Yazarlar

Published on Temmuz 13th, 2020

0

Bir insan ömrünü neye vermeli – Cengiz Türüdü & Naim Kandemir

YOLDAŞÇA SOHBETLER-2: BİR İNSAN ÖMRÜNÜ NEYE VERMELİ?Cengiz Türüdü & Naim Kandemir

“O dönemin yaygın deyişiyle; bu devrimci gençlik kendini gökyüzünü fethe çıkan komünarlar olarak gördü. Paris Komünarları gibi. Sadece bu ülkeyi değil, bütün dünyayı, bütün gökyüzünü zapt edecek… Coşku içerisinde, huşu içerisinde mücadele ettiği göze çarpar. Geçmişteki devrimci grupların genel karakteristiği buydu. Herkes geçmişte kendini komünar olarak görüyordu. Gökyüzü fethedilecek, egemenlik sistemi dağıtılacak, sömürü, eşitsizlik, adaletsizlik, sınıflar ortadan kaldırılacak. Sınıfsız, sömürüsüz, eşitliğe dayalı, adaletli yeni toplum kurulacak. Ütopya buydu. Bunun peşinde koştu insanlar ve bu, coşkuyla yapıldı. Kimi evini terk etti, kimi öldü, kimi sakatlandı, delirdi, kimi zindanda öldü. Bütün bunlar bu arayışların sonucuydu.”

***

Naim- Dün, Zülfü Livaneli’nin “Bir insan ömrünü neye vermeli?” türküsünü Hasret Gültekin’den dinledim defalarca. Başka sanatçılar da yorumluyor bu türküyü ancak ben Hasret Gültekin’in yorumunu seviyorum.

Hatırlarsın inananların arasında “Bugün Allah için ne yaptın? Sorusu, 12 Eylül’den önce bizim cenahta “Bugün devrim için ne yaptın?” takılmasına dönüşürdü?

Bu türkü tek başına bir manifesto gibi. Tabii bu manifesto sorusuna çoğu insan gençliklerinde verdikleri yanıtları vermiyor epeydir.

***

’78 Kuşağı şoka sokan ve şoklara uğrayan bir kuşak. Bu kuşak muradına eremese de o yıllardaki gücü ve yaptıklarıyla burjuvaziyi şoka soktu. Burjuvazi kaybetme korkusuyla darbeyle şoktan çıkmaya çalıştı. Cuntayla ilelebet devam edemeyeceğini bildiği için ve sol tehlikeyi ensesinde hisstmemek için o günlerde İslamı bu amacı için bir aparat olarak sahneye sürdü. Siyasal İslamcılar için de bu durum körün istediği ve Allahın verdiği iki göz yerine geçti. Aparat olarak düşünülen İslamcılar fırsattan ganimet çıkarmak için devleti büyük ölçüde ele geçirdiler. Geldiğimiz bugünlerde bu durum hala sonuca vardırılmış değil…

’78 Kuşağı da iki aşamalı şok yaşadı. İlk aşama şuydu: Bu kuşak kolektif ideoloji  ve onun pratitiği sonucu Cumhuriyet tarihinde kurucu kuşak gibi çok mutlu bir kuşak oldu. Yani ömrünü neye vereceğini bildi. Ancak bu kuşak ikinci aşamada yani darbe-cunta yıllarında ve sonrasında yenilginin ve sonuçlarının şokunu çok şiddetli yaşadı. Ebu soruya herkesin verdiği yanıt elbette darbe öncesi gibi olmadı.

***

Bilimsel olarak okul öncesi dönemde insan karakterinin büyük ölçüde şekillendiği biliniyor. Gençliğimizde ise bu karakterimiz olsa olsa bir forma girip zenginleşiyor.

İnsanlar politik, ideolojik tercihlerini değiştirbilirler de, benim anlamadığım; geçmişlerinde edindikleri kültürden kopuk, uzak, ve hatta kaçarak bir hayat yaşayanlar bunu nasıl beceriyor?

Mesela gençliğinde kitaplarla, şiirlerle, filmlerle kendisini şekillendirenler, bu güzellik havzasından nasıl uzakta kalıp da mutlu olabiliyorlar? Bu tür insanların akılları yerinde, ruhları mı firar etmiş? Yoksa, Gönül Yarası filminin kahramanı Nazım beyin söylediği gibi hepimiz hayallerimizin kurbanı mıyız?

Cengiz- İnsanlık tarihi boyunca insanlar hep bir eylem içerisinde olagelmişlerdir. Ve bu eylem bazen sözden kaynaklanmış, bazen de sözü yaratmıştır. Bu genel cümleden sonra şöyle diyebiliriz: her toplumda, özellikle sınıflı toplumların tarihi başladıktan sonra, insanlar kendilerine amaç edinmişlerdir. Kimisi; üretimle, sanatla, bilimle, dinle ve başka başka şeylerle ilgili amaç edinmişlerdir. Tarih boyunca insanlar, insanlığın var oluşundan beri hep amaç edinerek bugüne gelmişlerdir. Bu günkü uygarlığı, insanlığın gelişme düzeyini, buluşları yaratan hep bu temeldeki amaca uygun seçilen meraklar vardır.Bu değişmez, hangi sistem olursa olsun, hangi toplum tarzı olursa olsun her toplumda bir amaç, meraklar, o amaca ulaşmak isteyen insanlar vardır.

Günümüz dünyasında, büyük ölçüde kapitalizm gerçekliği içerisinde baktığımız zaman; kapitalizmi belirleyen, ona rengini veren temel etken emek-sermaye çelişkisi ve bunun sınıfsal görünümü diyebileceğimiz burjuva-proleter çelişkisi ve bunu etkileyen diğer sınıf hareketleridir. Bu bağlamda gelişen bilimsel, sanat, estetik ve kültürel faaliyetlerdir.

Kapitalist toplumdaki bu faaliyetler bazı dönemlerde çok hızlanıyor, bazı dönemlerde  yavaşlıyor. Mesela, kapitalizmi belirleyen bu sosyal tarihin omurgasını oluşturan sınıf mücadelesi içerisinde bazen halktan yana yükselme var, bazen de ezilen sınıfların yükselişinin bastırılması, yok edilmesi, yükselişi sağlayan siyasal örgütsel yapıların dağıtılması gibi bir gerçeklik var. Bazen de Ekim Devrimi’nde olduğu gibi ezilen sınıfların başarısı var. Yani egemen, ezen sistemini ortadan kaldırmak, süreci devrimle sonuçlandırmak gibi başarıları var.

Dünyada bunlar olagelmiş şeyler. Bütün dünyada bunlara benzer büyük ya da küçük ölçekli şeyler oluyor. Hep bir şeyler için insanlar mücadele ediyor. Hep bir amaç peşinde koşuluyor. Bu bir buluş, denizcilik tutkusu, bir ilaç, eğitimde, sanatta bir yenilik getirme tutkusu olabiliyor. Bu tutku hiç bitmiyor. Zaten insanı var eden bu, hep yenilenme, hayatı var etme, hayatı zenginleştirme, hayata yeni anlamlar katma, insanı zenginleştirme mücadelesi hiç bitmemiş.

***

Örneğin, somut olarak Türkiye’ye baktığımızda 80 öncesi, 78 Kuşağı dediğimiz, o 68’in mirasçısı kuşağa baktığımız zaman, gözümüze çarpan genel tabo şu: müthiş bir merak, öğrenme merakı, okuma merakı, faşizmden emperyalizmden, kapitalist sistemin işleyişinden, Türkiye’deki Kürt Sorunu’ndan, kadın, gençlik, çocuk sorunundan, memurların, mühendislerin, avukatların, polislerin, işçilerin sorunlarından hareketle birçok mücadele oluşmuştur.

Mesela bunun somut örnekleri: Töb-Der, Pol-Der, DİSK, böyle bir sürecin, bu arayışların, bu mücadelelerin sonucunda ortaya ortaya çıkmıştır. Gençlik, kadın,çırak, emekçi dernekleri ve bağımsız sendikalar böyle bir arayışın, böyle bir merakın, böyle bir mücadelenin sonucu ortaya çıkmışlardır. O dönem Türkiye gençliğinin en coştuğu, en çok hayal kurduğu dönem oldu. O dönemin yaygın deyişiyle; bu devrimci gençlik kendini gökyüzünü fethe çıkan komünarlar olarak gördü. Paris Komünarları gibi. Sadece bu ülkeyi değil, bütün dünyayı, bütün gökyüzünü zapt edecek… Coşku içerisinde, huşu içerisinde mücadele ettiği göze çarpar. Geçmişteki devrimci grupların genel karakteristiği buydu. Herkes geçmişte kendini komünar olarak görüyordu. Gökyüzü fethedilecek, egemenlik sistemi dağıtılacak, sömürü, eşitsizlik, adaletsizlik, sınıflar ortadan kaldırılacak. Sınıfsız, sömürüsüz, eşitliğe dayalı, adaletli yeni toplum kurulacak. Ütopya buydu. Bunun peşinde koştu insanlar ve bu, coşkuyla yapıldı. Kimi evini terk etti, kimi öldü, kimi sakatlandı, delirdi, kimi zindanda öldü. Bütün bunlar bu arayışların sonucuydu.

Örgütleriyle, siyasi partileriyle, kitle örgütleriyle, eylemleriyle, yüzbinlerce insanın katkısıyla yaşanan bu coşkulu dönem 12 Eylül faşist darbesiyle kesintiye uğradı. Bu coşku seli durdu. Bu yapılar, örgütler, dağıtıldı. Bütün bu gençliği coşturan dergiler, yasaklandı, kitaplar toplanıp yakıldı, filmler yasaklandı ve film kopyaları yakıldı. Bu dergileri, kitapları evlerinde bulunduranlar ağır işkenceler ve düşman muamelesi gördüler. Bu mücadelenin önderlerine saygılı olanlar düşman muamelesi görüp, düşman olarak cezalandırıldılar.

12 Eylül faşist darbesinden sonra gerçekleştirilen bu aşırı devlet terörü, tenkil politikası, eski baro başkanı Orhan Apaydın’ın deyişiylebu yaygın devlet terörü Türkiye’de toplumda bir suskunluk, yılgınlık, inançsızlık, bireycileşme, toplumla dayanışmadan kopma, toplumsal ütopyadan vazgeçme, geleceğe olan inancı yitirme, hayattan kaçma, kendi benliğini yüceltme, kendi kişisel menfaatlerinin tutsağı olma, metafizik birtakım kafa karışıklığının içine girme, sosyalizme, sola, devrime olan inancı yitirme, para ve mevki peşine düşme, düzende kendine bir yer edinme, düzenin bir vidası olma eğilimlerini ortaya çıkardı.

***

İşte bu eğilimler ortaya çıkarken bir sürü insan kapitalizmin kendine sunduğu bu nimet, makam, mevki, para, cinsellik, yeme-içme, giyinme fırsatlarından faydalanarak kendini başka bir şekle sokmaya çalıştı. Bunu yaparken kimisi geçmişten nefret etti, geçmişi hiç hatırlamak istemedi, geçmişle birlikte kendini var eden arkadaşlarının yüzünü bile görmek istemedi. O geçmişte hâlâ yürüyen insanların sokakta yüzünü görünce kafasını çevirip kaçtı. Bunlar kendilerini sisteme kabul ettirme çabası içine girdiler. Sistemin has adamı olduğuna sistemin yöneticilerini ikna etme çabası içine girdiler. Ve bunlar inancını yitirmiş, değerlerini, coşkularını, hayallerini yitirmiş insanlar olarak sistemin birer parçası oldular. Bugün onlarda o geçmişte var olan duyguların, vicdanın, ahlakın, cesaretin zerresi bile yok. Bunları sistem un ufak etti. Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” romanında anlattığı gibi. Dağıttı bunları sistem. Bunların kişiliğini, duygularını, vicdanını dağıttı. Bunları etkisiz, sistemin işleyişinde kullanılan araçlara dönüştürdü.

İşte, geçmişten vazgeçmenin, hayalleri yitirmenin, insanlığın yükselişine, gelişmesine olan inancın, uygarlık, aydınlanma, eşitlik, adalet mücadelesinin bu şekilde terk edilmesinin bedeli bu oldu; kendinden vazgeçme, hayattan kaçma,sisteme entegre olma, sistemin çarkının bir vidası olma ve sistem tarafından öğütülme ve sistem tarafından öğütülmüş bir kişiliğe sahip olma gibi sonuçları oldu…

Bütün bunları göz önüne aldığımız zaman, şu noktaya geliyoruz: bir insan ömrünü neye vermeli? Bu bir tercih sorunu. Kimi insan kendini bilime, sanata, eğitime, sağlığa, çiftçiliğe… adar, insan kendini bir şeye adar. Burada sorun şudur: insana zarar vermeyen, insanı ilerleten, mutlu eden, insanın vicdanıyla uyumsuzluk içerisine girmeyen, inanlığın duygularıyla, vicdanıyla, hayalleriyle bağdaşan tercihlerde bulunmak bizim gibi düşünen insanların önceliği olmalı.

Yani biz kendimizi insanlığa adamış olan gençler olarak 78’den beri hâlâ bu adanmışlık duygusundan vazgeçmemeliyiz.. Yine insanlığın değerlerine, adalet, eşitlik, sömürüsüz bir dünya, temiz bir çevre- dünya, sınıfsız-sömürüsüz-savaşsız bir dünya özlemlerinden asla vazgeçmemeliyiz. Kendimizi bu ideallere adadık geçmişte. Bu ideallerimize sahip çıkmalıyız. Hiçbir zaman üç kuruşluk dünya nimetlerine tenezzül edip de kişiliğimizi küçülterek, kendimizden vazgeçerek, kendimizden, hayattan kaçarak, basit menfaatlerin tutsağı olup kendimizin sistem tarafından öğütülmesine izin vermemeliyiz. Yine insanlık yolunda yürümeliyiz. Kendimizi, ömrümüzü insanlığa adamalıyız. Bu konuda ısrarlı, inatçı olmalıyız.

Naim- Geçmişinden kaçanlarda hedonizm(hazcılık) bir süreliğine sığınak olabilir de fatalizmin hakim olduğu Doğu toplumlarındaki etkilerini düşününce sonuç ucube bir şey gibi geliyor bana… Bu durum ilgi duyulan alanlarda dejenarasyona yönelmeyi de getirir gibi sanki…

Cengiz- Dünya düşünce tarihine baktığımız zaman, hedonizm(hazcılık) Epikür’le başlayan bir felsefe. Bütün yaşamı haz üzerine kurma, bütün felsefi eğilim bu. Buna Epikür felsefesi, Epikürcülük de deniyor. Bu yaşantıya da Epiküryen yaşantı deniyor.

Yaşamı bedenselleştirme, bu maneviyatsızlık, düşünsel, manevi, ahlaki,kültürel değerlerden uzaklaşma, her şeyi haz olarak görme, haz olan her şeyi meşru görme, haz için her şeyi deneme, en masum yaşam biçiminden en sapkın yaşam biçimine kadar haz için her şeyi deneme; hazcılığın kaçınılmaz sonuçları bunlar.

Hazcılık bizim reddettiğimiz bir şey. Yaşamaktan haz alıyoruz biz ama. Devrimciler yaşamdan haz alırlar. Biz de mutlu olmasını bilen insanlarız. Fakat biz hazcı değiliz. Sosyalizm hazcılığı reddeder. Sosyalizmde kişilik bütünlüğü vardır: maddi-manevi bütünlük. Yani sosyalizm insanları hiçbir zaman sadece maddi bir varlık olarak görmez. Aynı zamanda manevi bir varlık olarak da görür. Dolayısıyla kişilik, bu maddi-manevi varlığın bütünleşmesinden oluşur.

Sosyalist ahlak tartışmaları, sosyalist eğitim, sosyalist yeni insan tartışmaları, kültür tartışmaları hep bunun içindir. Yani insanı sadece midesini doyuran, cinselliğini tatmin edecek bir varlık olarak görmez. Aynı zamanda ruhunu, duygusunu, benliğini doyuracak manevi araçlarla; kültürle, sanatla, estetikle, ahlaki değerlerle donatacak üst düzeyde bir kişilik yaratmak, amaç buydu.

***

O yüzden, biz konformist, hedonist, fatalist, ölüsever değiliz, derdik. Bizim varlığımız yaratıcılık üzerine kuruldu. Değerlerimiz; paylaşım, özveri, dayanışma, kardeşlik, barış içinde birlikte yaşama, aklını özgürce kullanma, eleştirel akıl. Bizim yaşamımız bunların üzerine kuruluydu.

Ben bu yaşımda hâlâ bu yaklaşımı sağlıklı buluyorum. Diğer eğilimler insanı sakatlayan, asalaklığın, yaşama sevincini yitirmenin, bedavacılığın sonuçları, felsefeleri.

Sosyalizm bunları sıfırlayamaz ama sosyalist toplumda kesinlikle insanlar; konformist, hedonist, bireyci, fatalist ve ölüsever olmamalı. Biz, bu insanı değiştirmek, başka bir insan, başka bir uygarlık, başka bir toplumu yaratmak amacıyla ortaya çıkmış insanlardık ve biz bunları reddettik.

Doğu toplumlarında; ister İslam, ister Hindu, ister Budist toplum olsun; bu toplumlarda topluma genel karakteristiğini veren bir özellik var. Nedir o? Doğu despotizmi. Merkezi devletin aşırı güçlenmseinden kaynaklanan, merkezi devletin toplumu ezmesinden, kişiliksizleştirmesinden, toplumu dağıtmasından kaynaklanan, toplumda sivil toplum kurumlarının gelişmesine izin vermeyen despotik yapısından kaynaklanan bir tarihsel ruhsal şekilleniş var. Ve insanlar bu şekillenişin içinde var oluyorlar.

Dolayısıyla, mücadele etmekten kaçmak, bu sağlıklı, yaratıcı, özgüvenli, fedakâr paylaşımcı insan yerine, her şeye boyun eğen, her şeyi oluruna bırakan ve bütün zalimlere, zorbalara güçsüz olduğu için boyun eğen, başkaldırma ruhundan uzak, başkaldırmayan, araştırmayan, sorgulamayan, olana olduğu gibi boyun eğen, her şeyin Allah’tan geldiğine inanan ve bunun kader olduğuna, bunun değişmeyeceğine inanan bir psikolojiyle yetişiyor Doğu insanları.

***

Bunu değiştirmek gerekiyor. Bunu değiştirmeye kalkarken, yani kadercilikten kurtulup hazcılığa geçiş yapalım derken insanlar tuhaf durumlara düşüyor. Örneğin, böyle bir şey olmuştu. Modern ortak yaşama, anarşizmden etkilenmiş-eskiden solda bulunmuş da var, MHP’li de var içlerinde-bir gençlik komünü yaratma, 68 Almanya’sında olduğu gibi… Daniel Cohn-Bendit’in “Hepinizi Öpüyorum” kitabında anlattığı komünlere benzer komünler yaratma, cinsellik komünleri yaratma şeklinde Türkiye’de de deneyimler oldu. Bunlar bu ilişkileri yaşadılar. Nokta dergisinde çıktı bunların hayatı. Bunlarla söyleşi yapıldı. Daha sonra polis baskınına uğradılar ve basın bunları rezil etti. Bu komün içerisinde yer almış kızlardan birisi bu hayattan ve insandan nefret eden birine dönüştü sonra. Yani yine kaderci yapıya sığındı. Bu böylece arabesk bir sonuç yarattı. Cinsellik komünü yaratan kültürün bir öncesi yok. Bunun değerler sistemi yok. Bu, kaderciliğe, despotizme tepki olarak gelişmiş ama başkaldırma yerine yozlaşmayı seçmiş bir eğilimdi, sapmaydı. Ve bu, arabeskleşerek, bir rezalete dönüşerek Türkiye’de son buldu.

***

Türkiye’de hazcılık, konformizm hep bir asalaklaşma eğilimi sonucu olarak, hayat için mücadele etmemenin kılıfı, mazereti, bahanesi olarak ortaya çıkıyor. Ve insanlar hem hayattan kaçıyor, hem toplumdan kaçıyor, bu tip konformist hazlarla, bu hedonist yaşamla kendini tatmin edip, kendini uyuşturuyor.

Kaderciliğe, ölüseverliğe tepki gösterirken aynı zamanda başka bir şekilde kendini öğütüyor, kendini yok ediyor. Bu eğilimler yanlış, bunlardan kurtulmak gerekiyor. Biz devrimciyiz; bu sapmalara, kültürel sapmalara, kişilik sapmalarına, insanı bozan, yozlaştıran, insanı ayağa düşüren, insanın onurunu yere seren bu tip yozluklardan uzak durup, yine dayanışmacı, barışsever, özverili, dürüst, mücadeleci, uygar insan ilişkileri geliştirmek, böyle bir ağ kurmak zorundayız.

İster arabesk, ister fatalist, ister ölüseverlik olsun; bunların hepsi bozuk eğilimler  ve Doğu toplumlarında fazlasıyla var.

Fatalizm de tarihsel olarak saçma bir şey. İnsanı köleştiren, uşaklaştıran, zalimlere, zorbalara biat ettiren, her şeyi sorgulamaktan kaçma sonucuna yol açıyor.

Bu ölüseverlik de ölümü yüceltme. Hayattan, dünyadan, dünya zevklerinden, yaratıcılıktan uzak durma biçimindeki bir yozlaşmaya yol açıyor. Ölüm yüceltiliyor, ölüm menkıbeleri hazırlanıyor. Ölenler kahramanlaştırılıyor. Bir ölüm mistisizmi yaratılıyor. Ölmenin ve ölümün yüceliği anlatılıyor bu ölüm mistisizmi yaratılarak.

Bunlar reddedilmeli. Biz devrimciler ölüsevici değiliz. Ölmeyi yücelten eğilimler devrimci eğilim olamaz. Bu eğilim içerisinde bulunan insanlar sağlıklı ruhsal yapılar içinde değildir. Biz hayatseveriz. Biz, hayatı güzelleştirmek, kendi içimizi güzelleştirmek, daha yaşanır, daha insancıl bir hayatı var etmek için varız ve bunun için mücadele ettik, bunun için mücadele ediyoruz.

Naim- Okuyoruz, yapılan araştırmalarda entelektüel uğraş ve alışveriş seks kadar zevk verebiliyormuş. Alışveriş zevkinden biz anlamayız da zihin zevki muazzam bir şey olmalı.

Cengiz- İnsanın yaptığı bir şeyi sürekli kılması için, aynı şeyi yapmakta ısrar etmesi için yaptığı şeyden haz duyması, zevk alması, yaptıklarından mutlu olması gerekir. Normal bir psikolojik yapıya sahip bir insan için, normali bu. Bir insan yaptığı şeyden acı duyuyorsa, bundan mutlu olması için onun mazoşist olması gerekir. Karakterinde bir sorun, bir sakatlık olması gerekir. İnsan, bir resim çizerken veya roman yazarken acı duyabilir. Sonra bu acıdan mutlu olmak, bu acıyı yüceltmek mazoşist, kişilik bozukluğuna sahip insanlara özgü bir davranış şeklidir. Bu acı olabilir, ama bu acı yüceltilmemeli. Bunun bir acı olduğu her zaman bilinmeli. Elbette, bu acı birikimleri yaratıcı kaynaklardan birisi. Bu bilinen bir şey. Ama bu yüceltilmemeli. Acı çekiyorum mutluyum, biçimindeki bir sonuca varmamalı. Bu, acı çekmekten mutlu olan bir kişilik yapısı demektir.

İnsanlar yaptığı şeyden zevk almalı. Bizim devrimcilerin yaptığı işlerden zevk almaları için, yaptığımız işler insani amaçlı olmalı. İnsanın yaşamını güzelleştiren, insanlığı geliştiren, toplumun, bireyin ve insanlığın önünü, ufkunu açan, hayatı ve değerleri yenileyen, insanı yukarı çeken, yaşamı yücelten, yeteneklerinin özgürce gelişmesini savunan bir faaliyetler içerisinde bulunmamız ve bundan zevk almamız gerekir.

Bunu sürdürmemiz için de; okumamız, öğrenmemiz, bilmemiz, okuduğumuzu hayata uygulamamız, yaşarken hayatın içinde öğrendiklerimizi bilgiye dönüştürmemiz, belli bir kısır döngü içerisine girmekten kendimizi kurtarmamız ve bu zevklerimizi geliştirmemiz gerekiyor.

İşte, bu zevklerin bütününe kültür insanları, örneğin Çetin Altan zihin zevkleri diyor. Nasıl cinsellikte zevk varsa, bu tip entelektüel faaliyette, yaratıcılıkta da zevk vardır, düşünmenin de kendine has bir zevki, hazzı vardır. Bunun adı da zihin hazları, zihin zevkleridir.

Naim- Başa dönersek; türküdeki ömür verme eylemi sezonluk oluyor sanki ülkemizde. Küme düşenler de çok oluyor. Belki de kademeli bir ömür vermeden de bahsedebiliriz: gençliğinde devrimci, sonrasında beyaz yakalı veya tücacar vb.

Bu sezoncuların bir de de şöyle bir zararları oluyor: genç kuşaklar, kendilerini eski devrimci diye lanse eden bozulmuşları görünce onların yaptıklarından irkilip, rahatsız olup yollarını değiştiryorlar. Böyle de bir kımıl zararlısı durumu var… Günahları sevaplarından çok oluyor.

Cengiz- Kapitalist toplumda yaşayan insanların, eğer farkında değillerse, bir şanssızlığı vardır. O da şudur: kapitalizm insanı sıradanlaştırır. Kapitalizm nasıl her şeyi sıradanlaştırıp, her şeyi aynı tornadan çıkmış hale getiriyorsa, insanı da kapitalizm sıradanlaştırır. Kapitalizm insani yeteneklerin özgürce gelişmesini bir şekilde ortadan kaldırır. Hem önünü açar, hem ortadan kaldırır. Kapitalizm duygu olarak, vicdan olarak insanı sıradanlaştırır, basitleştirir. Kapitalizmin insanlara kurduğu en büyük tuzaklardan biri budur. Kapitalizm insanı un ufak eder. Belli bir şekilde araçcıl kılar insanı. İnsanın sistematik varlığını sürdürmek için, insana o sistematik içerisinde işlev yüklendirilen bir özneye, bir elemente dönüştürür ve insanı araçcıl kılar. Kapitalizmin böyle bir işleyişi vardır. İşte, bunu kırmak, bu tuzağa düşmemek, bu basitlik psikolojisinden sıyrılmak, bu günlük yaşamın gaileleriyle, eski deyişle günlük maişet derdi içerisinde boğulmamak, burdan çıkmak, basitleşmemek, gündelik yaşamın sorunlarına teslim olmamak ve kendi benliğine hapsolmamak, kendi benliğinden kurtulmak, dünyaya bakmak, insanlığa bakmak, insanlık tarihine bakmak ve oradan alınan güçle soluklanmak, bakışını öyle şekillendirmek, sıradanlaşmayı reddetmek; devrimcilerin, aydınların temel görevlerinden olmalı.

Bu basitleşme, sıradanlaşma tuzağına düşersek, günlük yaşamın gaileleri içerisinde gelişen sorunlara teslim olursak, bu kafesin içine kendimizi sıkıştırırsak; bizden asla, insanlığın, toplumun geleceğini ve insan ruhunu, hayatını değiştiren özneler olmaz, böyle olmaktan çıkarız, biz sistemin araçlarına dönüşürüz. Sistemin araçlarına dönüşmemenin temel koşulu, bu basitleştirme tuzağını reddetmektir. Kendi benliği içerisinde bir yaşam sürdürmeyi reddetmek ve insanlıkla bütünleşmek gerekiyor.

Ufku insanlığın gelişim perspektifi çerçevesinde oluşturmak, bakış açımızı insanlığın gelişim tarihi çerçevesinde oluşturmak ve bunu evrensel düşünmek, bakış açımızı, yaşamımızı evrenselleştirmek, yaşamımızı dünya insanının bir parçası olarak düşünmek… Böyle bakmak, tersini düşünmemek, insanlıktan kopup, insanlık tarihinden, insanlığın macerasından kopup, sıradanlaşıp, kendi benliğimize hapsolmamak gibi bir duyarlık içinde olmamız gerekiyor. Böyle bir ahlaki sorumluluk içerisinde olmamız gerekiyor.

Tersi olduğu zaman da biz sezonluk devrimci oluruz. Bizi kapitalizm sıradanlaştırır ve sıradan insan ne yapıyorsa, sıradan insanın sonu ne oluyorsa, hayatı nasıl oluyorsa, bizim hayatımız da öyle olur. Eleştirdiğimiz sıradan insanlardan hiçbir farkımız kalmaz. Hatta onlardan daha çok bozularak sistemin bir insanı olarak hayatımız son bulur.


Cengiz Türüdü&Naim Kandemir – 13.07.2020

İstanbul- Çanakkale.

Tags: ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑