Tarih

Published on Haziran 9th, 2023

0

“Ali Öz Mektubu” hakkında son defa | Ayşe Hür


Taner Akçam, bu mecrada 9 Mayıs 2023 tarihinde yayımlanan “Taner Akçam’a Cevaplarım” başlıklı yazıma iki yazıyla cevap verdi. Yazılardan ilkinin ağırlığını 1937-1938’de Dersim’de zehirli gaz kullanımına dair yazışmalar ile Haziran 1926’da Mustafa Kemal’le görüştüğü iddia edilen Emile Hildebrand’ın röportajına ilişkin değerlendirmeler oluşturuyor. İkinci yazı tamamen Ali Öz mektubuna ait. Dolayısıyla şimdi ikinciye cevap vereceğim.

Taner Akçam, bu mecrada 9 Mayıs 2023 tarihinde yayımlanan “Taner Akçam’a Cevaplarımdır” yazıma iki yazıyla cevap verdi. Akçam’ın ilk yazısı 5 Haziran 2023 tarihli ikinci 6 Haziran 2023 tarihli Yazılardan ilkinin ağırlığını 1937-1938’de Dersim’de zehirli gaz kullanımına dair yazışmalar ile Haziran 1926’da Mustafa Kemal’le görüştüğü iddia edilen Emile Hildebrand’ın röportajına ilişkin değerlendirmeler oluşturuyor. İkinci yazı tamamen Ali Öz mektubuna ait. Dolayısıyla şimdi ikinciye cevap vereceğim.

Kaynak kim?

22 Nisan 2023 tarihli Agos’ta Taner Akçam “Elimizde, 17 Aralık 1946 tarihli, askerliğini 1937/38 yıllarında Dersim’de çavuş olarak yapmış Ali Öz isimli bir kişiye ait bir mektup var*” demişti. Dipnota gittiğimizde “*Mektup, Hasan Saltık Arşivinden. Arşivdeki belgeleri benle paylaşan Nevzat Onaran’a ve belgeyi kullanmama izin veren Nilüfer Saltık’a teşekkür ederim,” ifadesini okumuştuk.

5 Mayıs 2023 tarihli Agos’ta Taner Akçam “Ayşe Hür’ün sahte olduğunu ileri sürdüğü benim yayınladığım mektuplar Hasan Saltık arşivinden.” Ve “Nitekim, benim yayınladığım belgeleri de Saltık arşivinden alan Nevzat Onaran’dır,” Diyerek biraz daha açıklık getirdi kaynak meselesine. https://www.agos.com.tr/tr/yazi/28573/dersim-belgeleri-ayse-hur-ve-los-angeles-examiner

22 Mayıs 2023 tarihli Gazete Duvar’da Nevzat Onaran: “Hasan Saltık Arşivi’nde Hasan Saltık’tan izin alıp çalıştım, portatif tarayıcıyla taradım, iyi okunmamasının hatası benimdir. (…) Mektupların Hasan Saltık Arşivi’ndeki orijinali de gündeme gelmişti.Nilüfer Saltık, Şükrü Kaya’nın ve Ali Öz’ün mektupları hakkında bilgilendirdi, mektuplar kopya imiş. Teşekkür ediyorum. (…) “Eline nasıl geçti?” sorusunu, bugün cevaplamamız mümkün değil, Hasan Saltık iki yıl önce vefat etmişti,” diyerek kafa karıştırdı.

5 Haziran 2023’da Gazete Duvar’da Taner Akçam bu sefer “Hasan Saltık, Şükrü Kaya ve asker Ali Öz’ün mektuplarını muhtemelen 2000’li yılların başında, İçişleri Bakanlığına ait bir dizi başka belge ile aynı anda elde etmiş. Büyük bir kısmı Umumi Müfettişlik raporları olan bu belgeler, orijinallerinden çekilmiş kopyalar,” diyerek yepyeni bir bilgi ile tanıştırdı bizi.

6 Haziran 2023’da Gazete Duvar’da Taner Akçam “Tekrar edeyim. Bu iki mektup da Hasan Saltık Arşivi’nde bulunan İçişleri Bakanlığı evrakı arasından çıktı,” diyerek kesinleştirdi bu yeni bilgiyi. Hatta sonda bir de sarkazm yaptı: “[Ayşe Hür’e göre] Bilmediğimiz bir nedenle bu değerli sanat eserini İçişleri Bakanlığı Arşivine gömmeye karar vermiş!”

Çelişkiler

Dikkatinizi çekmiştir muhakkak, Akçam ilk seferinde “elimizde” derken, sonra “Hasan Saltık arşivinden” diyor sonra “Hasan Saltık arşivinde gördüğüm” diyor. İlk yazıda belgenin orijinal olduğunu ima ederken sonra bunun kopyanın taraması olduğunu, son yazıda ise kenardaki izlerden kopyanın görseli olduğunu anlıyoruz. İlk yazıda sadece Hasan Saltık arşivinden geldiğini okurken son seferinde İçişleri Bakanlığı evrağına “gömüldüğünü” öğreniyoruz. Öğreniyoruz ama kafamızda onlarca soru kalıyor. Gazeteciliğin ünlü 5 N, 1 K ilkesi gibi araştırmacılığın da temel ilkeleri var halbuki…

Öncelikle “Hasan Saltık Arşivi” değil, “Hasan Saltık Koleksiyonu” denebilecek bir belgeler yığını olduğunu tekrarlayayım. “Arşiv” ile “koleksiyon” arasındaki farkı araştırmacılar gayet iyi bilirler. Taner Akçam’ın da bildiğinden eminim.

İkinci olarak Taner Akçam her seferinde “mektup” diyor ama elimizde mektubun orijinali yok. Bu yüzden Taner Akçam’ın “mektubun kopyasını/fotokopisini gördüm” demesi gerekir.  

Üçüncü olarak Taner Akçam ve Nevzat Onaran’ın dürüst insanlar olduğuna emin olduğum için başlangıçta “mektup fotokopisinin” nereden çıktığını bilemedikleri ama aralarında müzakere yaptıktan sonra Hasan Saltık tarafından “İçişleri Bakanlığı evrakı” başlığıyla bir dosyaya, bir zarfa, bir kutuya konmuş evraklar arasında bulduğunu hatırladığını anlıyorum. Peki bu “belge”nin İçişleri Bakanlığı arşivinden geldiğini mi gösterir? Bundan emin olabilir miyiz? Hayır olamayız. Hasan Saltık yaşıyor olsaydı onun şahadetine güvenirdik ama maalesef yaşamıyor. Nilüfer Hanım şahitse, buna dair bir açıklama yok. Evrağın üstünde İçişleri Bakanlığı (Dahiliye Vekaleti) anteti, kaşesi, numarası, notu, işareti de yok. Belgenin ortasındaki üst üste üç delikten başka delgi izi vb yok elimizde.

Bu sorulara cevap almadan Taner Akçam’ın “Örneğin bu eseri üreten, niye belgeyi yayınlamamış da İçişleri Bakanlığıarşivine koymak istemiş? Amacı neymiş bunu yaparken ve daha da önemlisi İçişleri Bakanlığıevrakı arasına sokmayı nasıl başarmış? Ve bu eser, niye ve nasıl gerçek olduğundan şüphe edilemeyecek Şükrü Kaya’ya ait diğer mektupla yan yana gelebilmiş?” “Bilmediğimiz bir nedenle bu değerli sanat eserini İçişleri Bakanlığı Arşivine gömmeye karar vermiş!” sorularının ve iddialarının hiçbir anlamı yok. Ama ille de bu sorular sorulacaksa, bunun muhatabı ben olamam herhalde. Bunu araştırmak ve bizi ikna etmekle yükümlü olan Taner Akçam’ın kendisi…

Devam edelim:

Taner Akçam diyor ki “Ayşe Hür’ün, Necip Fazıl’ın 1950’de yazdığı yazıyı gören birisinin, bundan esinlenip takip eden yıllarda bir sanat eseri ürettiği iddiası fazla spekülasyon ve ikna edici değil. Mektupta anlatılanlar öyle çok ‘fantezi’ ile üretilecek şeyler değil. Ancak olayları yaşamış birisinin yazabileceği şeyler. (…) Bu o kadar açık ve anlaşılır ki üzerine konuşmaya bile gerek yok.”

Ben zaten mektupta anlatılanlar “fantezi” demiyorum. Aksine gerçeklikle (benim tabirimle Dersim Soykırımı anlatılarıyla) örtüşüyor diyorum. Ancak bu örtüşmede bazı maddi hatalar yapılmış, hem o tarihte olmayan terimler, kavramlar kullanılmış diyorum. Bu bağlamda Taner Akçam, “Ali Öz yer ismini yanlış yazmış. Kısa bir süre askerlik yaptığı bir yerin ismi konusunda bu hatayı yapmasından daha doğal ne olabilir ki?” diyor mesela. Halbuki kahramanımız “937-938’de Dersim harekâtında çavuş olarak görev yaptım. Alpdoğan paşamın sağ koluydum. Koruması olarak bütün harekat boyunca yanında görev yapma şerefine nail oldum” diyor. Olan şu: Mektubu imal eden, sınavda arkadaşı Kırıkkale yazacağına Kırklareli yazınca, onu aynen alan kopyacı gibi, Necip Fazıl’ın Türüşmek yerine Tersemek, Munzur yerine Murat Suyu demesini kopyalayınca olanlar olmuş. Olayı gerçekten yaşayan birinin hata yapması çok az ihtimaldir, o az ihtimalle hata yaptığında da o hatanın sadece Necip Fazıl’ın yaptığı hata ile tıpatıp örtüşmesi ihtimali milyonda birdir.

Bu inceliği farketmeyen Taner Akçam, daha da fantastik bir tahminde bulunuyor: “Yani, aksi tez daha ikna edici. Necip Fazıl, Ali Öz’ün hikayesini duymuş, dinlemiş ve sonra duyduklarından aklında kalanlardan kısa bir şey yazmış.” “Fantastik” çünkü, henüz varlığına dair en ufak bir ipucu bulamadığımız Ali Öz’ün, bir de dönemin ünlü yazarı Necip Fazıl’la görüştüğünü veya Necip Fazıl’ın Ali Öz’ün anlatısını bir yerden öğrendiğini kabul etmemiz gerekiyor şimdi de… Neden? Çünkü Taner Akçam için bu daha mantıklı… Eğer ispat edebilirse bu ilişkiyi, niye inanmayayım? Hodri meydan!  (Not: Ali Öz’ün gerçek bir kişi olup olmadığını öğrenmek için yaptığım girişimlerden biri, “Bilgi Edinme Kanunu” uyarınca CİMER’e sormak oldu. CİMER konuyu önce SGK’ya sordu, SGK İçişleri Bakanlığı’na yönlendirdi, orası da Tarım ve Ormancılık Bakanlığı’na gönderdi. Hala bir cevap yok. Gelir gelmez sizleri bilgilendireceğim.)

Cemse meselesi

Taner Akçam diyor ki: Geriye ciddi olarak bir tek Cemse ve Seka kelimeleri ile ilgili iddialar kalıyor. (…) “General Motors Mamulatından” “Opel Blitz” ve “Şevrole Kamyon” satış ilanları var. Yani Türkiye, GM kamyonlarını 1937’lerden beri biliyor.”

Taner Akçam’ın kısmen haklı olduğu konu “cemse” terimiyle ilgili iddiam. “Kısmen” diyorum çünkü bizim kuşağa “cemse deyince hangi araç tipini anlıyorsunuz?” diye sorsak, büyük bir çoğunluğunun “askeri araç” diyeceğini sanıyorum. Yani ben “askeri araç olarak cemse” teriminin 1947 Marshall Yardımlarıyla orduya bolca geldiğini sandığım (buna dair envanter bulamadım ne yazık ki) GMC markalı kamyonların zaman içinde “ciemsi” diye okunduğunu ve “cemse”ye dönüştüğünü iddia etmiştim. Aslında tali bir konuydu ama hoşuma gitmişti bu sözcüğün izini sürmek. Zamanım da az olduğu için (hatırlarsanız, Taner Akçam’ın Almanya’daki panellerde beni ispata davet ettiğini duyunca, iki gün içinde araştırmalarımı yapıp yazıyı yazmam gerekmişti.)

Bir aylık süresini iyi değerlendiren Taner Akçam, General Motors (GM) markalı araçların 1946 öncesinde Türkiye’de olduğuna dair ikna edici kanıtlar sunuyor bize. (Hatta onun göremediği 1933 yılına dair ilanlar da var arşivimde.) Ancak Akçam’ın ilanlarını bulduğu GM markalı araçlarla (Opel Blitz otomobil, Şevrole kamyon) GMC markalı askeri kamyonlar aynı şey değil. GM’yi Türkiyeli biri “ciem” diye okur. Ama Opel veya Şevrole yerine “Ciem” dendiğini hiç duydunuz mu? Ben duymadım. Buna karşılık ülkemizdeki yetişkin erkek nüfusun neredeyse %80’ninin ‘Ciemsi-Cemse” diye okuyacağı GMC markalı askeri amaçlı kamyonlar ise 1947 sonrası geliyor. Nitekim Taner Akçam da en erken 1947 tarihli bir ilan bulmuş “Cemse-GMC” terimi için. Ali Öz’ün mektubu yazdığı 1946’ya kadar gidememiş.

Yine de Akçam “kısmen haklı” da olsa, “sözde” Ali Öz mektubundan bir yıl sonrasında “cemse kamyon” teriminin ilanlarda kullanılmasını, terimin günlük dile girmiş olduğuna karine olarak kabul ediyorum. Yani cemse teriminden hareketle mektubun sahteliğini kanıtlamaya çalışmam yanlış olmuş. Bu konuda Taner Akçam haklı. Ama bu konuda haklı olması belgenin sahteliği meselesini çözmüyor. Başka konular hala orada duruyor. Mesela bir arkadaşım sayesinde farkettiğim bir anakronizm Ali Öz’ün “70, 80 çocuk, 30 da kadın o gün infaz edildi” demesi. O tarihlerde idam cezası infaz edilirdi, hüküm infaz edilirdi ama hukuksuz öldürmelere “infaz etmek” denmezdi. Bu terim 1990’lardan sonra lügatimize girdi.

Devam edelim…

SEKA meselesi

Taner Akçam ardından “Benzeri durum Seka kelimesi için de geçerli. Bu yazıyı yazdığım ana kadar, Seka kelimesinin günlük hayatta kullanıldığına dair bir kanıt bulamadım. Ama konuya uzunca vakit ayırarak bulunacağından hiçbir kuşkum yok” diyor. Taner’in en önemli özelliğini bu yazılar sayesinde öğrendim: Hiç kuşku duymuyor, konu onun için açık oluyor, kapandı deyince kapanıyor vs…

Nitekim Taner Akçam burada baltayı taşa vuruyor. “Cemse” terimindeki titiz araştırmacı aniden “yoruldum artık, uğraşamayacağım” diyor. Neden? Halbuki bu terimin kullanımına dair bilgiye ulaşmak için de yeterli zamanı vardı. Tam bir ay geçti aradan. Acaba aradı da bulamadı mı? Bence öyle oldu. Çünkü isterse bir yıl tarasın kaynakları, 1946’da SEKA Genel Müdürlüğü ibaresini hiçbir kayıtta bulamazdı. Bunun nedenini cevabi yazımda anlatmıştım. Demek ki ikna edici olamamışım. Tekrarlayayım:

6 Kasım 1936’da I. İzmit Kâğıt Fabrikası kuruluyor. (Bu fabrikanın adı, 1939’da tespit edemediğim bir gününde Sümerbank Sellüloz Sanayii Müessesi oluyor.)

31 Mayıs 1944’te bu fabrikanın tamamlayıcısı olarak Paçavra Selülozu Fabrikası kuruluyor.

24 Temmuz 1944 II. İzmit Kâğıt Fabrikası kuruluyor.

17 Ağustos 1945’da kâğıt sektörünün ihtiyacı olan Klor Alkali Fabrikası kuruluyor.

21 Nisan 1954 İzmit III. Kâğıt Fabrikası kuruluyor.

Nihayet 13 Mayıs 1955 tarih ve 6560 Sayılı Türkiye Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları İşletmesi Kanunu ile 100 milyon lira sermayeli Türkiye Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları İşletmesi (SEKA) adıyla Sümerbank’tan ayrı bir kamu iktisadi teşekkülü kuruluyor ve andığım beş fabrika bu kurumun bünyesine alınıyor.

Kanunun birinci maddesini okuyalım: “MADDE 1. Hükmi şahsiyeti haiz bulunmak ve bu kanunla 3460 sayılı Kanun hükmüne tâbi olmak üzere «Türkiye Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları İşletmesi» adı ile bir teşekkül kurulmuştur.

Bu kanunda, Türkiye Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları İşletmesi «Seka» remziyle ifade olunmuştur. Seka, işletmeler Vekâletine bağlı olup merkezi İzmit’tedir.”

En eskilerden TBMM, görece yenilerden PTT gibi kısaltmalar, kurumun açık adının baş harflerinden oluşuyor. SEKA ise öyle değil. Farklı bir yöntemle türetilmiş. Gayet açık ki ilk beş fabrikanın hiçbirinin adı SEKA kısaltmasıyla (kanundaki terimle söylersek “remzi” ile) adlandırılamaz. Zaten, 1955’teki kanunda SEKA kısaltmasına dair başlıbaşına bir ibare konmuş kanuna.

“Ali Öz’ün mektubu”nu okuduğumda zihnime üşüşen tüm çelişkileri sizlerle paylaşmaya kalkınca en önemli ipucunu (SEKA Genel Müdürlüğü teriminin anakronikliğini, kronolojiyle uyumsuzluğunu) gözden kaçırmanıza neden oldum. Taner Akçam da diğer konular üzerinde uzun uzun durarak esas üzerinde durması gereken bu konuyu (mealen) “arasam bulurdum ama gerek duymadım” diye geçiştirdi. Çünkü artık iyice emin oldum ki, amacı gerçeğe ulaşmaktan ziyade “maçı kazanmak” imiş. Halbuki mektuptaki her bilgi doğru olsa bile, sadece “SEKA Genel Müdürlüğü” ibaresi sahtelik şüphesi için yeterliydi.

Yanlışlar orijinalliğin işareti midir?

Ancak Taner Akçam şüphelenmemekle kalmıyor “Tekrar edeyim, cemse, Seka, yer ismi, nehir ismi, vb., sahteliğin kanıtı olarak ileri sürdüğünüz tüm bu deliller aslında belgenin orijinal olduğunun göstergesidir. Çünkü, basit kural şudur, sahte bir belge üretenin açık bir amacı vardır ve bu amaca hizmet edebilmesi için belgesinin sahte olduğunun anlaşılmaması gerekir. Bunu için çok titiz olması gerekir. Yerin ismini veya yakınındaki nehrin adını yanlış yazarsanız hemen yakalanırsınız,” diyerek “el yükseltiyor.”

Düz mantıkla bakarsanız, “haklı” diyebilirsiniz. Ama dünya yüzünde hatasız belge hazırlayacak kadar konuya hâkim kaç sahtekâr var acaba? Türkiye gibi insan malzemesinin niteliğini gayet iyi bildiğimiz bir ülkede bu tam bir mucize olurdu. Bu konuda epey kafa yormuş olan ben ve Taner Akçam bile ne kadar zorlandık gerçeklere ulaşmakta… Hala da ulaşamadık. Sahtekar ise adı üstünde, ahlaki açıdan düşük kalitede biri, ondan bilimsel mükemmelik beklemek mantıklı mı? Hele de sorgulamaya, araştırmaya, şüphelenmeye yatkın olmayan bir topluma sunuyorsa “ürününü”…

İkinci olarak ben sadece maddi hatalardan veya anakronizmden değil, esas içerikten dolayı mektubu “akıl dışı” bulmuştum. Neydi içerik? Ali Öz, arkadaşı Ethem’in intiharından derinden etkilendiği için geçmişte yaşadığı olaylar bir bir aklına geliyordu. Öldürdüğü çocukların gözleri beynine işliyor ve onda da bir psikolojik sorunlar başlıyordu. Müdürleri onu zorla “akıl doktoru”na gönderiyorlardı. O doktor da yaşadıklarını kâğıda yazdırıp imzalatmıştı. Zaten bütün mesele de buradan çıkmıştı. Ali Öz, Şükrü beyden bu doktoru bulup, o kâğıdı geri almasını istemek için daktiloya sarılmıştı. Peki mektupta Ali Öz’ün hangi şehirde yaşadığı yazıyor muydu? Hayır. Doktorun hangi şehirde yaşadığını, adının ne olduğunu öğrenebiliyor muydu Şükrü Bey? Hayır. Doktorun çalıştığı hastane belli miydi? Hayır. O zaman nasıl alacaktı o raporu Şükrü Bey? Raporu alamayacağı gibi birazdan Ali Öz’ün olayları tekrar ve bugün gençlerin tabiriyle “Bilal’e anlatır gibi” tüm ayrıntılarıyla kaleme alması yüzünden ortaya imzalı bir “rapor” daha çıkacaktı üstelik.

Bu bence tam anlamıyla “saçma” idi. Sadece bu bile mektup konusunda şüphe uyandırmaya yeterdi. Diğer başlıklar, biraz da açık kapı bırakmama kaygısından girdi gündemime. Huylu huyundan vazgeçmez, geçen sefer belirtmeyi unuttuğum bir hususa daha değineyim. Bir çavuşun o zamanlar gayet nadir olan ve çok az kimsenin yazmayı bildiği daktiloyla neredeyse hatasız yazmayı becermesi çok şaşırtıcıydı. Ortaokul ve lisede altı yıl daktilo dersleri almış, ömrünün 55 yılını daktilo-bilgisayarla geçirmiş ben dahi bu başarıyı gösteremem. Bazıları “mektubu arzuhalci yazmıştır” diyebilir, o zaman Ali Öz’ün bu mektubu yazma nedeni olan korkunç bilgiler daha da yayılmaz mı?

İnkarcılık iması

Ancak Taner Akçam bu tür çelişkilere hiç değinmeden literatürden örnekler vererek “inkarcıların” nasıl “konuları saptırdığını” anlatmaya girişmiş. Üç yazısında da konu benim iddialarım, muhatap olan bizzat ben olduğum halde “inkarcılık” temasının işlenmesini ilk seferinde özensizlik olarak nitelemiştim ama artık bunun okuyucuyu manipüle etmek amacını taşıdığını düşünüyorum. Ancak şunu hatırlatayım ki, Türkiye’de beni tanıyanlar buna kulak asmaz, çünkü yıllardır Çerkes Soykırımı, Ermeni Soykırımı, Pontus Soykırımı, Dersim Soykırımı terimlerini kullandığımı, Mustafa Kemal’i soykırımcı siyasetçi olarak nitelediğimi bilirler. Üstelik bunu Avrupa’da ya da ABD’de yaşayan korunaklı biri olarak değil ateşaltında Türkiye’de yaşayan biri olarak yapmışımdır. Yani benim “saik”im Akçam’ın ima ettiğinin tersine, hem bariz gerçeği tekrar tekrar “belgelemeye” ihtiyacımız olmadığını düşünmem, hem de güvenirliği tartışmalı “belgeler” ile inkarcılara malzeme vermekten endişe etmem. Yani ben sadece ve sadece gerçeğin peşindeyim.

Sahtecilerin maksadı ne olabilir?

Bu noktadan sonra “A. Hür, bu sahte belgeyi üretenin niye bu işi yaptığı konusunda bir bilgi ver(e)miyor. Yani belgenin sahte olduğunu biliyoruz ama hangi amaç için üretilmiş olduğunu bilemiyoruz” sataşmasına cevap vermek gereksiz ama, bazılarınız bu sorudan kaçtığımı düşünmesin diye, sahte mektubun neden üretildiğine dair düşüncelerimi temellendireyim:

Hatırlayanlar olacaktır, 19 Kasım 2014 tarihinde Özgür Gündem’de Özgür Küçük iki “belge” yayımlanmıştı. Bunlardan 8 Şubat 1938 tarihli Cumhurbaşkanı Atatürk’ün Dahiliye Vekaleti’ne yazdığı yazı Atatürk’ün Dersim’de yaşanan olaylardan Kalan Aşireti ve diğer aşiretleri sorumlu tutarak, “Bedelinin çok ağır şekilde ödetileceğinden kimsenin kuşkusu olmasın” dediğine dairdi. 19 Şubat 1942 tarihli diğer yazıda ise dönemin Başbakanı İbrahim Refik Saydam’ın, dönemin Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’a “[Dersim’de] Kendi halkına kullanılan bu gazların toplu sivil ölümlere yol açtığı görülmektedir. Düşmana karşı bile kullanılmasına karşıyım” dediğini öğrenmiştik. (Bu site bizde yasaklı, bu yüzden dolaylı bir link verebiliyorum)

6 Nisan 2015’de Yeni Şafak’ta “Atatürk’ü böyle zehirlediler”, “43 şişe Kinin verilir mi?”, “Belgeler kayboldu” başlıklı kutularla sunulan yazılarda Atatürk’ün 57 yaşında suikast sonucunda vefat ettiği ve bu suikastın aralarında İsmet İnönü ve Kasım Gülek’in de bulunduğu CHP’nin önde gelen isimleri tarafından organize edildiğini iddia ediliyordu. Yeni Şafak “Atatürk zehirlendi” tartışmalarının, 20 yıl sonra devletin zirvesindeki bazı isimlerin başını ağrıtacak ve ölüm tehditlerine bile sebep olacak şekilde yeniden gündeme geldiğini gösterdiğini ileri sürüyordu.

13 Nisan 2015’te yine Yeni Şafak’ta “İnönü darbe yapıp Menderes’i astırmayı planlamış” başlıklı haberde “CHP eski Genel Sekreteri Kasım Gülek’in, Mustafa Kemal Atatürk’ün hasta yatağında ‘yavaş yavaş’ zehirlenerek öldürülmesinde İsmet İnönü’yü sorumlu tuttuğu üç “mektup” paylaşılıyordu. Yeni Şafak’a göre CHP’li eski İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın İsmet İnönü’ye yazdığı iddia edilen 30 Haziran 1938 tarihli mektupta Atatürk’ün yanına yerleştirilmiş doktorun “görevini layıkıyla yaptığından” söz edildikten sonra “sizleri yakında Cumhurreisi olarak göreceğiz” dediği; CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’in CHP’li Hıfzı Oğuz Bekata’ya gönderdiği iddia edilen 26 Şubat 1959 tarihli mektupta Gülek’in “Atatürk’ün zehirlendiğine ilişkin raporu” başkalarıyla paylaştığı için MİT’ten önceki istihbarat kuruluşu olan MAH tarafından Bekata’nın “işinin bitirileceği” yönünde gözdağı verdiği; CHP Genel Sekreter Yardımcısı Doktor Lebit Yurdoğlu tarafından Hıfzı Oğuz Bekata’ya gönderildiği iddia edilen 18 Ekim 1962 tarihli mektupta ise Bekata’nın İçişleri Bakanı olduğu 1962 yılında Yurdoğlu’nun Atatürk’ün öldürüldüğüne dikkat çektiği ve bu yöndeki tespitlerini Bekata’ya gönderdiği iddia ediliyordu.

20 Nisan 2015’te Yeni Şafak bu sefer Dersim Tertelesi’ne dair bir mektupla “bombayı patlatılmıştı”. “Atatürk’le Seyit Rıza görüşmesi” başlıklı haberin lejandı şöyleydi: “Dersim Harekâtı sırasında eski adı ‘MAH’ olan Milli İstihbarat Teşkilatı’nın bir mensubunca merkeze geçilen rapor, 15 Kasım gecesi Atatürk’ün ‘şakilerin lideri’ Seyit Rıza ile idam öncesi görüştüğünü belgeliyor.”

“Rapor” gayet uzun, ara başlıkları vereyim sadece: “7 sepha, 1 Çingene çocuk”, “Çağlayangil’in Jeep’i”, “Beyaz tren kör makasta”, “Amacımız isyan değil”, “Bombalarla parçalandı”, “Sulh için yemin etmişti”, “Türklük şuuru yeniden”, “Son sözüm: Af istemiyorum”, “Size boyun eğmedim”, “Sandalyesini tekmeledi”, “Cesetler gazla yakıldı”.

Bu başlıklardan görüleceği üzere “rapor”, hem sözlü tarih anlatılarından hem de resmi tarih eleştirisi yapan akademisyen ve araştırmacıların oydaştığı bilgilerden oluşan (benim de çeşitli yazılarıma konu ettiğim) tarih anlatısının dört dörtlük bir özeti. https://www.yenisafak.com/gundem/iste-o-gizli-gorusme-2121755

Bu belgelerin ortak yanları nelerdi?

İlginçtir bu korkunç “ifşaatlar”, müthiş “bombalar” yayımlandıkları günlerde infial yaratmak bir yana, biraz konuşulmuş, daha çok alaya alınmış, ardından “sahtecilik” iddialarına konu olmuş, ancak yayımlayanlar bunlara cevap vermeye kalkmamıştı bile. AKP’nin tam egemenliğini ilan ettiği Kasım 2015 seçimlerinden sonra da konu unutulmaya terkedilmişti.

Andığım bu belgeler henüz bilimsel bir incelemeye de konu olmadılar (halbuki çoktan olmalıydılar) ama yüzeysel bir okumayla bile görüleceği üzere ortak yanları şunlardı: 1. Üçü hariç diğerleri 2014-2015 yıllarında Yeni Şafak gazetesinde yayımlanmıştı; 2. Hepsi antetsiz sıradan kağıtlara yazılmış, numarasız, kaşesiz, parafsız, notsuz, çoğu tarihsiz ve imzasızdı, imzalı olanlarda imza tıpatıp aynıydı; 3. Hepsinin hangi arşivden geldiği, oraya nasıl girdiği, nasıl çıktığı belirsizdi; 4. Hepsinin dili, terimleri gayet güncel, sade, modern veya anakronikti; bazısının fontları 2000’li yıllara aitti; 5. Hepsi Tek Parti/CHP Dönemi’ne ait kritik/trajik olaylara dairdi; 6. Çoğu Dersim Soykırımı’na, bir bölümü CHP’li aktörlerin Atatürk’e kurduğu komplolara dairdi; 6. Hepsi hem seçimlere, hem de bu kritik/trajik olayların anma günlerine yakın tarihlerde yayımlanmıştı; 7. Hepsinde resmi tarih eleştirisi yapan akademik ve alaylı tarihçilerin üzerinde uzlaştığı gerçek olaylar eksiksiz hikaye ediliyor veya hikayenin bir parçası en ince ayrıntısına kadar anlatılıyordu; 8. Hepsinde ağır suç olan fiiller ve failleri açıkça ifşa veya itiraf ediliyordu.

Bilmeyenler için söyleyeyim Temmuz 2012-Aralık 2020 arasında Yeni Şafak gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül idi. Aslında bu bilgi dahi bu “belgeler” hakkında şüphelenmek için yeterlidir ama yine de açık kapı bırakmayalım. İbrahim Karagül 20 Nisan 2015 günlü Yeni Şafak yazısında “bu belgelerden” beklediğini şöyle anlatmıştı (Kısaltarak aktarıyorum, tamamının linki altta):

“Başbakan Ahmet Davutoğlu, ‘Alevi meselesi’ konusunda birkaç ay önce bazı projeler açıklamayı düşündüğünü ancak ‘seçim yatırımı olarak algılanır’ diye konuyu 7 Haziran sonrasına ertelediğini söyledi. Kendisine ait; ‘Alevilik meselesi o kadar zor değil, yeter ki ideolojik, siyasi ve dış unsurlar bakımından istismar edilmesin’ ifadesi, bu topraklarda çözümsüz gibi görünen birçok sorunun nasıl kangren haline getirildiğinin de göstergesi. (…) Dersim konusunda oldukça cesur çıkışlar yapan AK Parti siyasi aklının, Alevilik meselesinde de aynı cesur çıkışı yapacağını düşünüyorum. (…) Atatürk Seyit Rıza’ya ne dedi? Bugün Yeni Şafak‘ta bir “belge” göreceksiniz. Dersim isyanı, ardından gelen kanlı baskın sonrası idam edilen Seyit Rıza ile Cumhuriyet’in kurucu lideri Atatürk arasında gerçekleşen ve bugüne kadar gizli tutulmuş konuşmanın tutanağı bu. Bu görüşmeden hemen sonra Seyit Rıza idam edilir. Yani o konuşma, son sözleridir. Okuduğunuzda, yukarıda anlattığım, Türkiye ve yakın coğrafyada yüzbinlerce insanın ölümüne neden olan “farklı olanı yok etme” düşüncesinin ibret dolu bir örneğini göreceksiniz. Sabiha Gökçen’in adı o havaalanından silinsin. Önümüzdeki günlerde yayınlayacağımız Sabiha Gökçen belgeleri sonrasında, Kurtköy’deki o havaalanının adının değiştirilmesini eminim siz de isteyeceksiniz. Biz bu isim değişikliği için çağrılar yapacağız, takipçisi olacağız, yetkili çevrelerden bu konuda duyarlılık bekleyeceğiz. Böyle ırkçı insanların adının hala yaşatılıyor olması, bu ülke için gerçekten acımasızlıktır. Hükümetin seçim sonrası Alevi meselesi ile ilgili yapacaklarının ayrıntılarını bilmiyorum. Ama Alevileri de Sünnileri de Kürtleri de ve daha ne kadar fraklı kimlik varsa hepsini de dışlayan, sindiren, tehdit gören bu tarihle bu ülkenin bir hesaplaşma içine girmesi gerekiyor. Bir süre sonra yayınlamayı düşündüğümüz ve benim tanık olduğum Dersim belgeleri, insanın kanını donduracak ölçüde. Bunlar aynı zamanda CHP’nin gizli tarihidir. Yıllardır gizlenen bu bilgileri, 7 Haziran seçimlerinde ağırlıklı olarak Alevi oyları üzerine hesap yapan CHP hiçbir zaman açmaya cesaret edemeyecektir. Çünkü bugüne kadar gizleyenler kendileridir. Yine Alevi oyların peşine düşen HDP’nin bu tür dosyaları açmaya niyetinin hiçbir zaman olmayacağını da buraya ekleyelim. Bu cesareti kimler gösterebiliyorsa Türkiye’yi değiştirecek olanlar da onlardır. Toplumun bir kesiminin “toptan imhasına” karar veren bir zihniyetin bu günahlarla yüzleşme cesareti hiçbir zaman olmayacaktır. Yapmak istediğimiz şey; 20. yüzyıla şekil veren, yüz yıldır devam eden, aslında bölgesel bir proje olan, bugünlerde mezhep kimliği üzerinden bölgeyi yeniden parçalara ayırmak üzere olan farklılıkları çatıştırmaya ayarlı yıkım projelerine dikkat çekmektir. Bu hazin hikayeleri yeniden yaşamamak için bir uyarı yapmaktır. (…) İşte son yıllarda Türkiye’de yaşadığımız bütün kavgaların arkasındaki en büyük kavga budur. Yeni bir toplumsal sözleşmenin, yeni bir kuruluş sözleşmesinin mücadelesini verenlerle ona karşı direnen yerel ve uluslararası cephe arasındaki bu kavga, tarih değiştirecek bir hesaplaşmadır.” https://www.yenisafak.com/yazarlar/ibrahim-karagul/ataturk-seyit-riza-gorumesi-tarih-degitirecek-hesaplama-2010272

İbrahim Karagül gayet açık konuşuyor. “Seçim” diyor, “Aleviler” diyor, “büyük kavgalar” diyor, “cesaret” diyor, “tarihi değiştirecek hesaplaşmalar” diyor. Ve ardından bir dizi “belge” yayımlıyor. Başından itibaren Özgür Gündem’den Özgür Küçük’ün ve Taner Akçam’ın yayımladığı mektupların, Yeni Şafak’ın yayımladığı “mektup” ve “raporlar” ile aynı ekibin elinden çıkması olasılığının yüksek olduğunu düşünüyorum. Bu değerli araştırmacılarımız, farkına varmadan bir tuzağa düşürülmüş olabilir diyorum. Lütfen bilimsel şüpheciliği elden bırakmayalım, lütfen belgelerin otantikliği konusunda en ufak şüphe varsa, inkarcıların eline malzeme vermeyelim diyorum. 

Bu konuda söyleyeceğim bunlardır. Benim için de konu kapanmıştır.


Ayşe Hür -09.06.2023

Tags: , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑