Tarih

Published on Haziran 29th, 2023

0

Genelkurmay belgelerinde “sözde” Kürt İsyanları | Ayşe Hür


Tarihçi, Araştırmacı-Yazar Ayşe Hür, “Genelkurmay belgelerinde ‘sözde’ Kürt İsyanları” üzerine araştırmasını Avrupa Demokrat için derledi. 5 bölümden oluşan tarihi araştırmanın tümünü bir seferde yayımlıyoruz…

Giriş

Kürt milliyetçiliği, Türk milliyetçiliği gibi 1880’lerde filizlenmeye başladı. Başlangıçta her iki etnik grubun da kendi ulus-devletini kurma gibi bir hedefi yoktu. Hedef, II. Abdülhamid’in istibdat rejimini yıkmaktı. Bu amaçla her iki kesim de 1889’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde (İTC) birleştiler. İki taraf birbirine öyle yakındı ki, İTC 1913’ten itibaren Türk milliyetçiliğine evrilirken bile Kürt kökenli aydınların ezici kısmı hareketin içinde kaldılar. Türkçülük akımının güçlü bir damar halinde ortaya çıktığı 1918’de kurulan Kürt Teâlî Cemiyeti’nde toplanan Kürtler ise kültürel kimliğin ötesine geçmişlerdi ama ortak bir siyasi tavır geliştirememişlerdi. Milli Mücadele döneminde Kürtlerin siyasi bölünmüşlüğü devam etti. Bazı Kürtler Doğu Anadolu’da bir Ermeni devletinin kurulmasından endişe ettikleri için Kemalist güçlerle işbirliği yapmayı seçtiler. Böylece 1919’da toplanan Erzurum ve Sivas Kongrelerine ve 1920’de açılan (T)BMM’ye Kürt kökenli pek çok kişi delege ve milletvekili olarak katılmayı kabul etti. Bu katılım, ileriki yıllarda resmî tarihçiler tarafından “Kürtler kendi kaderlerini tayin hakkını, Türklerle birlik olma yolunda kullandılar” propagandasına malzeme yapıldı. Kongrelere veya Meclis’e katılmayan unsurlar ise Kemalist grupla açıkça çatışmaktan kaçınarak, gizlice özerklik veya bağımsızlık hedeflerini gerçekleştirmeye çalıştılar ve bu bağlamda Büyük Devletler’le temas içinde oldular. Ancak bu kesimler, bütüncül bir proje ortaya koyamadılar.
1920-1921 arasında Milli Aşireti, Bahtiyar (Cemil Çeto) Aşireti veya Koçgiri Federasyonu gibi Kemalist Türk milliyetçilerine açıkça meydan okuyanlar da vardı ama bu isyanların hem siyasi talepleri net değildi hem de yerel kalmışlardı. Dolayısıyla kolayca bastırıldılar. 1919-1923 arasında Kemalistler Kürtlere kimi açık kimi zımni olmak üzere defalarca özerklik sözü verdiler ancak hem bu vaatler sadece o zor günlerde Kürtleri Kemalist hareketin ajandasına bağlı tutmak, düşmana (İtilaf Devletleri ve Ermenilere) karşı Kemalistlerle işbirliği yapmalarını sağlamak için yapılmış sahte vaatlerdi hem de bu vaatlerin arkasını takip edecek örgütlü bir Kürt siyasal hareketi yoktu.



Sözün kısası Mustafa Kemal, 1919-1923 arasında Kürtleri Ermeni sopası ve özerklik havucu ile yanında tutmayı başarmıştı. Nitekim 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasıyla birlikte Ermeni tehlikesini tamamen savuşturmuş olan Kemalist hareketin artık Kürt ittifakına ihtiyacı kalmayınca olanlar olmuştu. Mart 1924’te TBMM neredeyse oybirliği ile Halifeliği kaldırılırken Sünni-Şafii Kürt milletvekilleri karşı çıkmadılar fakat rahatsızlıklarının dışa vurulması yakındı.1924 Anayasası’nda Türklüğe vurgu yapan 88. maddenin de katkısıyla bu tarihten sonra ilişkilerin kopması kaçınılmaz oldu.

Resmi tarihe göre 16 “Kürt ayaklanması”

Bu kopuş, resmi tarihçilere göre Kürtlerden kaynaklanmıştı. Onlara göre Kürtler, Türklerin uzattığı eli tutmadığı gibi her fırsatta “ayaklanmıştı”, dolayısıyla bu ayaklanmaların “harekât”, “tedip”, “tenkil”, “sürgün”, ve “imha” gibi yöntemlerle çözülmesi gayet meşruydu! Bu “ayaklanmalar”ın ve uygulanan yöntemlerin anlatıldığı Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları I-II adlı kitap, Reşat Hallı tarafından hazırlanmış ve Genelkurmay tarafından ilk baskısı 1972 yılında yapılmıştı ama kitabı piyasada bulabilmek imkansızdı. Hatta bazı dönemlerde kütüphanelerde bile raftan kalkardı.

Kitabı, ilk baskıda olduğu gibi yine dönemin Harp Tarihi Başkanı Korgeneral Namık Kemal Ersun’un önsözüyle 1992 yılında Kaynak Yayınları tekrar bastı. Bu yazıda, söz konusu kitapta, aşağıdaki olaylara “ayaklanma” derken kullanılan kriterlere ve uygulanan bastırma yöntemlerin nasıl meşrulaştırıldığına dair bazı bölümler okuyacaksınız. Bu kitabı esas almamın nedeni “olayı saptırıyorsun”, “Kürt bakışıyla yazmışsın” denmesinin önüne geçmek. Bizzat failin ağzından okuyalım ki, en kötü senaryoyu görelim. Hani bazı ürünlerin dayanıklılığını ölçmek için kullanılan “işkence testi” (stres testi) gibi düşündüm bu yöntemi.

Adını andığım kitapta Cumhuriyet tarihine damga vuran 18 “ayaklanma” şöyle sayılır: 1. Nasturi Ayaklanması (12-28 Eylül 1924), 2. Şeyh Said Ayaklanması (13 Şubat-31 Mayıs 1925), 3. Raçkotan ve Raman Tedip Harekâtı (9-12 Ağustos 1925), 4. Sason Ayaklanmaları (1925-1937), 5. I. Ağrı Ayaklanması (16 Mayıs-17 Haziran 1926), 6. Koçuşağı Ayaklanması (7 Ekim-30 Kasım 1926), 7. Mutki Ayaklanması 26 Mayıs-25 Ağustos 1927), 8. II. Ağrı Harekâtı (13-20 Eylül 1927)- 9. Bicar Tenkil Harekâtı (7 Ekim-17 Kasım 1929) 10. Asi Resul Ayaklanması (22 Mayıs-3 Ağustos 1929), 11. Tendürük Harekâtı 14-27 Eylül 1929), 12. Savur Tenkil Harekâtı ( 20 Haziran-Eylül başı 1930), 13. Zeylan Ayaklanması (20 Haziran-Eylül başı 1930), 14. Oramar Ayaklanması (16 Temmuz-10 Ekim 1930), 15. III. Ağrı Harekâtı (8 Ekim-14 Kasım 1930), 16. Pülümür Harekâtı (8 Ekim 14 Kasım 1930), 17. Menemen Olayı ( 23 Aralık 1930), 18. Tunceli (Dersim) Tedip Harekâtı (1937-1938.)

Dikkat edilirse bu 18 vak’adan 9’u “ayaklanma”, 8’i “harekât”, biri de “olay” diye adlandırılmış. Listedeki 5, 8, 13, 14 ve 15. sıralarda yer alan beş “ayaklanma” ve harekât aslında aynı olaya 1926-1930 arasındaki “Ağrı Ayaklanması”na dair. Genelkurmay yazarı konuyu beşe bölerek listeyi şişirmiş. Biri (Menemen Olayı) Batı’da yaşanmış, Kürtlerle ilgisi yok. Biri de (Nasturi Ayaklanması) Nasturilerin Hıristiyan Kürtler olduklarından hareketle Kürt isyanlarına dahil edilmiş ancak olayların anlatımından görüleceği gibi Kürtlükten ziyade Nasturilikle ilgili. Yine de bu dizide onunla başlayacağım.

Geriye kalan 12 “ayaklanma”dan 1925 Şeyh Sait, 1927-1930 Ağrı ve 1937-1938 Dersim “ayaklanmaları” konusundaki yazılarımı artık internette bulmak mümkün değil, sadece kitaplarımda bulabilirsiniz. Onları okumayanlar, okumayacaklar için özetin özeti olarak söylersem Şeyh Said ve Ağrı hakikaten ayaklanma/isyan/başkaldırı, Dersim ise tam bir “özsavunma” eylemi idi. Bu yüzden ilk ikisini “sözde ayaklanmalar” serisine dahil etmedim. Dersim’e dair resmi söylemi ise bu mecra için tekrar kaleme alacağım.

Ancak bir olayın “başkaldırı/isyan/ayaklanma” olması onun kanla bastırılması gerektiği anlamına gelmiyor benim için. Aksine, elinde birkaç çakaralmaz silah bulunan köylüler, topu tüfeği, uçağı kısacası ordusu bulunan egemen güçlere, devlete, hükümete başkaldırma cesareti öyle kolay bulunmaz. İsyan ettilerse arkasında çok güçlü saikler, nedenler, gerekçeler vardır. Bu açıdan önce bu saiklerin anlaşılması, anlaşıldıktan sonra giderilmesi için çaba gösterilmesi, çabalar karşılıksız kaldıysa da kanla bastırmak yerine anlaşmalı bir boşanma ile tarafların kendi yollarına gitmesi gerekir. Bunun örnekleri bugün konfederasyon veya federasyon şeklinde örgütlenmiş ABD, Kanada, Arjantin, İspanya, Almanya, İsviçre, Belçika gibi ülkelerin tarihinde veya en ufak gerilim yaratmadan Çekya ve Slovakya diye ayrılan Çekoslavakya tarihinde görebiliriz. Sayısız ülkede özerklik, yerinden yönetim, güçlendirilmiş yerel yönetim gibi modeller var. “O günlerde Kemalist kadrolar bunlara vakıf değillerdi ki” diyeceklere, Osmanlı Devleti’nin yaklaşık 600 yıl yürüttüğü modeli gayet iyi bildiklerini hatırlatırım. Şimdilik bu konuyu bir yana bırakıp, resmi tarihin “ayaklanma/ isyan/ başkaldırı” adını verdiği ancak yakından bakınca böyle olmadığını gördüğüm dokuz olaya (benim deyimimle “sözde ayaklanma” ve “gerçek harekâtlara”) yakından bakalım. Dokuz olayı da tek yazıda anlatmayacağım, zamana yayarak anlatacağım, yani şimdi gözünüz korkup okumayı bırakmayın. 


İkinci Bölüm:
Nasturi Ayaklanması, Raçkotan ve Raman Tedip Harekâtı

RESMİ TARİHİN “SÖZDE” KÜRT İSYANLARI -II

Nasturi Ayaklanması (12-28 Eylül 1924)

Önce kısa bir bilgi: Nasturilik İsa’nın tanrısal ve insani doğalarının birbirinden bağımsızlığını vurgulayan bir Hıristiyan mezhebi. Konstantinopolis Patriği Nestorios’un ve öğretilerinin 431 tarihli Efes ve 451 tarihli Halkedon (Kadıköy) Konsilleri tarafından mahkûm edilmesinden sonra esas olarak Anadolu ve Suriye’de gelişen mezhebin 5. yüzyıldan itibaren Araplar arasında yayıldığı; 7.-10.yüzyıllar arasında ise Orta Asya’daki Maveraünnehr bölgesinde ve Çin’de önemli bir cemaati olduğu bilinmekte.

Nasturi Ayaklanması’nı bastırmakla görevli 18. Alay 1. Bölük’ten Bitlisli Yüzbaşı İhsan Nuri, Vanlı Teğmen Hurşid, Teğmen Rasim, Teğmen Rıza, Tevfik ve 275 er 4 Eylül 1924 günü İran’a kaçmışlardı.

Osmanlı ülkesindeki Nasturilerin etnik kökenleri konusunda kesin bir şey söylemek mümkün olmasa da Patrikleri nezaretinde Hakkâri Kürt Emirliği’ne bağlı olarak yaşadıklarını biliyoruz. Nasturiler, Tanzimat döneminde (1839-1876) Kürt emirliklerine itaat etmemeye ve vergilerini ödememeye başlayınca, Emir Bedirhan Bey, 1843 ve 1847 yıllarında Nasturiler üzerine iki defa sefer düzenlemiş, 20 binden fazla Nasturi’yi katletmişti.

24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın sonraya bıraktığı en önemli sorun Musul Meselesi idi. Nasturiler de o tarihlerde Musul konusunda Türkiye’yi sıkıştırmaya çalışan İngilizlerin kullanmasına müsait bir halet-i ruhiye içindeydiler.

Nasturilere müdahale için aranan bahane 7 Ağustos 1924’te Çölemerik’ten (Kürtçe Colemêrg, Hakkâri ilinin merkez ilçesi) Çal’a (Kürtçe Çelê bugün Çukurca ilçesi) denetim için giden Jandarma Komutanı ile 20 kişinin, 200 kadar Nasturi tarafından rehin alınmasıyla bulundu. Genelkurmay yazarı bu olaya “Handediği Olayı” demekle yetinmemiş, parantez içine bir de “İsyanı” yazmış.

Nasıl bir isyansa, rehineler ertesi gün yine bölgedeki bazı Kürt aşiretlerinin müdahalesiyle serbest bırakılmış ancak kitaba göre göre bu arada 3 er şehit olmuş, 5 de yaralı varmış. Rehin alınan komutan “Olay bendenize kanlı yaşlar döktürmekle beraber, Nasturilerin tedibi (terbiyesi) ve topraklarından atılmaları için hükümetimize gerçek bir sebep vermiş bulunmaktadır” diyerek bağlamış sözünü.

Bundan sonraki bölümün başlığı “Tenkil Harekâtı”. Tenkil’in anlamı “uzaklaştırma, örnek olacak bir ceza vermek”. Yani hükümet, olayın faillerini tutuklamak ve mahkeme yoluyla cezalandırmak yerine olayı askeri düzleme taşıyor. Bunun ne anlama geldiğini birazdan göreceğiz.

Genelkurmay kitabına göre bölgede yaklaşık 8 bin nüfus yaşamakta olup sınır dışından gelecekleri hesaplanan birliklerle birlikte 3.400 ile 7.500 kadar silahlı adam çıkaracakları tahmin ediliyor.

Bölgeye 12 alay, ağır silahlar ve toplar ile İzmir’deki hava kuvvetlerinden 8 uçak gönderilmiş. Bir alay günümüzde 1300-3000 kişiden oluşuyor, Genelkurmay kitabından tek tek saymadım asker mevcudunu ama en azından 1000 kişi desek, 12 bin kişilik bir askeri güç bölgede toplanmış. Ordunun başta İran’la Türkiye arasında yaşayan Kürt Simko İsmail Ağa’nın kuvvetlerinden olmak üzere 2600 kadar aşiret askerinden yardım aldığı anlaşılıyor. Hükümet 100 bin lira ödenek ayırmış. Osmanlı Bankası da 200 bin lira kredi açmış.

Genelkurmay kitabı tam 38 sayfa harekâtı anlatıyor ama tam olarak ne olduğunu anlayana aşk olsun. 38 sayfanın tam 20 sayfasında 18 Ağustos ile Nasturi güçleri ile ilk temasın sağlandığı 18 Eylül arasında ordu birliklerinin nasıl konuşlandığına dair. Şu birlik şuraya gitti, şuradan buraya gitti, toplar buraya taşındı gibi laf salatalarıyla dolu bu sayfalar.

Onca hazırlıktan sonraki ilk müsademenin (çatışmanın) çapı da şu satırlarda: “Beytüşşebab grubu karşısında 600 kadar tahmin edilen Nasturilerin 6. Alay cephesine yaptığı taarruz, makineli tüfek ve topçu desteğinde yapılan karşı taarruz ile kırılmış ve neticede asilerin çoğu öldürülmüş ve bir kısmı da civardaki Nasturilerle birlikte ve perişan bir halde Pervari’ye çekilmişlerdi.”

Tüm bu hazırlık topu topu 600 kişiyi ezmek içinmiş meğerse. O sayı da artık ne kadar doğruysa… Genelkurmay yazarı da farkında olmalı ki garabetin, ilerleyen bölümde bölgedeki İngiliz kuvvetlerinin dökümünü yapıyor ama o kuvvetlerin “kuvveden fiile” geçtiğine dair tek söz yok. Yani İngilizler Nasturilere yardım etmek için mi oradaydılar, hayır 31 Ekim 1918 Mondoros Ateşkes Anlaşması’ndan beri bölgenin kontrolü onlarda olduğu için oradaydılar. Zaten Türk tarafının da “kuvveden fiile” geçirmediği 7. Kolordusu var Diyarbakır’da. Siirt’te 7. Tümen karargâhı var.

Ancak 18 Eylül günü önemli bir firar yaşanıyor. 18. Alay, 1. bölük Teğmeni Vanlı Hurşit 76 mevcudu ile, Yüzbaşı İhsan ise Teğmen Rasim ve Teğmen Tevfik ile birlikte 275 mevcudu ile firar ederek İngiliz makamlarına sığınıyorlar. Bu subaylardan biri 1936-1930 arasında Ağrı’da bir “Kürt Cumhuriyeti” kurmaya soyunanların lideri olacak yüzbaşı İhsan Nuri. Firarları da bu amaçla ilgili. Ağrı İsyanı’nı anlatırken, hatırlatırız bu olayı. Şimdi devam edelim:

Sonuç tahmin ettiğiniz gibi. 600 kişiye karşılık koca bir ordunun başarısız olması düşünülebilir mi? Elbette düşünülemez. Nitekim yazarımız şöyle diyor: “22 Eylül 1924 Durumu: Nuhup deresi dolayında Semdar sırtları hattına kadar olan kısımda Nasturilerden eser kalmamıştı.”

Ardından “24 Eylül günü Valto dağı üzerinde Nuhup deresi kuzeyindeki tepelere kadar olan kısımda Nasturilerden eser kalmamıştı. Sonradan alınan raporlardan öğrenildiğine göre gruba mukavemet eden silahlı Nasturiler 40 kadar olup bunların mağaralarda sıkışıp kalanlarından gayrisi (…) Umadiye’ye kaçmışlardı. Mağaralarda bıraktıkları biri yaralı olmak üzere biri yaralı ve biri malül iki erkek ve sekiz küçük çocuktan ibaretti.”

Anlamışsınızdır, ortada çeteler değil can havliyle kaçan aileler var.

“27 Eylül’de (…) kuvveti 500’den fazla olduğu tahmin edilen ve makineli tüfekle donatılmış (…) Nasturiler Bido köyünü yağma etmiş ve yakmışlardı, köy halkı Aşita’ya çekilmişti.” Evet, Nasturileri ilk kez suçüstü(!) yapıyor Genelkurmay. Nasturiler neden kendi köylerini yakmışlar anlayamıyoruz elbette.

Nihayet “Genelkurmay Başkanlığı 7. Kolordunun 30 Eylül tarihli raporuna karşılık olarak 2 Ekim’de verdiği emirde: Zap doğusunda kimse kalmadığına göre tedip (terbiye) harekâtının fiilen sona erdiğini…” okuyoruz.

Türk tarafının kayıpları konusunda ise şu bilgi veriliyor kitapta: “20 Eylül 1924 Durumu: (…) Bu hava taarruzunda 6 er şehit, 15’i ağır, 10’u hafif olmak üzere 25 er ve 9 hayvan yaralanmıştı.” “Dört gün içinde biri subay olmak üzere 14 şehit 15’i ağır olmak üzere 43 er yaralı.” Yani 21 şehit 68 yaralı ile atlatmış hasarı ordu…

Sonuç bölümü “İngilizlerin kışkırtması ile başlayan ve kendi sevk ve idarelerinde kuvvet kullanarak destekledikleri Nasturi ayaklanmasına karşı o günün çok güç şartları içinde yapılan tenkil harekâtı, ayaklananlar üzerinde kesin sonuca ulaşamamış ve asilerin çoğu hudut dışına kaçmıştır” diye bitiyor.

Görüldüğü gibi olmayan bir ayaklanmayı bahane ederek, Nasturiler kendi öz vatanlarından “temizlendiği” halde, Genelkurmay yazarı tatmin olmamış. Böylece yıllardır Kürtlerin ne kadar isyankâr, ne kadar baş belası olduklarına dair resmi anlatının ilk “isyanı”nı bitirdik.


Üçüncü Bölüm:
Raçkotan ve Raman Tedip Harekâtı ve Sason Ayaklanmaları.

RESMİ TARİHİN “SÖZDE” KÜRT İSYANLARI -III

Raçkotan ve Raman Tedip Harekâtı

Genelkurmay kitabının “Raçkotan ve Raman Tedip Harekâtı (9-12 Ağustos 1925)” başlıklı bölümde (s. 195-207) konumuza giriş şöyle: “Şeyh Said ayaklanmasının bastırılmasından sonra ayaklanma bölgesinde devam eden temizleme ve ıslahat hareketinin kesin sonucu henüz alınmamıştı. Bu faaliyetin geleceğe esas olacak şekilde yürütülmesi lüzumunu gören İçişleri Bakanlığı 26 Mayıs 1925’te (…) yayınladığı bir genelgede temizleme ameliyesinin şu tarzda yürütülmesi lüzumuna işaret etmişti.” (…) “Doğuda sıkıyönetimin uygulanmakta olduğu illerde ilçelerde hükümet idaresini ve asayişi ciddi şekilde müteessir eden durum hala devam ediyordu. Her ne kadar Bitlis, Urfa Malatya, Mardin ve Erzurum ilinin Hınıs ve Kiğı ilçeleri ılımlı görünmekte ve buralarda kayda değer olaylar olmamakla beraber, buralarda hükümet otoritesinin tamamıyla yolunda olduğu anlaşılmamalı idi. Diyarbakır, Siirt, Muş, Genç ve Dersim illeri ise muhalefete, şekavet, hassasiyet ve ayaklanma belirtileri bakımından daha ciddi bir durum arzediyordu. Özellikle Beşiri Garzan, Silvan, Kulp, Sason ilçelerinde askeri kuvvetlerle şiddetli bir tedip harekâtı yapılacak. Bu tedip, bölgedeki aşiretleri kamilen (toptan) silahtan arıtmak, asi ve hükümlüleri yakalamakla beraber muhalefet ve direnme durumuna göre yok etme derecesine varabilecek. Bu nedenledir ki bu iş uzun sürebilir.”

Anlamışsınızdır ortada yeni bir isyan, kalkışma falan yok. Hatta bir olay dahi yok. Devletin hassasiyetleri var, vehimleri var, önyargıları var. Ve bunların sonucu olarak Şeyh Said ayaklanması ile “iltisaklı” gördükleri her köyün “kökünü kurutma” ameliyesine ihtiyaçları var.

İttihatçılar ve Kemalistler sorunları habis ur, tümör gibi tıbbi metaforlarla ele aldıkları için tedavileri de “ameliyat” gibi tıbbi metaforlarla adlandırılıyor. Onlar için Şeyh Said İsyanı bir nevi “kanser”, isyanın bastırılması ameliyat ama birazdan anlatacağım olay, metastaz yapması olası bölgeleri kazımak. Aynen göğüsle yetinmeyip tüm lenfleri almak gibi. Halbuki insan topluluklarının sorunları bir “hastalık” değil.

Ancak olayı kavramak için anlatmayacağım dediğim Şeyh Said İsyanı’nın en azından sonunu bilmek gerekiyor. Peşinen söyleyeyim ki Ankara, Şeyh Said’in bacanağı Binbaşı Kasım Bey sayesinde isyan hazırlıklarından haberdar olduğu, dolayısıyla istese elebaşlarını tutuklayarak başından önleyebileceği halde bir nevi “15 Temmuz” gibi benim tabirimle “kontrollü çığ düşürme” operasyonu yaptı bu olayda.

“İsyanın” patlak vermesi için gereken kıvılcım ise 13 Şubat 1925 günü, Şeyh’in misafir olarak kaldığı kardeşinin evine gelen jandarmanın evde saklandığını iddia ettikleri asker kaçaklarını istemesi ile çakıldı. Firariler Şeyh’in hanesinde değillerdi ancak olsalar dahi, onları jandarmaya teslim etmesinin geleneklere göre mümkün değildi. Ateşler açıldı, ok yaydan çıktı.

Sonuçta şu veya bu nedenle Şubat gibi son derece uygunsuz bir ayda başlayan isyan 15 Nisan’da bastırıldı, 1 Mayıs’ta askerler terhis edildi, 23 Mayıs-27 Haziran 1925 tarihleri arasında isyancılar yargılandı ve 28 Haziran’da Şeyh Said ve 47 arkadaşı idam edildi. 

Genelkurmay kitabındaki sayılardan isyanı bastıran ordunun piyade mevcudunu 26.316 kişi hesapladım ben. Resmi tarihçi Ergun Aybars’a göre ise 3-5 bin arasındaki isyancıları bastırmak için 39.651 kişilik ordu seferber edilmiş. Ayrıca uçak filoları var bombardıman yapan.

Ergun Aybars isyan ve bastırma operasyonu sırasında “206 köyün, 8.758 evin yıkıldığı ve 15-20 bin kişinin öldüğünü ve bu ayaklanmanın o zamanki para ile 20 milyon (Pound) olduğunu ileri süren, olaylardan sonra Milletler Cemiyeti’ne sunulan bir rapordaki (yazarı Abdurrahman Chassen) sayıları “yalnız ordu birlikleri tarafından yapılmış gibi gösterilmekte, ordu birliklerinin yöreye gelmeden önce asilerin yaptıkları yıkımdan ve öldürmelerden hiç söz edilmemektedir,” diyerek zımnen kabul eder, ancak bilançoyu taraflar arasında paylaştırmaya çalışır.

Aybars ellerinde çakar almaz silahlar bulunan asilerin nasıl olup da toplu, tüfekli ordulara karşı bu kadar etkili olabildiklerini ve neden kendi yurtlarını, köylerini imha etmiş olacaklarını açıklamaz elbette.

Genelkurmay kitabından Türk ordusundan toplam kaç kişinin zayi olduğunu anlamak zor ama Şeyh Said’i yargılayan İstiklal Mahkemesi Savcısı Ahmet Süreyya Örgeevren, 19 Nisan 1957 tarihli Dünya gazetesinde yayımlanan anılarında “6 Zabit, 106 nefer şehit düşmüş, 17 zabit ve 300 neferimiz yaralanmış,” der.

Sayılardan anlaşılacağı gibi tam bir ezme harekâtı söz konusudur. Yargılamalar bittiği halde Türk ordusunun genel taarruza geçtiğini duyan Beşiri bölgesindeki Raman, Garzan ve Raçkotan aşiretinin mensupları, sürüleri ve taşıyabildikleri varlıklarıyla dağlara sığınıp, gizlenmeye çalışırlar. Raman aşiretinin önde gelenlerinden Emin ve köylüleri, aileleriyle birlikte, 11 Ağustos 1925 günü, üç ayrı birlik tarafından, Hasankeyf yakınlarında kuşatılır, bunlardan kurtulan oldu mu resmi tarih kaydetmiyor. Aynı günlerde Viranşehir’de Hançeran ve Emir Feddale kabileleri, Genelkurmay’ın deyimiyle “tard” edilir (yani köylerinden çıkartılır ve kim bilir ne yapılır). Sonra Siirt, Garzan, Şırnak, Sason, Mutki, Şemdinli, Botan, Şirvan, Hizan, Midyat bölgeleri muhasara altına alınır ve yeni bir tedip ile tenkil hareketine girişilir.

Kitap, harekât boyunca köylerin silah taramasına tabi tutulduğunu bazı köylerin hiç mukavemet etmediğini, bazı aşiretlerin dağa çekildiğini bazılarının ise direndiğini söylüyor ama kaç köyün yakıldığını, kaç kişinin öldürüldüğünü belirtmiyor. Zaten bölüm biri 50 kişilik, diğeri 200 kişilik “asi” kuvvetlerle çatışma şöyle bir anlatıldıktan sonra aniden bitiyor. Şaşırıyorsunuz, acaba bir şey mi atladım diye geriye dönüyorsunuz ama nafile.

Sonrasını Ergun Aybars’tan öğreniyoruz. Aybars’a göre isyan bölgesindeki İstiklal Mahkemeleri, 12 Nisan 1925’ten 7 Mart 1927’ye kadar 5.010 kişiyi yargılamış, 420 idam, 1.911 çeşitli hapis cezası vermiş. 1927’de 1.500 kadar Kürt ailesi Batı’ya sürülmüş, arazileri sürgün edildikleri illerde kendilerine yeni arazi verilmek şartıyla hazineye devredilmiş…

Ve resmi tarihin bir “sözde” ayaklanması da böylece kütüğe kaydedilmiş…

Sason Ayaklanmaları

Genelkurmay kitabında “Sason Ayaklanmaları ve Bastırılmaları (1925-1937)” başlıklı (s. 208-225) 15 sayfalık bölümde (2 sayfa boş) de neyin ayaklanma sayıldığını, hangi olaya ne kadar kuvvetle karşılık verildiğini anlamak yine mümkün değil. Çünkü bölüm hiçbir somut olay olmaksızın, şu cümlelerle başlıyor:

“Siirt ilinin bir ilçesi olan Sason’un doğu sınırını teşkil eden yüksek, pek sarp ve arızalı dağlar ve vadiler içinde sıkışmış yol ve her türlü ulaşımdan yoksun bir arazi parçası üzerinde oturan bir kısım halk, pek ilkel hayat koşulları içinde bambaşka bir durum arz ediyordu. Vahşet haliyle, istibdat devrinden meşrutiyete kadar intikal eden itaatsizlikleri sürüp gittikçe bu devirlerin idare-i maslahatçılığı, bu halkı büsbütün şımartmıştı. Bu devirlerde esaslı ve belli başlı bir hareket yapıldığına rastlanmamakla beraber, yapılan mahalli ve mevzii hareketlerin yetersizliği bu şımarık ve itaatsiz halkı Cumhuriyet devrine kadar aynı halde getirmişti.”

Anladınız değil mi? Osmanlı’dan beri çok yoksul ve “vahşi” olan ama yoksulluklarına bakmadan şımarmış ve itaatsiz olmuş bir halk var karşımızda. Suç büyük. Yoksulluğun farzı olarak itaat etmen gerekirken sen itaat etmiyorsun ha! Al sana harekât! Ancak durup dururken saldırmak da ayıp olur, bir bahane lazım. İlk ateşlemeyi hangi olayın yaptığını öğrenmek için sayfaları tarıyoruz ama ne mümkün? Üç paragraflık genel laflardan sonra 1932 yılına geçiyor. O yıl 200 silah toplandı diyor. 1933’te “Sasonlu büsbütün itaatsizliği ele almıştı” diyor. Bir paragrafta bu yılı da bitiriyor. Fakat Sasonlular ne yapmışlar, öğrenemiyoruz.

Ama “gerçekler mutlaka bir gün ortaya çıkar” denir ya, 27 Mayıs 1960 darbesinin liderlerinden Cemal Madanoğlu (ki Sason’un tepelenmesi sırasında Yüzbaşı rütbesiyle bölgededir) “bahane”yi Anılar 1911-1953 (Evrim Yayınevi, 1982) adlı kitabında şöyle anlatıyor:

“Bir gün kaymakam [miralay ve binbaşı arasında bir rütbe] vekili yanına sivil memurları da alarak, bir yüzbaşının komutasında, Harbak köyüne gitmiş, Teteri Bedik’e misafir olmuş. Teteri Bedik’in evinde erkek yok. Gelin, harıl harıl akşam yemeği hazırlıyor. Tam bu sırada yüzbaşı geline yaklaşmak [taciz etmek] isteyince, olay çıkıyor. Kadın direniyor. Başlıyor bağırmaya. Yüzbaşı kaçıyor. Peşinden koşanları korkutmak için, birkaç el ateş ediyor. Tepeye yerleşmiş birliğin yardımıyla canını kurtarıyor, ama olaydan habersiz kaymakam vekili ve diğerleri Harbaklılar tarafından öldürülüyor. Jandarma yüzbaşısı sonra olayı rapor ediyor. Ama gerçeği yazmıyor. İsyan çıktı, diyor.”

Cemal Madanoğlu

Evet yüzbaşı misafir olduğu evin kadınına sarkıntılık ediyor, geleneksel bir toplumda gayet doğal bir tepki ile karşılaşıyor, suçunu kabul etmek yerine yalan söylüyor, bölgeye müdahale için fırsat kollayan Ankara emri veriyor. Ardından harekât başlıyor.

Ele geçen insanlar öldürülüyor, mallar talan ediliyor, taş üstünde taş kalmamak üzere köyler yakılıp, yıkılıyor. Sason bölgesinin “tedip ve tenkili”, 1937’ye kadar sürüyor. Genelkurmay kitabından olayların insani “bilançosu” dair bazı bilgiler:

“Bu yıl (1935) yapılan harekâtta birliklerden bir jandarma yaralı, dört sivil şehit verilmiş, eşkıyaya 23 ölü, üç yaralı verdirilmiş, 58’i yakalanmış, 870’i kendiliğinden teslim olmuş ve bu arada 57 tüfek toplanmıştı.”

“1935 yılı harekâtının devamı sayılan bu harekâta 7.8.,10. Seyyar Jandarma Taburları ile 2. Tümenden mürettep bir bölükten mürekkep kuvvetle 10 Temmuz 1936’da tekrar başlandı… İçişleri Bakanlığının Sason meselesinin hal tarzı üzerindeki düşüncesi ise…. Sason yasak bölgesi halkının Batı Anadolu’ya veya Trakya’ya nakilleri idi… yasak bölge halkından 2.400 kişinin batı illerine nakilleri başladı… Bu yıl yapılan harekâtta jandarmadan 14 yaralı, nizamiye birliklerinden 21 şehit, iki yaralı, halktan iki şehit, beş yaralı verilmiş… eşkıyaya da 155 ölü, 24 yaralı verdirilmişti. 39 kişi yakalanmış, 879 kişi kendiliğinden teslim olmuş, bu arada 52 de tüfek toplanmıştı…”

“Mayıs 1937 başına başlayan harekâtta asilere çok sayıda ölü ve yaralı verdirilmekte, malları müsadere, evleri tahrip edilmekte ve bu arada kabarık sayıda dehaletler (teslimler) olmakta idi.”

“Kasım 1937 başına kadar jandarmadan 38 şehit, 57 yaralı, nizamiye birliklerinden 3 şehit, 5 yaralı, halktan 7 şehit, 10 yaralı verilmiş, 17 hayvan ölmüş, 7 hayvan yaralanmış, 8 tüfek ve 40 mermi kaybolmuştu. Eşkıyadan da 273 ölü, 52 yaralı verdirilmiş, 283 kişi yakalanmış, 748 kişi kendiliğinden teslim olmuş ve bu arada 39 tüfek ve 140 mermi toplanmıştı.”

İçişleri Bakanlığı’nın 27 Ekim 1937’de “7. Kolordu ve 1. Genel Müfettişliğin teklif ve mütalaaları alınmak suretiyle” oluşturduğu Sason Islahat Raporu’ndan birkaç cümle ile bu bölümü bitirelim:

“Yasak bölgenin iç ve dışında 15 karakolun açılması ve bu suretle genel kadroya 300 kişilik bir jandarma kadrosunun ilavesi…”, “gerek yasak bölgeyi baskı altında bulundurmak ve gerek Siirt, Bitlis ve Diyarbakır’daki ordu birlikleri arasında bir nevi garnizon irtibatı yapmak…”, “Sason bölgesi halkının tekrar canlanmalarına, etrafa saldırmalarına ve ülkenin içinden ve dışından gelecek her türlü zararlı kişiler ve propagandaların bu bölgede yer bulmasına meydan vermemek ve esaslı bir güvenlik durumu elde etmek için şimdiye kadar yapılan harekâtın ve alınan tedbirlerin verdiği tecrübelere göre, lüzum gösteren askeri ve idari tedbirlerin alınması gerekir….”

Ya işte böyle!… Genelkurmay kitabında Sason halkının etrafa saldırdıklarına, ülkenin dışından ve içinde zararlı kişilerin propagandalarının bölgede yer almasını sağladıklarına dair herhangi bir belge, kanıt göremiyoruz elbette. Sadece kanaatler, iddialar üzerine yüzlerce ölü, devletin kaynaklarının heba edilmesi ile Kürtlerin kolektif hafızasına devlet konusunda derin bir çentik daha atılıyor. Elbette Türklerin kolektif hafızasına da “asi Kürtler” bilgisi biraz daha çakılıyor.


Dördüncü Bölüm:
Koçuşağı Ayaklanması, Bicar Tenkil Harekatı ve Asi Resul Ayaklanması

RESMİ TARİHİN “SÖZDE” KÜRT İSYANLARI -IV

Koçuşağı Ayaklanması

Genelkurmay kitabının “Koçuşağı Ayaklanması ve Bastırılması (7 Ekim-30 Kasım 1926)” bölümü şu “epik”(!) suçlama ile başlıyor:

“Yüzyıllar boyunca etrafındaki itaatli halka, zavallı köylülere her türlü zulüm ve işkence yapan, kasabaları dahi tehdit eden, hükümetin öğütlerini, ihtarlarını ve iyi muamelesini hiçbir suretle dinlemeyen ve devletin zayıf olduğu bir zamanı fırsat bilerek hükümete karşı silahlı olarak ayaklanan ve vergi vermemek, vatan savunmasına katılmamak ve daha birçok karşı hareketler dolayısıyla hükümet, 19 Eylül 1926’da Dersim’in Koçuşağı aşiretini tedibe karar verdi ve harekâtın icrasına Elazığ ve Havalisi Komutanı Albay Mustafa (Muğlalı) memur edildi ve bu harekât için şu kuvvetler tahsis edildi: 10. alay, 19. alay (1.,3. Taburlar), 11. Alay, 13. Alay (2., 3. Taburlar), 12. Alay (1.,2. Taburlar), 16 Alaydan iki mürettep bölük, üç dağ bataryası….”

Yazar 241. sayfada tekrar galeyana geliyor ve “Şimdiye kadar melunca hareketlere devam eden, canavarlığın ve haydutluğun timsali olan Koçuşağı aşiretinin tedip ve tenkiline kesin suretle karar verilmiştir” deyip tekrar askeri harekata dair bilgilere geçiyor. Şu köy şuradan sarılacak, şu tepeye şu birlik gönderilecek, şu toplar şu mevkiye yerleştirilecek, (arada “askerlerin bir yanlışlığa kurban gitmemesi için kollarına beyaz bez bağlanacak” gibi ayrıntılar da var) yazıyor ha yazıyor. Anlaşılan kendisini de ikna edememiş hala…

Koçuşağı Aşireti, bazı resmi kaynaklara göre 2.500 kişi, bazı resmi kaynaklara göre 4 bin kişi. Elbette nüfusun büyük bir çoğunluğu kadın, yaşlı ve çocuklardan oluşuyor. Eli silah tutan sayısı ise iyice az. Ama nedense koskoca devlet bu küçücük aşiretten çok korkuyor ve onu ezmek gerektiğine inanıyor.

7 Ekim 1926 günü harekât başlıyor. Daha harekâtın ikinci günü akşamı, Koçuşağı Aşireti’nin ileri gelenleri teslim bayrağını çekiyorlar ancak Mustafa Muğlalı, köylüleri samimi görmeyerek, harekâta devam kararı alıyor. Mesela Genelkurmay yazarı diyor ki: “15 Ekim günü asi reisleri çoğu kırık ve kullanılmaz halde 29 tüfek gönderdiler. Bu duruma göre asilerin silahlarını teslime yanaşmadıkları ve vakit kazanmak istedikleri anlaşılıyordu. Bu sebeple müfreze komutanlığına 16 Ekim sabahından itibaren harekata başlanması emri verildi.” 

Genelkurmay yazarı gibi lafı uzatmayayım, ilâve üç tabur ve bir müfreze ile takviye ettiği birlikleri, uçakların desteğinde Koçuşağı Aşireti’nin iflahını kesiyor. Tam aşirete yataklık ettiği gerekçesiyle Tağar ve Koçulu köyleri yakılıyor ki, Koçuşağı isyancılarından bir grup Mustafa Bey’in Amutka mıntıkasındaki çadırına baskın düzenleme cüretinde bulunuyor. Artık ne kadar doğruysa! Bu durum “sert kumandan”ın tepesini iyice attırıyor ve 30 Ekim’e kadar süren kanlı harekât sonunda, mağaralara sığınmış isyancılar teker teker imha ediliyorlar.

Genelkurmay yazarı sık sık “asilerin teslim olmak istedikleri haberleri geliyordu”, “asiler teslim oluyorlardı” gibi cümleler kuruyor ya da “Bu zor karşısında asiler Ali boğazındaki mağaralarında 400 kadar koyun ve keçi, binlerce kilo erzak ve 150 kadar sığır bırakarak kaçmışlardı. Saat 15.00 sıralarında iki uçak, hayvan sürülerini bombaladı” diyor. “Harekata devam eden birlikler, dere içindeki mağaraları bomba ve tüfek ateşiyle tarayarak buralardaki asileri imha ettiler. Ertesi gün (27 Kasım 1926) kurtulabilen bütün asiler yok edilerek Koçuşağı tedibatının sona ereceği anlaşılıyordu” dedikten sonra baklayı ağzından çıkarıyor:

“Öteden beri Dersim’in yenik olmayan aşireti ve milli kahramanları adını taşıyan Koçuşağı haydutlarının son sığınağı olan Kılabuz deresini temizleme ameliyesinin son bulduğu saat 17.30’da Kuzey Cephesi Komutanlığından bildirilmektedir.” Neymiş: Koçuşağı’nın burnunu sürtmekmiş maksat…

Ancak 1 Aralığa kadar “tarama harekâtı” devam etmiş. Yazar ordunun kayıplarını şöyle sayıyor: bir subay, 31 er şehit, bir subay 53 er yaralı verilmiş, ayrıca 10 er kaybolmuş ve buna karşılık asilere bir hayli zayiat verdirilmiş ve 1084 küçük baş, 342 büyük baş hayvan ganimet alınmıştı.” Enfal Suresi boşuna inmemiş, ganimet mühim!

Genelkurmay kitabında hiç sözü geçmiyor ama başka kaynaklardan Seyit Rıza’nın Koçuşağı tedibinde hükümet kuvvetlerine yardım sözü verdiği ancak sözünü tutmayarak Koçuşağı aşiretine destek verdiği biliniyor. Bu durum devletin bir resmi belgesinde (Jandarma Umum Kumandanlığı raporunda) “Dersimli aşiretler ve kılavuzlar iki yüzlüdür. Bir taraftan devlete taraftarlık yaparken diğer taraftan askerin bütün hareketini tedib yapılacak aşirete bildirirler ve onları tehlikeden kurtarırlar. Bunun için Dersimliye inanmamak esastır. Muvaffakiyetin ilk sırrı da budur” şeklinde bir “hayat dersi” olmuş devlete. 

Bicar Tenkil Harekâtı

Koçuşağı harekâtına paralel olarak 7 Ekim-17 Kasım 1927 günlerinde yürütülen Bicar Tenkil Harekâtı’nın hedefi ise 1925’teki Şeyh Said İsyanı’nın bastırılmasından sonra Murat Suyu yakınlarındaki Bicar bölgesinde toplanarak sağa sola saldırdığı iddia edilen eski isyancıları imha etmek. Yani yine ortada bir isyan yok.

Mustafa Muğlalı, Koçuşağı ve Bicar tenkil harekatını yürüten kumandan…

1943’teki 33 Kurşun Olayı’nın faili General Mustafa Muğlalı’nın emrine verilen kuvvetler 7. Kolordu’dan 63. ve 62. Piyade Alayları, 40. Süvari Alayı, 7. Seyyar Jandarma Alayı, bir muhabere, bir sıhhiye birliği, 8. Kolordu’dan 12. ve 19. Alay (Bir tabur daha sonra Bingöl’ den getirilmiş), 3. Seyyar Jandarma Alayı ve üç dağ bataryasıymış. Ayrıca devlete sadakatleriyle tanınan Hezanlı Şeyh Selim Efendi Milisleri, Şeyh Selâmet Köyü Milisleri, Bicar Milisleri, Lice Milisleri, Hani Milisleri, Bingöl’den katılan milis grupları, Gökdere Milisleri de kendisine yardımcıymış.

Olayları uzun uzun anlatmaya mecalim yok. Sadece şunu söyleyelim: 17 Kasım’da resmî adıyla Bicar Tenkil (“uzaklaştırma”, “örnek olarak ceza verme”) Harekâtı’nın bittiği merkeze müjdelendiğinde, 280’den fazla köy yakılmış, 2 binden fazla “asi”(!) kurşuna dizilmiş. Bu sefer bir “başarı” duygusu doğmuş olmalı.

Asi Resul Ayaklanması

Genelkurmay’ın “Asi Resul Ayaklanması (22 Mayıs-3 Ağustos 1929)” başlığı altında sayfalar dolusu anlattığı öylesine bir olay ki, Genelkurmay yazarı bile ortada bir ayaklanma olmadığını daha ilk sayfada itiraf etmek zorunda kalmış. İnanmazsanız okuyalım:

“Gerçekte ne ayaklanma ne de güneyden geçen eşkıya tarafından çıkarılmış bir mesele olmayan bu ayaklanma olayına sebep, Eruh ilçesi Jandarma Komutanı Teğmen Ziya’nın öteden beri Lodi bucak merkezinin Tilmişar köyünden Jilyan aşireti reisi Resul’e muğber (düşman) oluşu dolayısıyla, hasmı hakkında aldığı ihbarları vesile yaparak Eruh İlçesi Kaymakam Vekili Jandarma Yüzbaşısı Galip’i de kandırmak suretiyle Resul, kardeşi Akit ve daha bazı kimseler için tutuklama müzekkeresi sağlamak suretiyle ve silah toplamak bahanesi ile aranan şahısların bulunduğu dört köyde, aynı zamanda arama yapmıştı. Resul’ün evi aramışsa da evde bir şey bulanamamış ve Resul yakalanmıştı. Diğer köylerde de bir fevkaladelik olmadı. Yalnız Akit’in bulunduğu Goveşil köyü araştırılırken şiddet gösterilmiş olması ve yeteri kadar da tertibat alınmamış bulunması dolayısıyla Akit ve taraftarlarının açtığı ateş üzerine müsademe başladı bir onbaşı, dört jandarma eri şehit edildi. Teğmen Ziya tutukladığı Resul’ü Tilmişar’dan çıkaracağı sırada Resul taraftarlarının iki yandan açtığı ateş sırasında Resul kolayca kaçırılmış oldu. Bu müsademede de bir er şehit edilerek verilen zayiat 6’ya yükselmişti. Başlarına gelecekten korkarak 15 kadar köy halkı da evlerini ve ekinlerini bırakarak Midyat ve diğer ilçelere kaçtılar ve böylece asayişi ihlal eden ayaklanma başlamış oldu.”

Evet, elimizde artık dört dörtlük “sözde” bir isyan olduğuna göre, gelsin askerî harekât! Lafı uzatmayayım, Genelkurmayın dediğine göre “Resul’ün elinde 50’si cephanesiz 200 tüfek” vardı, buna karşılık devletin üç uçağının desteğinde 2. Tümen’den “59 subay, 1525 er, 532 hayvan, 1014 piyade tüfeği, 59 hafif makineli tüfek, 22 ağır makineli tüfek, 6 top, 355.105 piyade mermisinin, el bombası…”  Ama o da ne, tedip harekâtı 4 Temmuz 1929 günü başlamış ve 3 Ağustos 1929 günü, Genelkurmay yazarının ifadesi ile “başarısızlıkla sona” ermiş. Acaba neydi anlatıcıyı başarısız hissettiren? Tarafların güçleri arasındaki asimetriyi düşününce ortada yüzlerce ölü olması normal ama acaba binlerce ölü bekleniyordu da o mu olmadı? Bilemiyoruz…


Dördüncü Bölüm:
Mutki Ayaklanması, Tendürük Harekâtı, Savur Tenkil Harekâtı ve Pülümür Harekâtı.

RESMİ TARİHİN “SÖZDE” KÜRT İSYANLARI -V

Mutki Ayaklanması

Genelkurmay kitabının ilgili bölümü şöyle başlıyor: “Bundan önce Sason’da yapılan Mehmet Ali Yunus tedibatı sırasında, bunlara yardımda bulunan Hersan ve Silent eşkıyasının Sason harekâtı sonunda silahlarının toplanması gerektiği halde bu iş yapılmamış, ayrıca Mutki ilçesi içinde kimlerde silah olduğu ihbar edilmiş olmasına rağmen bunlar toplanmamıştı. Bu arada, Bitlis Valiliği Mutki’de 35 köyün naklini lüzumlu görerek bu hususu 2. Tümene önerdiği halde Tümen bu konuyu Kolorduya ve dolayısıyla 3. Ordu Müfettişliğine duyurmadığı gibi vilayeti de cevapsız bırakmıştı. Bu konu üzerine yeteri kadar eğilinmediğini gören Bitlis Valiliğinin 2. Tümene yaptığı öneri ile yetinerek Tümenin cevabını beklemeksizin 35 köyün naklini emretmesi üzerine bu köyler halkı ayaklandı ve bu suretle Silent ve Mutki olayları başlamış oldu.”

Yani neymiş? Daha önce anlattığım “sözde Sason Ayaklanması”ndan sonra bölgeyi hedef tahtası haline getirmiş olan yetkililerin, suçluları değil tüm halkı toptan cezalandırmaya kalkması ve 35 köyü boşaltmak istemesine doğal olarak tepki gösteren köylüler “isyancı” sayılıvermişler!… Ardından gelsin harekât…

26 Mayıs 1927’de 2. tümene bağlı tugaylar, alay ve taburlar, seyyar jandarma alaylarıyla takviyeli olarak tedip ile tenkile başlamış… Ekinler tahrip edilmiş, köyler yakılmış. Uçaklar dağlara, mağaralara sığınan insanları, çember içine alıp imha etmiş.

Anlatıcı, “fiilen ayaklanmaya katılan ve askere silah kullanarak birçoklarının şehit düşmesine sebep olan asilerin dehalet etseler (sığınsalar) bile aflarının doğru olmayacağı, esasen bunların dehaletleri gönülden olmayıp askerin başkasından başka çare bulamadıklarından ileri geldiği, bu sebeple bunların ilerde de zararlı olmalarını önlemek için eli silah tutanların kamilen (toptan) yok edilmelerinin zorunluğu olduğu…” söyledikten sonra, “Binbaşı Zeki’nin şehit olmasına çok üzüldüm. Bütün bu harekâtta genellikle kansız denecek kadar az zayiatla kazanılan başarı bir anda değerini kaybetmiştir. Arkadaşımızın kaybı büyük bir olaydır. Bu sebeple, 18. Alay süratle ve şiddetle hareket ederek Silent’te halen eşkıyanın tehdidi altında olanların bir felakete uğramalarına meydan bırakmamalı ve sebep olanlardan büyük ölçüde öç alınmalıdır” diye devam ediyor.

Yani bir binbaşının ölümünün intikamı uğruna defalarca teslim olmaya çalışan yüzlerce kişinin öldürülmesinde beis görülmüyor. Bundan sonraki 15 sayfada devletimizin kendi vatandaşlarına yönelik askeri harekâtı adım adım anlatılıyor. Sanırsınız ki, I. Dünya Savaşı cephelerinden birindeyiz…

25 Ağustos 1927’de harekât bittiğinde Genelkurmay’ın başarısını(!) anlatan cümle şöyle: “Birliklerin, emir esasları dahilinde ve eşkıya muharebeleri taktiğine uygun yaptıkları harekâtta, asiler kısmen kaçmış, çoğu yok edilmiş ve bir kısmı da yakalanmış, ayaklanma bölgesinde taranmamış yer kalmamıştı.”

Genelkurmay “isyancı” diye etiketlediği zavallı köylülerin ölülerini sayıp zikretmeye bile gerek görmemiş. Ama aralarda zikredilen rakamları toplandığında “eşkıyadan” 451 ölü, 79 yaralı, 380 yakalanmış, 2497 kişi kendiliğinden teslim olmuş, 2.400 kişi bölgeden sürülmüş olduğunu anlıyoruz.

Tendürük Harekâtı

Genelkurmay kitabının II. cildinde anlatılan 14-17 Eylül 1929’daki “Tendürük Harekâtı” ise yazı Aladağ’da geçiren, kışın hükümetçe tahsis edilen Ağrı’nın güneyinde Örtülü ve Kurtkapanı’nda kışlayan İran ve Türkiye’de yaşayan Şeyh Abdülkadir’in aşiretini ülkeden sürmek için yapılmış.

Genelkurmay kitabında “Şeyh direndiği takdirde kuvvetle hareket edilerek tenkil ve imha edilecektir. Bu maksatla 20 Eylül 1929’da Erciş’teki uçaklar saat 07.00’de hareket ederek Kandil-Hacı Halit köyleri civarında bulunan Şeyhin çadırlarını ve sürülerini bombalayacaktır…” diyor.

Bu ifadelere bakıp da “Şeyh sadece direnirse bombalanacak” diye anlayanlar yanılır. Çünkü anlatıcı biraz ilerde şöyle diyor:

“Şeyh Abdülkadir’in ilk işi, oğlunu Tümenle görüşmek üzere Karaköse’ye göndermek oldu. Maksadı hükümet makamlarını oyalamak ve ağırlığını sezdirmeden İran’a geçirmekti.”

“Canım, Şeyh sözünü tutmamıştır, ordumuz da bombalamıştır” diyenler için ikinci bir cümle: “20 Eylül 1929’da Tümen Komutanlığı, Şeyh Abdülkadir ve aşireti üzerinde yaptırdığı hava keşiflerinde: Saat 10.00’a kadar Abdülkadir ve aşiretinin bir kısmı ile Tendürük tepesindeki göl civarında, diğer kısım ile de Gevrişemyan civarındaki vadilerden İran’a doğru gitmekte olduklarını ve her iki kolun havadan bombalandığını…”

Anlamayanlar olabilir açıklayalım: Diyelim ki aşiret sözünü tutmamıştır ama hükümet kuvvetlerine saldırması söz konusu değildir, aksine İran’a kaçmaya çalışmaktadır. Ama Genelkurmay’ı bu da durdurmayacaktır. Nitekim bundan sonra harekât aşiretin İran’a geçmemesi için önünü kesmek suretiyle devam ediyor. Yani hem gitsinler isteniyor hem de gitmesinler. Çünkü imha etmek seçeneğine yatırılmış tüm pullar.

Bombalamalar sırasında kaç kişi öldü onu belirtmiyor kitap. Sadece “başarısız olundu” diyor. Başarıdan kastedilenin ne olduğunu ve neye üzülündüğünü takdirlerinize bırakıyorum.

Savur Tenkil Harekâtı

Genelkurmay durmuyor, 20 Mayıs-9 Haziran 1930 arasında Savur Tenkil Harekâtı’nı yapıyor. Burada da gerekçenin ne olduğu da meçhul. Çünkü görüşü istenen Beyazıt, Hakkâri, Elazığ, Siirt valilerine göre bölgede herhangi bir Kürt isyanı beklenmiyor. Urfa ve Diyarbakır valileri, Suriye’de yuvalanmış bazı Kürt örgütlerinin bir ayaklanma için fırsat kolladığını düşünüyor. I. Umumi Müfettişlik bütün bu görüşleri değerlendirip şu sonucu varmış: “Müfettişlik bölgesinde bu sene genel bir ayaklanma yüzde 20 ihtimal dahilinde bile değildir.”

Peki raporlar ve sonuç bu yönde iken, bundan sonraki sekiz sayfa boyunca, bölgedeki askeri tahkimatın ayrıntılı biçimde anlatılmasını nasıl yorumlamalıyız? Ya da “Bir yandan silah toplama işine tam bir sükûnet içinde devam ediliyordu. 11 Haziran’da toplanan muhtelif cins silah miktarı 503’ü bulmuştu” dedikten sonra “Kaymaz, Haçan, Kölesor, Cilli ve Osmanlı köyleri havadan bombalanmış, Patnos bölgesinde ayaklananlara katılan köyler bomba ve kamineli tüfek ateşi altına alınmıştı…” cümlelerini nasıl anlamalıyız? Yine de orduyu ve hükümeti tatmin eden bir sonuç alınamamış olmalı ki, Genelkurmayın yazarı bölümü yuvarlak cümlelerle tamamlıyor. Anlayacağınız “imha ameliyesi” başarılı olamamış…

Pülümür Harekâtı

Geldik sonuncusuna. İlgili bölüme Genelkurmay kitabının “kâtibi” Reşat Hallı şöyle başlıyor:

“Ağrı harekâtını takip eden günlerde Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, doğu bölgesinde yaptığı gezide Erzincan ilindeki gözlem ve izlenimlerini 18 Eylül 1930’da Başbakanlık ve İçişleri Bakanlığına bildirmişti. Genelkurmay Başkanı bu raporunda: 1. Erzincan ilindeki incelemelerin sırasında ekonomiyi önemli surette zarara sokan ve bu il dahilindeki asayişsizliğin en önemli amillerinden olan Aşkirik, Gürk, Dağbey ve Haryi köylerinin tedip ve tenkiline zorunluluk olduğunu gördüm. I. Genel Müfettişlik bölgesi dışında kalan bu köyler, il jandarma kuvvetinin yetersizliği dolayışla ciddi bir tedibe uğramadan yaptıkları şekavetle, memleketin Türk halkı üzerinde büyük ölçüde olumsuz etki yapmakta ve civar Kürt köylerini de şekavete teşvik etmektedir. Bu bakımdan Vilayete bu köylere vergi ve asker vermelerini, silahlarını teslim etmelerini tebliğ ederek, olumsuz bir sonuç alındığı takdirde bu bölgede çok şımarık bir durum almış olan bütün Kürt köylerine bir etki yapmak ve devlet nüfuzunu hâkim kılmak için Erzincan’a nakledilecek bir hava kıtası ile bu köyleri tahrip etmenin uygun olacağı düşüncesindeyim. 2. Erzincan merkez ilçesinde 10.0000 Kürt vardır. Bunlar Alevilikten faydalanarak mevcut Türk köylerini Kürtleştirmeye ve Kürt dilini yaymaya çalışmaktadırlar. Birkaç sene sonra Kürtlüğün bütün Erzincan’ı istila edeceğinden endişe edilebilir. (…) Bu işe ön ayak olan, her şekavete yataklık eden Rusaray, Mitini, Şıncığı, Kürtkendi, Kelarik köylerinin esaslı bir şekilde kayda tabi tutularak bunlardan gerekenlerin Trakya’ya nakli ve bu bölgedeki bazı reislerin il merkezinde ve polis nezareti altında ikamet ettirilerek emniyete alınmaları gerekmektedir. (…) Arz ettiğim bu meselenin en önemlisi birinci maddede adı geçen köylerin kesin surette tedibi ve ırkan Kürt olduğu kesinlikle bilinen memurların bir an önce yerlerinden alınmasıdır.”

Mustafa Kemal, Mareşal Fevzi Çakmak

Bilmem mesele anlaşıldı mı? Onca şekavet (haydutluk) imasından sonra Fevzi Çakmak Paşa baklayı ağzından çıkarmış. Pülümür’ün o köyleri hem Alevi hem Kürt imiş (çifte kavrulmuş bir suç) ve bunların Türkleri Kürt ve Alevi yapması tehlikesi varmış! Tehlike(!) çok büyükmüş hakikaten. Emir büyük yerden ama yine de harekâtı kamuoyunda meşru kılmak için de bir bahane gerekiyor. O da bulunuvermiş. “Olay Pülümür ağalarının tertibi sonucu Pülümür ilçe kaymakamının evine birkaç el silah atılması ile” başlamış ve “tertipçiler bu işi yapanları hükümete teslim etmemekte” direnmişler!

Gelsin askerî harekât! 11. Piyade Alayı, dört toplu dağ bataryası ve iki toplu bir dağ obüs bataryası, dört uçaklı bir tayyare bölüğü görevlendirilmiş bu iş için. Ardından sayfalarca bölgenin topoğrafyası üzerine görüşler, Pülümür aşiretlerinin yerleşimi, onların ne kadar tehlikeli oldukları, onların nasıl sarılacağı, nasıl “etkisiz hale getirileceği” üzerine fikirler beyan ediliyor. Sanırsınız ki, Müttefikler Normandiya Çıkarması’na hazırlanıyorlar. Bu arada köylülere “şekavetten vazgeçin, vergi ve asker verin” talimatının ulaştırıldığına ve köylülerin “olmaz, haydutluğa devam edeceğiz, vergi ve asker vermeyeceğiz!” dediğine dair tek cümle yok. Zaten raporla harekât arasında ancak bir ay var. Rapor 18 Eylül 1930 günü yazılmıştı, Harekât 25 Ekim 1930 günü başlıyor.

Yazarın deyimiyle askerler “herhangi bir direnişle karşılaşmadan” ilerliyorlar, sadece Gürk köyünde “150-200 kadar “eşkıya” ile karşılaşıyorlar. Ama burada “başarısız” oluyorlar. Yazara göre “iaşe, ikmal yetersizliği ve bugüne kadar fena hava ve arazi şartları altında yapılan yürüyüşlerde eratta görülen ayak vurukları ve yorgunluk” “harekâtın bir süre geciktirilmesini gerektiriyordu”. 

Yazarın berbat anlatımı yüzünden tam anlaşılmıyor ama ikinci harekât için 1164 er, 1217 tüfek, 62 hafif makineli tüfek, 23 ağır makineli tüfek, 6 top ve 379 hayvan eklenmiş muharip güçlere. Ardından “Kürk (Gürk) deresine sıkıştırılan eşkıya tamamen imha edilmiş ve Kürk köyü kamilen yakılmıştı.”

Bunca endişe, bunca asker, bunca plan, Kürk köylülerinin bölgeyi Türkleştirmesi ve Alevileştirmesi korkusu yüzünden yani. Çünkü bundan sonra herhangi bir çatışma bilgisi yok. Sadece bir yerde “14 Kasım öğleye kadar Kürk bölgesinde kalmış eşkıya artıklarını imha ettikten sonra harekâta son verilecek ve birlikler yaklaşma hareketine başlanan Danzik ve Kersinot bölgesine intikal ettirilecekti,” deniyor. 

Sonucu yazardan öğrenelim:

“Gerçekten de böyle oldu ve Pülümür’de bir bölük bırakılmak suretiyle birlikler, 14 Kasım 1930 sabahından itibaren garnizonlarına dönmeye başladılar ve böylelikle Pülümür harekâtı sona ermiş oldu. 9. Kolordu Komutanlığının direktiflerine göre hareket eden Elazığ Valisi Fahri Bey de, Pülümür’de cereyan eden tedip harekâtının etkisinden faydalanarak aşiretler üzerinde etkili olabilmiş, olayların büyümesine mahal kalmadan, birçok aşiret reisleri ve tabileri hükümete delalet etmişler, borçlarını ödemeye, gasp ettikleri eşyaları ve ellerindeki suçluları teslime başlamışlardı. Böylelikle Nazimiye çevresinde sükûnet sağlanmış oluyordu.”

Evet böylece, yıllardır dillere pelesenk olan “sözde” Kürt isyanlarından dokuzunun sonuna gelmiş bulunuyoruz…


Ayşe Hür – 29.06.2023

Tags: , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑