidir. Emeğin ve doğanın ve her şeyin şiddetle metalaştırılması kapitalizmin işleyişine uygundur ama bu aynı zamanda bir yok etme sürecidir. Aktüel kapitalizm kendi tarihinin en yıkıcı dönemini simgeliyor. Evet Marx’ın ifadesiyle kapitalizm kan ve irinin içinde doğdu ve gelişti. Şimdi en ölümcül dönemini yaşıyoruz. Artık sistem herşeye sızıyor, nüfuz ediyor ve her şeyi meta dünyasının içine alıyor ve yine herşeyi ölü, cüruf ve atık haline getiriyor. Bu süreçte kitleleri yarattığı cazibeyle kuşatıyor, onların haz ve mana dünyasına seslenerek ya da bu dünyalarını tekrar tekrar inşa ederek, herkesi suç ortağına dönüştürüyor. Bu sayede çok boyutlu bir katastrofun önünü açarken, bunu normalleştirme becerisi gösteriyor. Aslında kapitalizm ölümü örgütlüyor ve ölümü yaldızlayarak sunuyor. En haz veren, en dikkat çeken şeylere bakın ve görünenin arkasını kazıyın çıplak ölümü görürsünüz. Ya arkasında Bangladeşli küçük bir çocuğun alın teri, gözyaşı ya da Güney Afrikalı bir maden işçisinin çürüyen bedeni vardır. Herşey ama herşey herkesin gözü önünde gerçekleşiyor. Hatta herkes tercihleri, yaşam tarzları, düşünme ve davranış biçimleriyle bu yok edici sürecin parçası gibi hareket ediyor.

Pandemi yarattığı atmosfer ve sarsıcı gerçeklikle bu büyüyü bozdu. Kapitalist devletler, finans kapital ve siyasi iktidarlar izlediği öjenik, diskriminize edici, yıkıcı, neo- faşist politikalarla kapitalizmin pespayeliğini, çürümüşlüğünü, aleladeliğini ve insanlığa karantina dışında hiçbir şey vaad etmediğini bir kaç ay içinde ortaya koydu. Ayrıca kapitalizmin yok edici döngüsü içinde kaybolmuş, hiçleşmiş insanlığa ölümün soluk alış verişini hissettirdi, hissettiriyor. Robotik teknolojinin, yapay zekanın, uzayın fethinin, nano teknolojinin tartışıldığı ve ürünlerinin ortaya çıktığı koşullarda her şeyin birden nasıl çöktüğü, bloke olduğu, herşeyin ne kadar kof ve manasız olduğu yaşanarak görüldü. Gündelik hayatın içinde, tüketim terörünün parçası haline gelmiş, bencilleşmiş, ruhu örselenmiş ve kaybolmuş insanlık hayatın başka türlü yaşanabileceğini gördü. Hayatın muazzam zenginliği ve farklı anlamları ortaya çıktı. Paranın hükümsüz olabileceğini, bir ağacın gölgesinin ne derece kudretli bir şey olduğunu, imajın, tükettikçe varolmanın ne kadar manasız, uçucu ve boş bir şey olduğu yaşanarak hissedildi. Çok boyutlu kapitalist yıkımın ürünü olan pandemi, kapitalizmin ölüm ve çürüme demek olduğunu bütün manipülasyonlara rağmen ilk defa bu düzeyde insanlara hissettirdi. Ve herkes ölümün randevusunun kendisiyle olabileceğini anladı ve yüzleşti. Salgın insanın kaybolmuşluğunu görünür kıldı. Bütün bunların yanında biraz bakmayı bilenler hayatın gerçek yaratıcılarının kimler olduğu gördü. Proletaryanın hayatı yarattığı ve ürettiği çıplak bir şekilde ortaya çıktı. En temel ihtiyaçların karşılanmasından, hayatın her düzeyde idame ettirilmesine kadar proletaryanın yaşamsal önemi görüldü. Çöp toplayan temizlik işçisinden, eve su taşıyan sucuya, market işçisinden, kargo getiren işçiye, ev işçisinden, çocuk bakıcısına kadar işçi sınıfının (en marjinal, en alt kesimleri olarak görülen bölüklerinin bile) ne derece stratejik rol oynadıkları ortaya çıktı.

FELAKET KAPİTALİZMİ, AÇLIĞIN VE YOKSULLUĞUN KÜRESELLEŞMESİ

Kapitalizm son derece esnek ve yeni koşullara uyum sağlama kabiliyeti olan bir sistemdir. Her çatlağa sızabilmesi özelliği, jel karakteriyle adaptasyon yeteneği ve şekil değiştirebilme becerisi, her krizde kendini yenileme ya da her krizi bir kar mekanizmasına dönüştürme kabiliyeti pandemi sürecinde  alenileşti. Öyle ki finans kapital felaketin kendisini bir kar kaynağı haline getirmeye çalışıyor. Bu yönde konumlanıyor, stratejiler geliştiriyor. Bu özelliği yeni bir şey değil ama yapısal krizin içinde ortaya çıkan pandemi bir yandan krizin derinleşmesini sağlarken, diğer yandan sınıfın yeni çalışma ve emek rejimleriyle kuşatılması ve boyunduruk altına alınmasını beraberinde getiriyor. Kar maksimizasyonunu sürekli kılmak ve güvence altına almak  stratejinin ana yönelimini oluşturuyor. Bu manana hem yapısal krizin bir sonucu, hem de felaket kapitalizmin bir yansıması olarak devletin yeniden yapılanması kaçınılmaz bir olgu olarak karşımıza çıkıyor.

Lenin kapitalizmin en yüksek aşaması olarak tanımladığı emperyalizmin en başat karakterinden birinin, çürüme ve asalaklaşma olduğunu vurgular. Günümüzde bu özellik kapitalizmin tarihindeki en azami noktaya ulaştı. Öyle ki sadece 26 zenginin milyar dolarlık yıllık geliri 3.8 milyar insanın gelirinden fazla. Afrika’da 3 tane milyar dolarlık zenginin geliri ise kıtada yaşayan nüfusun yüzde 80’inden daha yüksek. Dünyada 820 milyon kişi açlık çekiyor ve her yıl bu sayıya ortalama 100 milyon kişi katılıyor. Küresel işşizlik pandemi sonrası 300 milyonu aştı. Yeni devlet böylesi bir tablonun ya da hızla çürüyen ve asalaklaşan bir sistemin ürünü olarak biçimleniyor. Ve böylesi bir  sistemin devamı ancak insanın, kitlelerin çürütülmesi, bir sosyal atık haline getirmesiyle mümkün olabilir. Özellikle bu noktada sınıfın kontrol altına alınması, ehlileştirilmesi stratejik rol oynuyor. Çünkü kapitalizm karla soluk alıp veren bir sistemdir. Kapitalizmin işleyişi kar üzerinden yürür ve karın sürekliliği kapitalizm için yaşamsal önem taşır.  Bu manada işçi sınıfının denetlenmesi, abluka alına alınması, sistematik ve derin sömürüsü finans kapital için stratejik önem arz eder.

Sosyal atıklaşma ve çöpleşme hali artık milyarlarca insanı ve geniş coğrafyaları kapsıyor. Asalaklaşan, çürüyen, zombileşen kapitalizm için bugün Afrika kıtasının, küresel jeo-politik açıdan önem taşıyan (enerji kaynakları, yolları, su kaynakları, kıymetli madenlerin, kıymetli toprakların bulunduğu) coğrafyaların dışında, bir çöp kıtadan başka manası yok. Bu alanlar da kapitalist yağma ve talana tabi tutuluyor. Uzun yıllardan beri açlık kıtanın kaderine dönüşmüş durumda Afrika halklarının büyük çoğunluğu en temel gereksinmelerini karşılayamıyor, kronik ve yıkıcı bir yoksulluk altında yaşıyor. Neo-liberal kapitalizmin laboratuvarı olan Güney Amerika’da durum giderek kötüleşiyor. Son 40 yılda adeta çöken bölge, Afrika kıtasının kaderini paylaşmaya başladı. Güney Amerika açlık riskinin ve gıda krizinin yeni odağı olarak dikkat çekiyor. Ayrıca küresel yoksulluğun tarihin en üst sınırına çıķtığı bir konjonktürün içindeyiz. Küresel Güney diye tanımlanan ve küresel bir fabrika işlevi gören Uzak Asya, Kuzey Afrika ve Latin Amerika sefaletin ve acımasız sömürünün merkezi olarak öne çıkıyor. Metropollerde durum farklı değil. Artık her ülkenin kendi “güneyi” ve sosyal atık muamelesi gören, işsizlik, yoksulluk ve sefaletin yıkıcılığını yaşayan geniş bir nüfusu var. Finans kapital ve kapitalist devlet kendi güneyini tehlikeli sınıfların ve kesimlerim yaşadığı alan olarak görüyor. “Güney” ve güneyin sakinleri sistem açısından artık kriminal vaka değerlendirmesinden öte bir mana taşıyor, güney var olan sistemi ve işleyişi tehdit eden bir güç olarak görülüyor. George Floyd’un öldürülmesi aslında sistemin güneye  bakışını simgeliyor. Sonrası gelişen olaylar ve hızla küresel tepkiye dönüşen eylemler gerçekten güneyde biriken sistemi sarsacak öfkeyi ve potansiyeli ortaya koyuyor. ABD’de başta Siyahiler olmak üzere Hispanikler, Karayip kökenliler tehlikeli kesimler olarak değerlendirilirken, güneyin asli unsurlarını oluşturuyor, AB’de ise başta göçmenler, Balkan halkları ve çeşitli alt sınıflar öne çıkıyor. Ayrıca Hindistan ve Bangladeş gibi özel ülkeler de bulunuyor. Buraları küresel finans kapitalin yeni av sahaları işlevi görüyor. Kısacası dünyada bir çok coğrafya daha bugünden uluslararası iş bölümü ve emperyalist yağmanın sonucu çöp ülkeye dönüşmüş durumda. Buralarda yaşayanlar “unutulmuş”, kaderine terk edilmiş haldeler. 2020’li yıllarda bu sürecin derinleşmesi yüksek bir olasılıktır. Önümüzdeki dönemde ayrıca bugün Afganistan, Suriye, Irak, Yemen, Libya gibi sürekli savaş politikaların izlendiği, sürekli iç savaşın yaşandığı  destabilize bölgelerin yaygınlaşması beklenmelidir.

Artık dünyanın çok geniş bir kesimini “dünyanın lanetlileri” oluşturuyor. Unutulmuş ve çöpleşmiş coğrafyalar çoğalıyor. Bir nevi dünya cehennemi görünümüne bürünüyor. İnsanlık bir avuç asalakla ve finans kapitalin varlığıyla kendini varlığını ortaklaştıran ama aklı, ruhu ve pratik tecrübesi olan, organik bir yapıya dönüşmüş; ayrıca teknolojik bir savaş aygıtına haline gelmiş kapitalist devletle karşı karşıya…

EMEK YÖNETİM BİÇİMLERİ: SINIFIN KONTROLÜ VE DENETLENMESİ

Kapitalist kriz ve pandemi süreci finans kapitalin yeni hegemonya stratejilerini beraberinde getirdi. Yapısal kriz dönemleri sınıf savaşlarının şiddetlendiği yüksek konjonktürlerin önünü açar. Ve çok boyutlu gelişmeleri tetikler. En başta emeğin koşulsuz itaati arzulanır ve bu yönde devlet toplum ilişkileri yeniden düzenlenir. Yeni emek rejimleri bu sürecin ayrılmaz parçası olarak devreye sokulur. Aslında emek rejimleri sadece fabrika rejimiyle sınırlı bir gelişme değildir. Aynı zamanda kapitalist ilişkilerin kendini yeniden üretme zemini olarak ideolojik, politik, kültürel, sosyal boyutları yanında, bir sınıf savaşı aygıtı olarak devletin işlerliğini ve biçimini etkileyecek içeriktedir. Bu manada sınıfın boyunduruk altına alınması ve çok boyutlu kuşatılması, artı-değer sömürüsünün sürekliliği ve derinleştirilmesi stratejik önem taşır. Kısaca bugüne kadar uygulanan emek yönetim biçimleri sınıf açısından şiddetli yabancılaşma ve yıkıcı sömürü ve parçalanma anlamına geldi.

20. yüzyılın başında bir üretim tekniği olarak devreye sokulan Taylorist yöntemler bu yöndeki ilk ve çok kapsamlı emeği kontrol etme ve denetleme uyguları olarak dikkat çekti. Taylorist yöntemler sert işbölümüne dayanan, işçinin makinanın ritmine göre hareket ettiği ve bu ritme tabi olduğu uygulamaları içerir. İşçi sürekli olarak standardize edilmiş, rutinleşmiş ve basitleştirilmiş işi yapar. İşyerinde hiyerarşi katıdır ve özellikle kafa emeği, kol emeğinden net bir şekilde kopartılmıştır. Üretim süreci son derece parçalanarak, emek gücünün niteliğinin azaltılması hedeflenmiştir. Böylece işçi maliyetinin minimize edilmesi ve işçinin her an (vasıfsız niteliğinden dolayı) işten atılması ve rezerv işçilerin/işsizlerin çalışanlara karşı bir tehdit unsuru olarak kullanılmasının nesnel zeminleri yaratılmıştır. Taylorist yöntem kısaca işin standardize edilerek ve son derece basitleştirip, işçinin düşünme melekelerini devre dışı bırakan, sınıftan doğabilecek her düzeyde reaksiyonu ve aksamayı engellemeyi amaçlayan, maksimum kar arzusuyla devreye sokulmuş bir emek örgütleme biçimidir. Taylorist uygulamalar finans kapitale sınıfın disipline edilmesi ve kontrol edilmesi yönünde son derece önemli olanaklar sundu.

Özelikle II. Paylaşım savaşı sonrası devreye sokulan Fordizm, aynı zamanda kapitalizmin yeniden yapılanmasını içeren bir kavramdır. Bir emek rejimi olarak ideolojik, kültürel, ekonomik, sosyal ve siyasal boyutları olan çok kapsamlı bir içerik taşır. Fordizmin içinde Taylorist uygulamaları barındırsa da özellikle makinaların emek üzerindeki tahakkümünün somutlandığı bir işleyişe sahiptir. İşçi bir manada makinanın parçasına, dişlisine dönüşür. Burada işçi bir makina sistemiyle karşılaşır. Bant sistemi makinaları birbirine bağlar. İşçi sadece bant sistemini çalıştıran bir dişli konumunda hareket eder. Seri ve standart üretimin önünü açan bu uygulamalarla, kitlesel üretim ve tüketimin gerçekleşme zemini sağlanır. Fordist uygulamalar emeği makinanın tahakkümü altında sokması, boyunduruk altına alması ve  yarattığı avantajlarla kar oranlarında ciddi yükselmeleri beraberinde getirdi. Fordizm II. Paylaşım savaşı sonrası kapitalizmin genişleme dönemine damgasını vurdu. 1960’ların ortasından sonra OECD ülkelerinde görülen kar oranların düşmesi Fordizmin krizini simgeledi.

1970’li yılların ortasından sonra kapitalizm içine girdiği sistemik kriz, kapitalizmin yeniden yapılanmasının ve yeni sermaye birikim rejiminin önünü açtı. Neo-liberal kapitalizm, dönemin karakterini belirledi. Neo-liberalizm sistematik bir karşı devrim anlamına geldi. Sosyal yıkım programları yanında emeğin ontolojine yönelik şiddetli saldırılar gerçekleşti. Fordizmin krize yanıt olan ve sınıfı her düzeyde boyunduruk altına almayı amaçlayan yeni emek yönetim biçimi olarak esnek üretim modelleri (tam zamanlı üretim, kalite çemberleri gibi yöntemler) devreye sokuldu. Özellikle bilgisayar teknolojilerinin üretim sürecinde kullanılması farklı esneklik modellerinin gerçekleşmesini sağlayan temel faktör oldu. Bu yönde  bir yandan esnek, çok yönelimli, nitelikli emek ihtiyaç haline gelirken, diğer taraftan son derece vahşi ve en alt standartların yaşandığı uygulamalar devreye sokuldu. Kompleks ve spesifik makinaların senkronizasyonun sağlandığı esnek üretim modellerinde işçinin makinanın sadece bir uzantısı değil, aklını, ruhunu ve duygularını makinayla bütünleştirmesi amaçlandı. İşçinin üzerinde makinanın tam tahakkümünün kurulması hedeflendi. Elektronik denetleme ve kontrol mekanizmalarıyla işçilerin her davranışı izlendi. Yeni mekan ve zaman düzenlemeleriyle maksimum çalışması ve tam randıman hedeflendi. İşletmeyle işçinin bütünleşmesi ve kaynaşması için bir dizi teknikler devreye sokuldu.  İşyeri bir anlamda panoptikon alanlara dönüştü. Kar oranlarını yükseltmeyi amaçlayan esnek üretim modelleri hali hazırda küresel düzeyde en yaygın kullanılan emek yönetimi biçimidir. Esneklik sadece ekonomik bir organizasyondan olmaktan öte bir emek rejimi olarak hem bir toplum modeli simgelemekte, hemde neo-liberal kapitalizmin ruhuyla uyumlu ideolojik, sosyal ve siyasal hatta felsefi boyutları olan bir dünya halini anlatmaktadır. Bütün bu uygulamalar son 40 yılda küresel düzeyde neo-liberal kapitalizmin yarattığı tarihin en büyük yıkımı ve en büyük proleterleşme dalgasının üzerinden gerçekleşmektedir.

Pandemi ve kapitalist krizin durgunluk, depresyon salınımı şeklindeki gelişim seyri önümüzdeki yılların son derece kritik bir dönem olacağını gösteriyor. Yapısal krizlerin uzun dalga karakteriyle kendini dışa vurması ve yüksek konjonktür olarak 40, 50 yıllık bir dönemde gelişmesi, bir modellemeyle önümüzdeki çeyrek asırlık sürecin büyük alt üst oluşlara gebe ve olağanüstü bir dönem olacağını ortaya koyuyor. Pandemi ve küresel düzeyde son 4 ayda yaşananlar (salgın sonucu dünya çapında yaşamını yitirenlerin sayısı 500 bin kişiye yaklaşıyor. Ve sayı hızla artıyor. Bu rakam, gerçekleştiği süre itibariyle dünya savaşlarında ölenlerin sayısında çok daha fazladır) söylediklerimizin abartı olmadığının bir göstergesidir.

KÜRESEL FAŞİST DALGA VE DESPOTİK EMEK REJİMLERİ

İçine girilen konjonktür sınıfa stratejik saldırıların yoğunlaştığı, emeğin çok boyutlu denetlenip, boyunduruk altına sokulmak istendiği bir dönemin kapılarını aralıyor. Küresel finans kapital dünyanın Bangladeşleşmesi  yönünde düzenlemelere girişiyor. Küresel Güney zaten bu süreci en acımasız şekilde yaşıyor. Artık dünyanın diğer coğrafyaları ve metropoller dahil bu dalganın içine giriyor. Metropollerin kendi güneyleri, yoksulluğun, işsizliğin ve sosyal atıklaşma halinin merkezlerine dönüşüyor. Bir yanda yapay zeka ve robotik teknolojilerin kullanıldığı, üretimde tam otomasyonun tartışıldığı ve pratik adımların atıldığı gelişmeler yaşanırken, diğer yanda tam da kapitalizmin doğasına uygun vahşi ve yıkıcı sömürünün yaşandığı, son derece berbat koşullarda hayatların sürdürüldüğü dünyanın atölyeleri üretmeye devam ediyor ve devam edecek.  Bu durum bir paradoks değil, sistemin işleyişinin ve ruhunun bir yansımasıdır. Bugün olduğu gibi Afrika’nın çitlerle  çevrilmiş ve özel güvenlik elamanlarıyla korunan en verimli  topraklarında Afrikalı tarım işçileri ölümüne ve çok cüzi bir ücretle çalışıp açlıkla boğuşurken, ürettikleri ürünler, metropollerde egzotik ve domestik tatlar olarak piyasaya sunuluyor. Ya da Endonezya’da marka bir spor ayakkabı üreten bir işçinin aylık kazancı satılan bir ayakkabının ederinden çok daha az olmaya devam edecek. Küresel atölyelerin çarkları insan kanı, teri ve gözyaşıyla dönmeyi sürdürecek.

Küresel finans kapital böylesi bir işleyişi sürekli kılmak ve derinleştirmek için yeni despotik emek rejimlerini devreye sokuyor. İkinci kuşak kapitalist bir ülke olarak Türkiye’de, sermaye fraksiyonlarından biri olan MÜSİAD’ın projelendirdiği çalışma kampı niteliğindeki,organize sanayi bölgelerinin modifiye edilmiş bir hali olan kompleks çalışma üsleri, bunlardan sadece biridir. Benzer projelerin, bundan sonraki süreçte olası yeni salgınlar ve benzeri durumlarda üretim ve tedarik zincirinde sorun yaşanmaması ve zincirin kopmaması için farklı ikinci kuşak kapitalist ülkeler tarafından da geliştirildiğini bugünden öngörebiliriz. Küresel düzeyde esnekleşme ve güvencesizleştirme politikalarının derinleştirileceği bir konjonktürün içine girdik. Bu noktada finans kapital için despotik emek rejimleri sınıfı atomize etme, itaatkarlaştırma ve boyunduruk altına alma anlamında stratejik önem taşıyor.

Despotik emek rejimi kavramı Michael Burawoy’a ait bir kavram. Gramsci’nin kavram haritasından hareket eden Burawoy, despotik ve hegemonik emek rejimleri tanımlamaları yaparak bu rejim tiplerini fabrikanın ya da çalışma alanının sınırında tutmaz. Daha geniş bir perspektifte ele alır. Burawoy’a fabrika rejimleri analizi emek rejimi ve devlet arasındaki ilişkiyi açmak ve bu ilişkinin karmaşıklığını tanımlamak açısından önem taşır.

Despotik emek rejimi bu manada işyerinde işçinin çoklu baskı metotlarıyla boyunduruk altına alınmasını, itaatkar olmasını ve artı-değer üretiminin kesintisiz ve sorunsuz üretimini hedeflerken, bu politikalarla devletin ve siyasi rejimin sistemin işleyişine yönelik izlediği makro politikalar arasında bağ kurar. Başka bir ifadeyle fabrika rejimleriyle devlet ve siyasi iktidarın izlediği politikalar birbirini tamamlar ve şekillendirir. Bu manada Marx’ın artı-değer üretme sürecinde, kapitalist egemenlik mantığını görmesi son derece önemli bir alt çizmedir.

Finans kapital kar oranlarını artırma arayışının bir sonucu olarak ve pandemi benzeri olağanüstü gelişmelerin yarattığı atmosferi kullanarak “şok doktrinine” uygun pratikler sergiliyor. Küresel düzeyde despotik emek rejimlerini gündeme getirerek sınıfın ontolojisine saldırıyor. Zaten son 40 yıllık süreç neo-liberal yıkıma sahne olmuştu. İçine girdiğimiz yeni konjonktür ultra neo-liberal politikalara sahne olacak. Emeğin tahakküm altına alınması ve enkazlaştırılmasına yönelik bu çabalar sistematik esnekleştirme, güvencesizleştirme, işsizleştirme, taşeronlaştırma, yoksullaştırma, mülksüzleştirme ve sendikasızlaştırma şeklinde biçimlenecek ve küresel bir saldırı mahiyeti taşıyacak. Yine Burawoy’un tanımlamasıyla içinde rıza mekanizmalarının baskın karakter taşıdığı, ama her zaman bir olgu olarak baskı unsurlarını bünyesinde taşıyan hegemonik emek rejimlerinin metropoller dahil ortadan kalktığı bir konjonktürün içine girdik. Zaten küresel güneyde despotik emek rejimleri 1980’li yıllardan başlayarak, özellikle 1990’lı yıllarda yaygınlaştırıldı. Son derece vahşi şekilde uygulandı ve uygulanmaya devam ediyor.

Bu sürecin bir başka yansıması yukarıda söz ettiğimiz “tehlikeli kesimlerin” ya da kitlelerin yoğun bir kesiminin esnekleştirme, güvencesizleştirme ve işsizleştirme politikaları sonucu sosyal atığa dönüştürülmesi ve belirli bölgelere sıkıştırılmalarıdır. Buraları yeni Güneylerdir. Yani izole edilmiş, kriminalize ve kendi kural ve kanunları bulunan, ya fiili sınırları olan ya da duvarlarla çevrilmiş bölgeler ve bu bölgelerde  ötekileştirilmiş, diskrimine edilmiş, yok sayılan çok geniş bir nüfusun varlığıyla karşı karşıyayız. Güney Afrika’da uzun Apartheid rejiminden sonra, siyahi burjuvazinin ve siyasi iktidarın varlığı koşullarına göre biçimlenmiş siyahların yaşadığı (sınıf ve ırk ayrımının yeni konsantrasyon) bölgeleri, ya da Brezilya’da Sao Paulo ve benzeri büyük kentlerde zengin semtlerle, fakir “favelaları” arasında örülen duvarlar artık bir kaç ülkede ve  o bir kaç ülkenin özgül şartlarında oluşmuş bir kent sosyolojisinden ibaret olmayacak, bir genel olgu haline dönüşecektir.

Kısacası bir nevi yeni Ortaçağ’ın eşiğindeyiz. Ortaçağ’da olduğu gibi kentler güvenlik duvarlarıyla, kaleyle çevriliyor bir tarafta kalenin içinde yaşayan ve korunanlar, diğer tarafta kalenin dışında kalan ve çalışarak kalenin içindekileri besleyenler ve (pandemi gibi) her türlü tehdit ve tehlikeye açık yığınlarla karşı karşıyayız. Dünya giderek yeni Ortaçağ’a dönüşüyor.

Bu çok boyutlu gelişmeler küresel düzeyde yeni faşist dalgayla bütünleşiyor. Özellikle 2007- 2008 kapitalizmin yapısal krizi sonrası ABD Trump, Rusya’da Putin, İngiltere’de Johnson, Macaristan’da Orban, Hindistan’da Modi,  Brezilya’da Bolsonaro, Bolivya’da  Anez gibi kimliklerin iktidara gelmesi sağ popülizm gibi melez bir kavramla açıklansa da neo- liberalizm, otoriterleşme ilişkisinin bir dışavurumu, kapitalist krizin yarattığı sınıfsal kutuplaşmanın ürünü olan yeni faşizmin yansımalarıdır. Yeni emek rejimlerinin inşası, kapitalist yeni sömürgeleştirme ve yıkım politikaları, olağanüstü rejimlerin önünü açtığı gibi  devlet biçiminde değişimleri beraberinde getirdi. Önümüzdeki dönemde küresel krizin depresyona dönüşme olasılığın artması, yeni salgın tehditleri ve olağanüstü gelişmeler dönemin ruhuyla bütünleşen ya da dönemin ruhunu oluşturacak faşist yayılışın önünü açabilir. Avrupa’da neo- faşist partilerin bir çok ülkede hızla gelişmesi bu sürecin bir başka veçhesini ortaya koymaktadır. Kısacası 2020’li yıllar hızlı kapitalist entegrasyonun dışında kalmış çöp ülkeler, hatta kıtalar, destabilize coğrafyalar, sosyal atıklaşma, yeni çalışma kampları, küresel açlık, küresel sefalet, eko- yıkım, faşizmin kitle ruhuna dönüşmesi ve ölümün egemenliğine sahne olacaktır.

Bu karşı devrimci dalgaya karşı küresel düzeyde 2010 yılında başlayan, dönemsel olarak dalgasal şekilde yükselen ve geri çekilen, 2019-2020 yılının başında yeniden 44 ülkeyi saran küresel isyan ve ayaklanmalar insanlığın umududur. Pandemi koşullarında yine dünya çapında sınıfın geliştirdiği farklı direniş biçimleri, Lübnan, Kolombiya ve Şili’de yaşanan açlık isyanları, George Floyd’un katledilmesi sonrası dünyayı saran öfke dalgası yeni dönemin öfke karakterini ortaya koymaktadır. Ayrıca patriyarkal kapitalizme karşı küresel feminist grevler, kadın özgürlük hareketinin muhteşem pratikleri, doğanın metalaştırılmasına ve ekolojik yıkıma karşı ekolojik hareketin üstün performansı ve diğer sistem karşıtı hareketler, bir başka dünya arayışının somut kolektif karşı duruşlarıdır. Geleceğin tohumları bu pratiklerin ve enternasyonalist hamlelerin içinde saklıdır.

Kaynaklar

K. Marx, Kapital I. Cilt, Sol Yay., 1986.

M.Castell, Kent Sınıf İktidar, Phoenix, 2015.

M. Burawoy, Üretim Siyaseti, Note Bene Yay., 2015.

M. Burawoy, “Between the laborand the state: The changingface of factory

rejimesunderadvencedcapitalism”,AmericanSociologicalRewiew, Vol., 48, No:5, 587- 605.


Volkan Yaraşır – 11.08.2020

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑