Makaleler

Published on Eylül 21st, 2023

0

Yılmaz Güney: Söz etmenin adaleti ve insanın bilme ve bilinme hakkı | Beren Azizi


Bu yazıyı Yılmaz Güney hakkında söz söylemiş kişilere cevap vermek için yazmıyorum. Veyahut Yılmaz Güney’le kurulacak herhangi bir ilişkiye etik, politik bir öneri getirmek için de yazmıyorum. Filmlerini ister izlersiniz ister ister izlemezsiniz, oyunculuğunu ister översiniz ister yerersiniz. Konumuz bunlar değil(di).

Zaten kimse kimseye filmlerini izlemeyin dememişti. Yalnızca; sürekli, gerçekten istisnasız sürekli, sadece ama sadece övgüyle bahsedilen bir figüre karşı bir kadın oyuncu bu insandan adaletli söz etmenin gerekliliğini sitemkar bir dille dışa vurmuştu. Çünkü Yılmaz Güney hakkında adaletli değil, anti-adalet söz etme biçimlerinin hegemonyası vardı açıkça; övgü, süreklilik içinde tek bir bahsetme biçimiyken, Güney’in kadınların canını, bedenini, psikolojisini, onurunu ve haysiyetini hedef aldığı fiziksel acı çektirmelerle dolu saldırılarından söz edilmiyordu. Bu gerçeğin üstünün tek tip ve erkek egemen övgü dolu söz etme biçimleriyle örtülmesi bahsedilen şiddeti hep diri tuttu: Artık kadınlara yönelik ağır şiddet, aşağılama, onları haysiyetsiz bırakma, Yılmaz Güney’in bahsedilen eylemi değil, Güney hakkındaki söz etme biçiminlerindeki övgü dolu içeriğin kendisi olmuştu. Bu yolla, yani sadece övgü dolu söz etme biçimini egemen tutarak, solcu erkekler geçmişteki bir figürden bahsetseler de bugüne dair insanlığa sığmayan bir güç ilişkisini ve şiddet fırsatlarını isteseler de istemeseler de yeniden garanti altına alıyorlardı. Yani, artık tehlikeli olan sadece Güney’in eylemleri değil, bu söz etme biçimlerinin ta kendisiydi.

İnsan, bilme hakkıyla sadece gerçeği ve farklı düşünceleri öğrenme fırsatlarına sahip olmaz. Yani bu hak sadece tek bir sesin egemenliğini ortadan kaldırıp insanın doğruya ulaşmasıyla ilgili değildir. Bu hak aynı zamanda insanın insan olduğunu sözü edilerek deneyimleme fırsatlarıyla ilgilidir. İnsan, bilme hakkıyla kaygılarının ve başına gelenlerin sözü edilme fırsatına da sahip olur. Yani kendisine yapılanların normalleştirilmemesi ve bir mesele olarak konuşulması yoluyla bedeninin ve haysiyetinin hiçleştirilmesinin de önüne geçer. Yoksa konuşulmayan şey, etten kemikten bir insan da olsa, bir hiçtir: Yılmaz Güney’den anti-faşist ve muhalif söz etme biçimlerinde sadece övgülerin yer alması ve daha da kötüsü bu söz etme biçimlerinde muhteşem bir uzlaşma varmış yalanını sürdürmek solcu ve muhalif kadınları hiçleştiriyordu. En önemlisi de bu hiçleştirme güvensizliği yeniden üretiyordu kadınlar için: Yeniden bir solcu erkek, sevgilisi bir kadını vahşice dövebilir ve saygı görmeye devam edebilir. 

İşte tam bu yüzden söz etme biçimlerindeki solcu erkek egemenliğini kırmak, kadınlar için sadece feminist etik meselesi değil, bir var olma ve güvenlik meselesidir de. İnsan olarak haysiyetiyle var olma ve can güvenliğini sağlama meselesi. O sebeple Güney hakkındaki söz etme biçimlerindeki kurulu hegemonyaya karşı, hele ki aynı sektörden bir kadın oyuncunun isyan etmesi insan onuru ve yaşam hakkı için atılmış ilerici bir adımdan fazlası değil. 

Hegemonya bu adım sayesinde geri dönüşü olmayan bir şekilde kırıldı. Artık Güney hakkında anti-faşistlerin söz etme biçimleri tek değil. Zaten hiçbir zaman da değildi ama tekmişçesine bir racon vardı bu tip söz etme biçimlerini sahiplenen/üreten solcu erkek egemenliği sebebiyle. İşte bu kırıldı. Bunun kırılmasındaki en önemli nedenlerden biri de solcu erkek egemen söylemde ısrar edenlerin sağcılarla Güney üzerinden yürüttükleri ideoloji savaşında bir üçüncü ideoloji olan feminizmi ve kadınların kaygılarını küçümsemeleri oldu. Olayı “sağ-sol” çatışması olarak resmedebileceklerine dair özgüven ve yanılgıydı. Dillerini istedikleri kadar inkarcı ve sert tuttular bu yanılgı sebebiyle. Ve battıkça dibe battılar. Onlar inkar ettikçe hakikatlerden daha çıplak bir şekilde bahsedildi. Bahsetmenin adaleti hakkında böylesi bir sınavdan geçerken konuyu tabii ki çarpıttılar. Fi tarihinden kalma retorik taktiklerle konuya dalan Fazıl Say gibi eskimiş tipler yeni neslin truth-seeker ve “gaslighinge mi uğruyorum acaba” saplantılarını da küçümsedi. “Sanatçının eserlerini ne yapalım yani…” gibi ucuz bir çarpıtmayla tartışmanın taleplerini ve gerçeklerini sahtekarca ele aldılar. Tartışmada şarlatanlık! Veyahut büyük oyunu görenlerce o akıl yürütmeden yoksun sığ soru soruldu: “Neden bugün konuşmaya başladınız? Taraf gazetesi misiniz? FETÖ…” falan filan. Sen konuşulanları ancak bugün duymuş olabilir misin? Sonunda aslında yıllardır başta kadınlar olmak üzere bunu konuşanlar bugün seni bu konuyu yok sayamayacak/edemeyecek hale getirmiş olabilirler mi? Sen de bu kaçamama halini sanki konu ilk defa bugün konuşuluyormuş gibi komplolara bağlayarak kendini rahatlatıyor olabilir misin? 

Neyse… Gene de ve ancak bu yazının konusu bu tartışmalar sırasındaki moral ikiyüzlülükleri veya çarpık mantıkları bir bir ortaya çıkarıp bakın öyle olmadığı halde böyle böyle dediler demek de değil. Bu tartışmaların nedenini ve talepleri analiz etmek de değil. Yukarıda maalesef biraz da olsa bunu yapmak zorunda kalsam da bu yazının konusu bunlar değildi.

Bu yazının konusu şu: Yılmaz Güney ne yaptı? Ben bunu yazmak istiyorum, bunun için buradayım.

Yılmaz Güney, boşanacağını söyleyen eşini arabayla ezdi. Bunun sonucunda kadının kemikleri kırıldı ve hastanede yattı. Vahşice, gaddarca… Seninle birlikte olmak istemeyen birini arabayla ezmek, ona bu yolla acı çektirip işkence etmek aşağılık ve insanlığa karşı faşist bir eylem olduğu kadar aynı zamanda tehlikelidir de. 

Kadın boşanacağını söylediğinde arabayla ezmiş kadını. Köprücük kemiği kırılıp hastanede yatmış bu kadın. Utanmış, sarsılmış, acı çekmiş, kendine gelememiş, korkmuş… Bir insan bin insandır. İnsan sevdiğine bu vahşeti, acıyı, korkuyu, dehşeti, travmayı nasıl yaşatır? Bu insanlığa sığmıyor. Kamu vicdanında bunun yeri yok. Hepimizin sevdikleri var ve gerçek sevgi, insanın özgürlüğüne ve kararlarına saygı duyup ona zarar veremeyen kardeşlik duygusunda yatar. Gerçek eş, baba, anne, kardeş, dost budur. Seni güçlendirir. Boşansan da evden gitsen de kalsan da, öyle de olsan böyle de olsan senin yanında olur. Kabusun ve ölüm korkun olmaz. Bu gerçek sevgi değil. Gerçek eş, aile, dost seni korkutup güçsüz kılıp, bir yığın travmayla baş başa bırakmaz, boşanıyorsun diye arabayla ezmez, ezemez, yapamaz, kalbi almaz bunu. Boşanacağını söylediğinde seni arabasıyla ezen eş bu ülkede sadece şuna işaret eder: Türkiye’de hepimizin üstüne düşünmesi gerektiği insanlığımızın kaybıdır. Korkutucu, dehşet verici ve çok üzücü bir çürümedir bu. Çürümemizdir. İnsanların kadın olanına karşı düşmanlıktır ve bu düşmanlık sistematiktir. Bu ağır ayıbı ve çürümeyi inkar etme ihtiyacını anlıyorum; çünkü bu çok ağır bir sistematik faillik ve bunu inkar etmek için türlü türlü eski moda çarpıtmaları kullanmayı seçin, seçiyorsunuz da ama vicdanımızdan ve aklımızdan kaçamayız. Yüzleşmemiz gerekiyor: İnsan, başka bir insanı ondan ayrılacağı için arabayla ezmez, iki kere iki eşittir dört.

Aşırı sağcı ırkçılarla ve liberallerle Yılmaz Güney üzerinden yürüttüğünüz ideolojik kültür savaşını kadınların arabayla ezilip hastanelik edilmesini, dövülmesini meşrulaştırarak ya da görünmez kılarak kazanamazsınız. Aksine halkın gözünde de kaybeden siz olursunuz. Bu kültür savaşını ancak ve ancak putlarınızı kırarak ve dürüstçe adaleti savunarak kazanabilirsiniz. Sizin de canınız, sevdiğiniz olabilirdi Yılmaz Güney’in hastanelik ettiği o kadın. Size savunduğunuz her şiddet failinde bunu hatırlatmaktan yorulduk. Yeter!

Bu, adı tartışma, kendisi şiddeti meşrulaştırma olan gündemi takip ederken şöyle bağırdığım anlar da oldu: “Biz nasıl hastalıklı bir ülkenin çocuklarıyız, gençleriyiz? Şu an orta yaş ve üstü olan jenerasyonun hepsinin değil ama çoğunun  “kahraman” diye benimsediği çoğu figür eli kanlı bir kadın işkencecisi ya da katili bir erkek. Sizin hastalıklı tarihinize ve tarihi figürlerinize yeni nesil tapınmak zorunda değil. Aklım almıyor. Adam, boşanacağım diyen karısını arabayla ezip işkence etmiş, kemiklerini kırmış. Duyduğum anda hayal ediyorum ve hissediyorum ve midem gerçekten bulanıyor. İçim almıyor. Cidden sizin hiç sevdiğiniz falan yok mu? Hiç mi birini sevmediniz şu hayatta? Siz ona bunu yapabilir miydiniz? Bütün bu Yılmaz Güney savunusu bunu yapabileceğinizi işaret ediyor, ne ürkütücü. Midesizsiniz, potansiyel işkenceci ya da aklayıcı adayısınız, demokrasi ve kardeşlik duygusu nedir tatmamış, katiline aşık insanlarsınız. Anlayamıyorum.”

Sonra dur dur sakin ol, diyerek teselli ettim kendimi. Ve düşünürken -bir yandan devam eden “Büyük Aile Buluşmaları” gündemi de buna karıştı- biraz açıldım, savruldum:

“En yakınları, en güvenmeleri gereken insanlar ve ilk sığınakları zorba olan insanların ülkesi olan Türkiye’de derin bir aile ve ulus özlemi var. Yani bir baba-anne ve eş-dost hasretiyle yaşıyorlar. Onaylandıkları, dalga geçilmeden desteklendikleri, tökezledikleri anda utandırılmadıkları, yol gösterildikleri o politik örgütlülüğün hasreti içindeler. Fakat zorbayla yüzleşmek yerine muhafazakarlaşıyorlar. Solcular da yapıyor bunu. Çok zor tabii ‘aslında ne sevmişim ne sevilmişim ne de insana yaraşır hayat yaşamışım’ diyerek kolları sıvamak. Tembellik daha kolay: ‘Ailemizi koruyalım.’ Bu feministler de…’ ‘Cancel culture, woke…’ ‘Şimdi filmlerini izlemeyelim mi?’ falan filan gibi bir yığınlaşma. Varsa yoksa saldır dur ‘yozlaşma’ gördüğün her şeye. Ama bu yolda, böyle zor bulursun aradığın saadeti.”

İşte böyle. 

Görsel: Sam Liacos


Beren Azizi – velvele.net – 21.09.2023

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑