Tarih

Published on Ağustos 26th, 2023

0

Türk Tarih Tezi’ne göre 1071 Malazgirt Savaşı | Ayşe Hür


Bundan 952 yıl önce bugünlerde yaşandığı iddia edilen -ki kaynaklarda kesin bir tarih yok- Malazgirt Savaşı/Zaferi’ne yüklenen anlamlar -ki bunların arasında 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz’un öncülü olması da var- günümüzün pek çok siyasi, sosyolojik, kültürel tartışmalarını anlamakta önemli bir anahtar niteliği taşıyor.

Amcası Tuğrul Bey’in 1063 yılında ölümü üzerine Selçuklu tahtına geçen Alparslan’ın ordularının bugün Anadolu dediğimiz coğrafyadaki ilk zaferi 16 Ağustos 1064’te gerçekleşmişti. O gün, Pakraduni Ermeni Krallığı’nın bir süredir Bizanslılara teslim olmuş olan tarihi başkenti Ani’yi (bugünkü Kars yakınlarında) ele geçirdiklerinde şehirdeki Bizans garnizonunun kaçması sonucu elde edilen bu umulmadık zafer karşısında şaşkına dönen Alparslan’ın şöyle haykırdığı rivayet olunur: “Bu ele geçirilmez şehri bizim ellerimize bırakan onların tanrısı!”

Bizans ile Selçuklular 1066’da Adıyaman civarındaki Hoşin Kalesi önlerinde tekrar karşılaştılar. 1067’de Alparslan’ın emirlerinden Afşin, bir başka emir Gümüştekin’i öldürdüğü için Alparslan tarafından cezalandırılma korkusuyla Anadolu içlerine doğru akınlar başladı. Antalya, Malatya, Kayseri dolaylarını yağmaladı.

Bu tarihlerde Bizans hem siyasi hem askeri açıdan zayıftı. İmparator Kontantinos X. Dukas’ın ölümü üzerine çocuk yaştaki üç oğlu adına karısı Eudokia tahta geçmişti. Eudokia, askeri kanadın baskılarıyla Kayserili general Romanos Diogenes’le (bizim tarih kitaplarımızda Romen Diyojen) evlenmiş ve tahtı ona bırakmıştı. Yeni imparator karısına gücünü ispatlamak için Selçuklu istilalarını önlemek hedefiyle Mart ayında Suriye’ye doğru sefere çıktı. İmparatorun ilk başarısı Niksar’ı yağmalayan Selçukluları geriletmek oldu. Ardından Halep’te Selçukluların elindeki bazı kaleleri geri almak oldu. Dönüşte Afşin’in Afyon’u yağmalamasına engel olamadı ve kış yüzünden başken Kontantinopolis’e dönmek zorunda kaldı.

Roman Diogenes meydan okuyor

Bizans ordusu kışlasına dönünce Selçuklu orduları yeniden cesaretlendi. Diogenes ikinci kez sefere çıkmak zorunda kaldı. Karşılıklı hamleler, bazı kalelerin bir kaç el değiştirmesi ve Selçuklu emirlerinden Erbasgan’ın Bizans’a sığınması, Afşin’in Kayseri-Sivas arasındaki yağmalardan sonra Afyon-Uşak-Denizli bölgesine yönelmesi, bununla da kalmayıp başkentin karşı yakasındaki Halkedon’a (Kadıköy) kadar gelmesi ve yine yağmalar yaparak Ahlat’ta otağını kurmuş olan Alparslan’ın yanına gitmesi, ardından Alparslan’ın Halep’i kuşatmasıyla iyice gerilen ilişkilerin radikal biçimde bozulması yakındı, çünkü Diogenes, Selçuklu ilerlemesini durdurmak için daha radikal bir politika izlemeye karar vermiş ve Ermenistan ülkesine doğru yola çıkmıştı.

Alparslan Mısır’a gitmek üzere Halep’ten ayrılmak üzereyken Diogenes’in bir ulağı bir mektup getirdi kendisine. Diogenes Alparslan’dan Erciş, Ahlat ve Malazgirt’i kendisine geri vermesini istiyordu. Bunun üzerine Alparslan, ordularının yönünü Anadolu’ya çevirdi. Fırat’ı geçerken at, deve, mühimmat ve erzak kaybına uğramasına ve ordusundaki bazı birlikler ayrılmasına rağmen, Urfa, Diyarbakır, Malazgirt üzerinden Ahlat’a geldi. Konstantinopolis’ten dini seromonilerle uğurlanan Romanos Diogenes’in ordusu da Erzurum’da karargahını kurmuştu.

Alparslan beyazlar içinde

Günümüzde kabul gören anlatıya göre, Diogenes’e “ülkene dön, barış yapmak istersen bunu Bağdat halifesi aracılığıyla yaparız, aksi takdirde biz kararımızı ulu Tanrı’ya bırakırız” diye haber gönderen Alparslan teklifi reddedilince ordusunu savaş düzenine geçirdi. 24-25 Ağustos 1071 gecesi Malazgirt kalesi Selçukluların eline geçti, 26 Ağustos günü ise düşmana nihai darbe vuruldu. Rivayete göre, Alparslan o gün baştan aşağı beyazlar giyinmiş, eski bir Türk geleneğine uygun olarak atının kuyruğunu bağlamış, ordusuna Cuma namazını kıldırdıktan sonra, yanındakilere ölürse, öldüğü yere gömülmeyi vasiyet etmiş, ardından da hücum emrini vermişti.

Kuşatılan Bizans ordunun büyük bir kısmı kılıçtan geçirildi, Romanos Diogenes, Selçuklu ordusundaki bir “gulam”ın dikkati sayesinde kalabalık içinde teşhis edilmiş ve yanındaki bir avuç adamla birlikte esir alınmıştı. Ancak Alparslan kendisine bir esir gibi değil bir konuk gibi davrandı. Alparslan’ın Bizans’tan toprak talebinde bulunmayıp, 1,5 milyon altın fidye, yılda 360 bin altın vergi, Bizans’ın elindeki Müslüman tutsakların serbest bırakılması, gerektiğinde Selçuklulara asker desteği vermesi, Antakya, Urfa, Menbic, Malazgirt kalelerinin Selçuklulara devri ile yetinmesi Malazgirt Savaşı’nın Alparslan açısından pek de önemli olmadığını düşündürüyordu.

Bugün daha iyi anlaşılıyor ki, Alparslan’ın Anadolu’yu fetih gibi bir düşüncesi yoktu. Çünkü başı Karahanlılar ve Fatımilerle dertteydi. Tek amacı, onlarla savaşırken arkasını sağlama almaktı. Nitekim zaferden hemen sonra İsfahan’a dönüp Maveraünnehr’e sefer hazırlığına başlayacaktı.

Savaşın esas sonucu, Romanos Diogenes’in tahtını VII. Mihail’e kaptırması oldu. Gözlerine mil çekilen sabık imparator Proti adasında (Kınalıada) ızdıraplar içinde Ağustos 1072’de öldü. Alparslan da Kasım 1072’de öldü. Selçuklu orduları Bizans içlerine doğru yürüyüşe 10 yıl kadar sonra geçti. Nitekim Anadolu’ya Selçuklu akınları açısından esas dönüm noktası 1176 yılındaki Miryokefalon Savaşı’nda II. Kılıçarslan’ın Bizans İmparatoru II. Manuel Komnenos’u yenmesi olacaktı.

Zafer 26 Ağustos 1071 tarihinde mi kazanıldı?

Tekrar Malazgirt’e dönersek, çağdaş yazar Carole Hillenbrand Turkish Myth and Muslim Symbol kitabında “Malazgirt’in tarihi konusunda hala şüpheler vardır. Savaşın tarihine ilişkin kesin tarih veren İslam kaynaklarının ittifak ettikleri şey savaşın Cuma günü olduğudur” der. Cuma konusundaki ittifakın İslam kültüründe bu güne atfedilen kutsiyet ile ilgili olabileceğini belirten Hillenbrand’a göre:

El Turtuşi (ö. 1126) Sirace’l-Muluk adlı eserinde sadece “Cuma günü” diyordu. Şamlı Ibn Kalanisi (ö. 1160) kaynak vermeden Malazgirt’e kısaca değiniyor ama sadece Alparslan’ın Halep’ten 23 Recep 463 [26 Nisan 1071]’de ayrıldığını söylemekle yetiniyordu. Buna karşılık ne Malazgirt Savaşı’nın tarihini veriyordu ne de Cuma gününden söz ediyordu.

El Azimi (ö. 1161), Tarih-i Halab adlı kısa anlatısında ne savaşın ayrıntısını veriyor ne tarihten söz ediyordu. İbn El Azrak el Fariki (ö. 1176’den sonra) Tarih Meyyafarikin ve Amid (Silvan ve Diyarbakır Tarihi) adlı eserinde ay veya yıl vermiyor sadece Cuma günü diyordu.

Nishapuri (ö. 1186–7) Selçukname adlı eserinde ne tarih veriyor ne Cuma gününden söz ediyordu.

El Hüseyni (ö. 1225’ten sonra) Ekbar el Devla el Selçukiyye adlı eserinde “Sultan Bizans kralına yaklaştı ve Ahlat ile Malazgirt arasındaki El Zuhra denen yerde 15 Zilkadde 463 Pazar (14 Ağustos 1071 Pazar) günü karşılaştılar, Cuma günü zafer oldu” diyordu ki 14 Ağustos’a en yakın Cuma 20 Zilkadde/19Ağustos 1071 idi. 

El Bundari (ö. 1226 sonrası) Zubdat El Nusra ve Nukbat el Usra adlı eserinde 4 Zilkadde 463, Perşembe günü karşılaştılar, Cuma günü zafer oldu diyordu halbuki bu tarih 3 Ağustos Çarşamba’ya rastlıyordu.

İbnü’l Athir (ö. 1233) El Kamil fil Tarih adlı eserinde “bu yıl/463” derken, ay ve günden söz etmeden sadece “Cuma günü” diyordu.

İbnü’l-Adim (ö. 1262) Zubdat et talab fi tarih Halep adlı eserinde “4 Zilkade 463 Salı günü karşılaştılar. Sultanın imamının tavsiyesiyle Cuma günü zafer kazanıldı” diyordu. Halbuki 4 Zilkade 463 (yani 3 Ağustos 1071) Çarşambaya rastlıyordu. Reşidüddin (ö. 1318) Cami et Tevarih adlı eserinde “İslam için zafer Rebi 463’te oldu” diyordu. Bu tarih Aralık 1070–Ocak 1071’ye rastladığı için savaş için çok garip bir tarihti.

Kıpti El Makin muhtemelen İslam kaynaklarına dayanarak 20 Zilkade 463 (19 Ağustos 1071) diyordu.

İbn El Cevzi (ö. 1200) El Muntazam tarih el Mulükül ve’l umam adlı eserinde “Zilkadde’nin bitişinden beş gün önceki Çarşamba günü iki ordunun karşılaştığı, zafer Cuma günü oldu” diyor, Cevzi’nin anne tarafından torunu Sibt bin el Cevzi (ö. 1256) dedesinin tarihini tekrarlıyordu ki sadece bu iki kaynağın verdiği tarihler, modern hesaplamalara göre 26 Ağustos 1071 Cuma gününe rastlıyordu.

Son olarak yelpazenin diğer ucuna dair bir örnek vererek bu bölümü bitireyim: İbn Hallikan (ö. 1282), Vefeyâtü’l-ayân adlı eserinde ne Alparslan’a ne de Malazgirt Savaşı’na değiniyordu.

Malazgirt Zaferi’nin Türk Tarih Tezi’ne girişi

Aradan 900 yıl geçti. Nihat Sami Banarlı’nın 1960’da yayımladığı Yahya Kemal’in Hatıraları, adlı kitapta şunlar yazıyordu:

“Fransız tarihçi, arkeolog, dilbilimci Camille Jullian’ın ‘Fransız milletini, bin yılda Fransa’nın toprağı yarattı’ sözünü okuyunca beyninde bir şimşek çakan Yahya Kemal şöyle yazar: ‘Düşünmeğe başladım: Acaba bizi de Malazgirt’ten, 1071 den sonraki sekiz yüz senede Türkiye’nin toprağı yaratmamış mıydı? Bu cümleyi, Saint Paul’un, Şam yolunda Hz. İsa’yı görerek ‘Quo vadis, domine?’ sesini duymasına benzetirim çünkü bu cümle, kafamda birdenbire yepyeni bir ufuk açmıştı. Artık milliyetimize dair fikirlerim bu cümlenin ilham ettiği noktada birleşiyordu. Bu noktadan hareket ettim. Artık benim için 1071 den evvelki·devirlerimiz kabl’et-tarih (tarihöncesi), fakat 1071 den sonraki devirlerimiz tarihtiler.”

Yahya Kemal’i etkileyen muhtemelen 1924-1925 yılları arasında 12 sayı çıkan Anadolu Mecmuası çevresiydi. Anadolucu tarih görüşü ve yazımına göre Malazgirt Meydan Muharebesi “Anadolu tarihini ikiye bölen bir kılıçtı” ve bu kılıç hâlâ Türkün belinde sallanmaktaydı. Mecmuanın 6. sayısında “Ayın İzleri” bölümünde imzasız olarak yayınlanan “Dumlupınar Merasimi” başlıklı yazıda “Cumhuriyet Hükümeti’nin Başkumandan Meydan Muharebesi’nin [30 Ağustos 1922] yıldönümünü” görkemli bir biçimde kutlaması abartılı bulunarak Dumlupınar’da Yunan “haşerâtını mahveden ordunun elindeki silah”ın gücünün Malazgirt’ten geldiği öne süren yazar şöyle diyordu:

“[D]umlupınar merasiminde bir eksik kalan bir nokta buluyoruz: Malazgirt Meydan Muharebesi’nde bir ilâh gibi vuruşan, ve bir peygamber gibi, milletine zaferi ve fethi evvelden müjdeleyen büyük rehberi ve eserini anmamak. Anadolu, her şeyden evvel, kendisini kurtaranı, teşkil ve tamam edeni ta’zîz etmelidir, her harp, her zafer, Ağustos’un yirmi altıncı günü Malazgirt ovasında kazanılan zaferin yanında küçüktür. Sonrakiler, o zaferin birer zeyli, yahut son perdesidir.”

Anadolucular için Malazgirt Savaşı, Ergenekon efsanesinden daha gerçek, daha yakın ve daha “yerli” idi. Öyle ki gazetenin yazarlarından Necip Asım “Milli Bayramlarımız” başlıklı makalesinde, “Malazgirt Savaşı’nın gerçekleştiği günü bayram ilan etmeyi” etmişti.

Malazgirt Savaşı/Zaferi’nin “Anadolu’nun kapısının Türklere kesin olarak açılmasına neden olan”, “Anadolu’yu Türklere ikinci bir vatan yapan” kutlu bir olay olarak ele alınması konusu 1930 tarihli Umumi Tarih II adlı kitapta yer almıştı. Mükrimin Halil (Yinanç) 1934 yılında yayımlanan Türkiye Tarihi Selçuklu Devri (I) adlı kitabının alt başlığını “Anadolu’nun Fethi” koymuştu. 1934’te genç Fransız Marksist şarkiyatçı, Claude Cahen Byzantion dergisindeki makalesinde Arap ve Bizans kaynaklarına dayanarak günümüzdekine yakın bir anlatıyı dolaşıma soktu. Tek fark, Cahen’in zafer günü olarak 25 Ağustos’u zikretmesiydi. Ancak o yıllarda hikâyeye, bugünkü gibi aşırı bir önem atfedilmiyordu. Çünkü 1932’den itibaren dolaşıma gören Türk Tarih Tezi’ne göre dünyadaki tüm medeniyetlerin kurucusu zaten Türklerdi. Böyle yüce nitelikli bir kavmin, varoluşunu küçücük Anadolu coğrafyasıyla sınırlamak hiç de cazip değildi!

Mustafa Kemal’in kütüphanecisi der ki:

1942 yılında Feridun Dirimtekin Malazgirt Meydan Muharebesi adlı küçük kitabında 26 Ağustos 1071 ile 26 August 1922 arasında ilk kez ilişki kurdu. Daha sonra Mustafa Kemal’in kütüphanecisi Nuri Ulusu ortaya şöyle bir iddia attı: 

“Bir gün Atatürk beni çağırıp tahtaya 26 Ağustos 1071 ve 26 Ağustos 1922 yaz dedi. Ardından da ‘Bu iki tarihin denk gelmesi çok önemli bir şeydir’ diyerek Malazgirt zaferiyle Türklere Anadolu’nun kapısının açıldığını anlattı. Ardından da “Yıllar sonra müttefik ordularını başta Yunanlılar olmak üzere yine 26 Ağustos 1922 tarihinde kazandığımız büyük zaferle Anadolu’dan çıkartıp attık. Bu cihetle 26 Ağustos tarihi calib-i dikkattir’ dedi.”

Bu hikaye oldukça şüpheliydi çünkü Atatürk, yukarıda özetlediğim Arap ve Fars kaynaklarında Malazgirt Savaşı’nın hangi gün yaşandığına dair kesin bir tarih olmadığını bilebilecek biriydi. Aynı şekilde 26 Ağustos tarihini veren iki kişiden birinin Malazgirt Zaferi’nden yaklaşık bir asır sonra, diğerinin yaklaşık iki asır sonra yazdığını da biliyor olmalıydı. Öte yandan, 26 Ağustos 1922’de henüz ortada bir “zafer” olmadığı için Atatürk’ün böyle bir parantezde ısrarı mantıksızdı. Gerçi bu mantıksızlığı çözmek herhangi bir kaynakta Malazgirt Zaferi’nin 30 Ağustos 1071’de olduğunu “tespit ederek” (!) çözülebilirdi ama bu sefer de zaferin günü İslamiyet açısından kutsal olana Cuma gününe rastlamazdı. Muhtemelen bu çelişkilerin farkına varan dönemin kanaat önderleri uzun bir süre konu üzerinde durmadılar. 

İtiraf: “Zafer 26 Ağustos’ta olmayabilir”

Büyük Taarruz ve 30 Ağustos Zafer Bayramı, ancak 1960 darbesinden sonra tekrar önem kazandı. Yahya Kemal’in hatıraları da bu dönemde yayımlanmıştı. Mehmet Altay Köymen 1963’te yayımlanan Selçuklu Devri Türk Tarihi adlı eserinde Alparslan ile Romenos Diegenos arasındaki ünlü diyaloğu “kaynaklara göre” diyerek yer verdi. Osman Turan ilk kez 1965’te yayımlanan Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti adlı eserinde, önce alçak sesli bir itirafta bulunacak, ardından da “isabetli tesadüfü” haber verecekti:

“Zaferin Ağustos ayında ve Cuma gününde kazanıldığı hakkında ittifak varsa da, ayın kaçıncı günü olduğu ihtilaflıdır. İbn’ül-Cevzi, Sibt ve İbn Kesir, 26 Ağustos üzerinde birleştiği halde diğer kaynaklar 6, 16 ve 19 Ağustos üzerinde dağılır (…) Halbuki Mükrimin Halil Yinanç’ın rakam hatalarının tesbiti/ve bizim de teferruatlı araştırmalarımızın teyidi sayesinde 26 Ağustos Cuma gününün kat’iyeti meydana çıkmıştır. Türkiye’de eskiden beri bu günün umumi olarak kabul edilmiş olması, isabetli bir tesadüften başka bir şey değildir.”

Darbecilerin Malazgirt sevdası

1966 sonunda Ankara’da, DTCF sümeroloji profesörü Emin Bilgiç öncülüğünde Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü kuruldu. Enstitü’nün kuruluş gayesi olarak “Malazgirt zaferinin 900. yılının mahiyetine lâyık şekilde muhtevalı olarak kutlanması, Doğu Anadolu’da ilk Selçuklu eserlerinin tamiri ve Malazgirt’te bir “Fetih Âbidesi’nin inşası” belirtilmişti. Bu maksatla Selçuklu Araştırmaları Dergisi çıkarılmış, bu derginin 3. sayısı 1971’de “Malazgirt Zaferi Özel Sayısı” olarak yayınlanmıştı. Derginin sunuş yazısında Emin Bilgiç, Devlet Planlama Teşkilatı’nda söz sahibi bazı idealist arkadaşların konunun 1969 İcra Planı’na girmesini sağladığını belirtiyordu. İcra Planı’nda, Malazgirt zaferinin 900. yıldönümünün “millî ölçüde bir olay” olarak kutlanması için 1970 ve 1971 bütçelerinin muhtelif fasıllarına kutlama ile ilgili ödenekler konulduğu belirtiliyordu. Enstitü 1971’de Malazgirt Marşı yarışması açmış, yarışmayı Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun şiiri kazanmıştı.

Malazgirt Savaşı için hatıra parası, pulları basıldı ve çeşitli yayınlar yapıldı. 12 Mart 1971 Muhtırası sonrasında bile, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri kültürel kodları belirleyen asker sivil kadroların Malazgirt Zaferi’nin 900. Yıldönümünü daha önce hazırlanan plana uygun olarak kutlamaları “devlet aklı”na egemen olan Türk İslam Sentezi düşüncesinin etkisini giderek arttırdığını düşündürüyordu.  Nitekim 1969’da İbrahim Kafesoğlu’nun öncülüğünde kurulan Aydınlar Ocağı çevresi, Malazgirt söylemini Türk-İslam Sentezi tezleriyle bezeyerek yeniden öne çıkardı. Malazgirt Zaferi’ni Müslüman inancıyla Türk erdeminin birleşmesine bağlayan Kafesoğlu ile sanat tarihçisi Oktay Aslanapa’nın tasarımı olarak 1973’te (Cumhuriyet’in 50. Yıldönümü şerefine) Burdur’da inşaasına başlanan Kültür Parkı Abideleri, bu düşünce setinin cisimleşmiş haliydi.

1980 askeri darbesinden sonra olayın ulusal ve siyasi yanı öne çıkarıldı. Atatürk’e yönelik kişi tapıncının zirveye ulaştığı bu yıllarda, Malazgirt’le Büyük Taarruz’un aynı güne rastlamasının altı çiziliyor, Atatürk Alparslan’ın devamı olarak tarif ediliyor, Atatürk’ün Yunan Generali Trikopis’e davranışı ile Alparslan’ın Romanos Diojenes’e karşı tutumu arasında paralellik kuruluyordu.

1990’ların yeniden dinselleşen söylemine göre ise Anadolu’nun Türklerin eline geçişi Haçlı Seferleri’ni kışkırtmıştı. Türkler Haçlı Seferleri’ne karşı koyarak İslamiyet’i korumuşlardı.  İslam’la ilişkiye giren Avrupa uygarlaşmıştı. Yani Türklerin Anadolu’ya gelişi hem İslamiyet hem de Avrupa (daha doğrusu “cihan”) için hayırlı sonuçlar doğurmuştu…

AKP iktidarı ile birlikte Malazgirt’in Anadolu’nun kapısını Türklere açması söylencesi canlandırıldı, Kürtler de, Alparslan’ın ordusundaki Kürtleri hatırlatmaya başladılar. Böylece Alparslan’ın komutasındaki Müslüman Türk-Kürt ordularının eliyle Anadolu’nun Müslüman olmayan yerli halklarının aleyhine “fetih” söylemi güçlü biçimde dolaşıma girdi…


Özet Kaynakça:

Ali Sevim&Faruk Sümer, İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı, TTK Basımevi, 1988; Abu’l-Farac Tarihi, Cilt 1, Türkçeye Çeviren: Ömer Riza Doğrul, TTK Basımevi, 1987; Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Çeviren: Prof. Dr. Fikret Işıltan, TTK Ya-yınları, 1999; Carole Hillenbrand, Turkish Myth and Muslim Symbol, The Battle of Manzikert, Edinburgh University Press, 2007.


Ayşe Hür – 26.08.2023

Tags: , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑